Mısri Divan 1
Ey gönül gel gayriden geç
aşka eyle iktida,
Zümre-i ehl-i hakikat anı kılmış mukteda.
Cümle mevcudat-u malumata aşk akdem dürür,
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida.
Hem dahi cümle fena buldukta aşk baki kalır,
Bu sebebdeb dediler kim aşka yoktur intiha.
Dilerim senden Hüda’ya eyle tevkifin refik,
Bir nefes gönlüm
senin aşkından etme gel cüda.
Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al,
Aşkını eyle iki alemde bana aşina.
Aşk ile tamuda olmak cennetidir aşıkın,
Lik cennette olursa tamudur aşkın ana.
Ey Niyazi Mürşid istersen bu yolda aşka uy,
Enbiya vü Evliyaye aşk oluptur rehnüma.
Vezin
: Mefailün mefailün mefailün mefailün
Zehi kenz-i hafi kandan gelür her var olur peyda,
Gehi zulmet zuhur eder, gehi envar olur peyda.
Zehi derya-yi vahdet kim kesilmez hergiz emvacı,
Bu kesret alemi andan doğup naçar olur peyda.
Ne sihr-i bül acebdir kim bu yüzden görünür ağyar,
O yüzden gayrı yok tenha gelür dildar olur peyda.
O yüzden görüben ağyar döner şem’-i cemalinden,
Felekler de görüp anı döner edvar olur peyda.
Taşınur günde yüzbin can adem iklimine her dem,
Gelür yüzbin dahi andan bulur imar olur peyda.
Dışın içe hayalatı, için dışa zuhuratı,
Birinden ol birine tuhfeler her bar olur peyda.
O devriyle gelüptür Enbiya, Mürsel meratibce,
Gehi mü’min zuhur eder gehi küffar olur peyda.
Tecelli eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfada,
Bu suret alemi içre satu Pazar olur peyda.
Anın zatına gayet, su’una hergiz nihayet yok,
Anınçün her bir isminden gelür bir kar olur peyda.
Tecelli eyler ol daim celal-ü gehi cemalinden,
Birinin hasılı cennet, birinden nar olur peyda.
Cemali zahir olsa tiz celali yakalar anı,
Görürsün bir gül açılsa yanında har olur peyda.
Bu sırdandır ki bir Kamil zuhur etse bu alemde,
Kimi ikrar eder anı, kime inkar olur peyda.
Veli arif celal içre cemalini görür daim,
Bu haristanın içinde ana gülzar olur peyda.
Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvane,
Biri ancak görür darı, bire deyyar olur peyda.
İçi umman-ı vahdettir yüzü sahra-yı kesrettir,
Yüzün gören görür ağyar içinde yar olur peyda.
Alan lezzatı birlikten halas olur ikilikten,
Niyazi kande baksa ol heman didar olur peyda.
Görür ol kenz-i mahfiden nice zahir olur eşya,
Bilür her nakş-ü suretten nice esrar olur peyda.
Arabca şiirler :
“Merhaba ehlen ve sehlen merhaba”
“Hamden ilahi ala ma ente melce-una”
“Ve ba’di hamd-i illa lehu alen-Nebiyyis-salat-i”
“Kad eşrakted-dünya biş-şems-u Mevlana”
“Ya erham-el usat kün rahiyma”
“Sekzani vech-i mahbub-i şaraben”.
Vezin
: Failatün failatün failatün failün
İnn-e lir Rahman-i tarfen kadr-i enfas-il vera,
Küllü mer’in salik-ün necha kadimen bil-heva.
Men lehu akl-ün nech yektedi bil-Mustafa,
Kad enarel-aşk-ı lil-uşşak-ı munhac-il Hüda.
Salik-i rah-ı hakikat aşka eyler iktida.
Cümle eşyaya birer halet konulmuştur tamam,
Birbirinden bazı nakıs bazın isti’datı tam.
Meşreb-i ala olan neş’e nedir hasıl kelam,
Aşktır ol neş’e-i kamil kim andandır müdam.
Meyde teşvir-i hararet neyde te’sir-i sada.
Gülşen-i vahdet çü kalb-i emr-i ram-ı aşktır,
Lezzet-i vuslat heman ancak müdam-ı aşktır.
Terk-i kevneyn eyleyen mest-i öüdam-ı aşktır,
Vadi-i hayret hakikatta makam-ı aşktır.
Çün müşahhas olmaz ol vadide sultan-ü geda.
Arifin aşk-ı İlahiden yeğ olmaz hemdemi,
Nuş edip sahba-yi zatı can olur her bir demi.
Mazhar ana ayn-i zahir görünür gider gamı,
Eylemez halvet sarayi sırr-ı vahdet mahremi.
Aşıkı ma’şuktan, ma’şuku aşıktan cüda.
Ehl-i Hak olmak dilersen zevk-ü taat terkin et,
İçini saf eyleyi gör var kiyafet terkin et.
Pend-i guş eyle basiretle sefahet terkin et,
Ey ki ahl-i aşka söylersin melamet terkin et.
Söylekim mümkün müdür tağyir takdir-i Hüda.
Varlığın mahvetmek oldu ayin-i erkan sadıka,
Kalbini yakmak gerek anın demadem barika.
Aşık oldur gitmeye her dem başından saika,
Aşk gülünü çekti hatt-i harf vücud-ü aşıka.
Kim ola sabit Hak isbatında nefyi maada.
Ey Niyazi ibtidasız zevk buldun aşktan,
Yarin isbatında (La) sız zevk buldun aşktan.
Daim-ü baki fenasız zevk buldun aşktan,
Ey Fuzuli intihasız zevk buldun aşktan.
Böyledir her iş ki Hak adıyla ola ibtida.
Vezin
: Failatün failatün failatün failün.
İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva,
(Allemel esma) yı ta’lim etti ol hattan Hüda.
Zat-ı ilme Mustafa, esmaye Ademdir emin,
İkisinden zahir olmuştur ulum-i Enbiya.
Şerh :
“İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva”. Burada hatt-ı istivadan murad edilen
nefs-i natıka (konuşan nefis) ,yani “Hakikat-ı İnsaniyye” dir.Aynı zamanda
“Nefs-i kül” de tabir edilen nefs-i natıka için Nakşiyye ve sahir tarikat ehli
insanın vücudunda birer mahal tayin ederler ve bu mahal de iki kaşın
arasıdır.Cenab-ı Hüda ilm-i esmayi,yani isimlerin ilmini Nefs-i külden talim
etti.İlm-i zatiyye ye,yani Allahın zat ilmine Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V)
Efendimiz,ilm-i esmaya da,yani isimlerinin ilmine de “Ve allem-e Adem-el esma-e
külleha” ayeti mucibince Adem aleyhisselam emindir.Diğer peygamberlerin ilimleri
bu ikisinin ilminden zahir olmuştur.
Zat-ü esma vü sıfat ef’al-ü asar cümleten,
Her zamanda bir Velinin vechine bunlar ziya.
Secde eyle Adem’e ta kim Hak-ka kul olasın,
Eden Adem’den iba Hak-tan dahi oldu cüda.
“Hazarat-ı hamse-i İlahiyye” olan “zat, isimler, sıfatlar fiiller ve eserler” in
cümlesi her zamanda bir Velinin yüzüne ziya (nur) olur.
Adem’e secde etmeyen Hak-ka kul olmaz.Ademe secdeden maksad Allaha secdedir.Adem
(A.S.) zatın mazharı olduğu için melekler kendisine secde ile Allah tarafından
emrolundular.Eski zamanlarda nakıs olanların kamil olan insana secde etmesi adet
idi.Hatta zamanı saadette Hazreti Peygamberden yeni müslüman olanlar bu eski
adetlerine uyarak kendisine secde etmeleri için müsaade istediler.O zaman :
“Eğer benim şeriatimde secde olsaydı kadının kocasına secde etmesini
emrederdim.Benim şeriatimde öyle şey yoktur” buyurdu.Velhasıl Hakkın gayrıya
secde etmek caiz değildir.Beytullaha (Kabeye) secde etmekliğimiz mazhar-ı zat
olduğu içindir, her ne kadar mukayyed ise de Allahın emriyle olduğundan mahzuru
yoktur.Nitekim Adem (A.S.) a melekler tarafından Allahın emriyle secde edildi.
Sureta gördüler Allah diyeni olmuş fakir,
Sandılar Allah fakirdir kendilerdir ağniya.
Kenz-i la yüfna yi bilmez kandedir illa fakir,
Bahr-ı bipayanı bulmaz etmeyen terk-i siva.
Hazreti Peygamberin saadetli zamanında henüz vergi konmazken önce Resulullah
(S.A.V.) Ebu Bekir-issıddık (R.A.) hi Mekke-i Mükerreme çevresindeki Yahudilerin
Hahamlarına yolladı, teşekkül eden yeni idari işlerin yürütülmesi için katkıda
bulunmalarını istedi.Bunun üzerine Yahudiler,Muhammedin Rabbı fakir,biz zenginiz
diye gürültü ve şamata ettiler.Halbuki kenz-i mahfi olan Zat-ı İlahiyi gerçek
fakirden kimse bilmez.O sonsuz deryayı gayriyyetten geçmeyen, yani ağyarı terk
eylemeyen bulmaz.
Ravza-i hadrayı bilmez Hızr’a yoldaş olmayan,
Ab-ı hayvan-ı bu zulmü görmeyenler sandı ma.
Hızır (A.S.) İskender-i Zülkarneyn ile ab-ı hayatı bulup içtiklerinden dolayı
sürekli hayattadırlar diye kitaplarda yazılıdır.Hızır (A.S.) İdris (A.S.)
devrinde yaşamış ve aynı zamanda onun sufli alemde tasarruf eden “Sahib-i
şimali” idi.Zira İdris (A.S.) Enbiyanın “Gavs” ıdır.Onun “Sahib-i yemini” de
ulvi alemde tasarruf eden İsa (A.S.) dır, hatta göğe kaldırıldığı da bu
sebebdendir.Herbir nebi ölür,fekat bu ikisi, yani Hızır ve İskender (A.S.) lar
kıyamete kadar diridirler.İşte bu ümmetten gelen Gavs’lar (Allahın ileri gelen
velileri) keza İdris (A.S.) mın vekili olduklarından bu sufli alemde tasarruf
ederler.
Musâ (A.S.) mın Hızır (A.S) ile yoldaş olmasına sebep; Bir kere Musânın kavmi :
“Ya Musâ ,bu dünyâda senden daha bilgili başka kimse varmıdır?” diye sorması
idi. Kendisi Ululazim Peygamberlerinden biri ol ması itibariyle cevaben :
“Yoktur” dedi. Bunun üzerine Mısır’ daki Reşid –iskelesinde ( Akdeniz ile
Kızıldenizin birleştikleri yerde ) buluşmaları Cenâb -ı Hak tarafından hazreti
Musâya emrolundu. Hızırla onun yoldaşlık etmeleri anlatıldığı gibi ledün ilminin
tahsili için değildi, çünkü hazreti Mûsâda esasen ledün ilmi mevcuttu. Hızır
(A.S).mın gemiyi delipte içine su dolmadığı hazreti Mûsâya, seni de Cenâb –ı Hak
daha sen beşikte iken bu gemi halkı gibi korudu demekti. Hızırın yolda bir
çocuğu öldürmesiyle ; hazreti Mûsâ : “ Ne için böyle haksız yere bu çoçuğu
öldürdün?” sorması üzerine Hızır: “Bu çocuk ileride büyüdüğü zaman âilesini
küfre teşvik ettirecek idi, bana gayreti İlâhiyye geldi ,anın için öldürdüm”
cevabını verdi.
Cenâb-ı Hak ve Resûllerinin şefkat ve merhametleri ,Melekler ve Velîlerin de
gayretleri gâliptir. Nitekim Hızır’ın çocuğu öldürmesi gayreti İlâhiyyeden
dolayıdır ve Fravunun boğulacağı sırada “ İnnî âmentü bi Rabb-i Musâ “, “
Mûsânın Tanrısına inandım “ diyecekken Cebrâilin onun ağzını çamurla tıkaması ,
ömrü boyunca Allâhlık iddiâsında bulunupta sonunda bu sözleri söylemekle İlâhi
merhamete mazhar olmaması için Cebrailin gayretinin galeyan edip Fravunun ağzını
çamurla kapayarak ona son nefesinde “ inandım” dedirtmemek istemesindendi.
Bil ki seddeyn iki kaş İskender ortasındadır,
Cem’i cem-ül cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüdâ.
Seddeyn Çindedir ,oranın insanları kısa boyludurlar .Onlarda benî âdemdirler.
Bunlara Ye’cüc ve Me’cüc denildiği boylarının cüce olduğundandır. Hurûfîler
indinde “ Seddeyn” iki kaşa derler ve iki kaşın ortasına da “İskender “ denilir.
Bazı kimselerde iki kaş ortası olur.
İkinci beyitte geçen ” Cem “ tevhîdde bekâ makamlarının birincisidir.Bu makâmda
Hak zâhir ,halk bâtındır. Bekâ makâmlarının ikincisi “ Hazret-il cem “ makâmında
ise halk zâhir, Hak bâtındır ki, bu makâm “ Şeriat makâmı “ dır. Her iki tevhid
makâmının toplamı olan “Cem-ül cem “ makâmı bekâ makamlarının üçüncüsüdür.
Kande bulur Hak-kı inkâr eyleyen bu Mısrîyi,
Zâhir olmuşken yüzünde nûr-i Zât-ı Kibriyâ.
Yüzünde Zât-ı Kibriyânın nûru görünürken hazreti Mısrîyı inkâr edenler, nerede
kaldıki Allâhı bulurlar.Bulamazlar, çünkü o bir Kâmildir.Hak-kın kâmili ise
ancak ikrâr ile bulunur.
Vezin
: Mef’ulü mef’âilü mefâ’ilü feûlün.
Bir göz ki onun olmaya ibret nazarında,
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerine
Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden,
Akıt ana sen kurşunu hemen deliğinden.
Sol el ki onun olmaya hayr-ü hasenâtı
Verilmez ona Cennet ilinin derecâtı.
Ayak ki ibâdet yolunu bilmez onu kes,
Öğrensin onu mescid önünde kapıda as.
İbret nedir ? İbret, gözünle görüp bu mahlûkat mevcûdatın Hak-kın ef’âli
olduğuna müşahededir.Ve her şey İlâhi kudret ile meydana geldiğini ve her şeyde
Hak-kın sıfât-ı subûtiyesinin bulunduğunu görmek ve ef’âlin sıfâta mazhar
olduğunu anlamaktır. İşte bu tevhîd-i ef’âl ve tevhîd-i sıfattır.
“Bir dil ki Hak-kın zikri ile olmaya mu’tâd,
Urma sen ol et pâresine dil deyu hiç ad.”
Nefsim deme şol dîve ki ilter seni şerre,
Nefis odur anın fikri vü meyli ola hayre.
Gönül müdür ol kim içi vesvâs ile dolmuş,
Kibr ile hased askeri her yânını almış.
Şol cân ki fekat cismi diri tuta deme cân,
Hayvanda da vardır o damarlarda dolan kan.
Çünkü dil Hak-kı zikretmek içindir. Hak-kı zikretmeyen dile dil denilmez ( o
yalnız bir et parçasıdır.).
“Can ol ki nefaht-ü dedi Kur’ânda ana Hak,
O nefha-i Rahmâniyyedir bu sırr-ı mutlak.”
Can odur ki, Cenab-ı Hak Kur’ânı Keriminde: “ Nefaht-ü “ dedi, yani “Fe izâ
sevveytuhû ve nefaht-ü fîni min rûhî ...”,” Onu tesviye ettiğim vakit ona
rûhumdan nefhettim”. İşte Âdemin yaradılışı tamamlanıp ona ruhdan üflendiğinde
nefhedilen rûh mutlak olan Hak-kın ruhûdur . Bu rûh insana nisbet olunduğu halde
“İzâfî ruh” denir. Çünkü asıl ruh mutlaktır. Meselâ, güneş sabahları doğunca her
pencereden ışığı vurur, şimdi güneşin mukayyet olması lâzım gelmez. Güneş yine
mutlaktır. İşte bunun gibi Hak-kın rûhu da mutlaktır. Bu âlemler işte bu nefha
ile şenlendi.Nefhadan murat Îlâhi hayattır.
“Ol rûh –i izâfiye kim erdi odur insân,
Ol nokta-i kübradır olan sûret-i Rahmân.”
Însanda denür ana dahi hem Âdem-i ma’nâ,
Hem rûh-u musavverdir o hem âkil-ü danâ.
Zirâ ki cihâna neye geldiğini bil
Maksûd olunan matlab-i a’lâsını buldu.
Ol nefha imiş diri tutan cümle cihânı
Ol nefha imiş zîynet eden bâğ-ı cinânı.
Ol nefha ile oldu imâret bu avâlim,
Ol nefha ile oldu kamû yedi ekâlim.
Yukarıdaki beyitte geçen yedi ekâlim
yedi iklim demektir. Yedi iklime ayrı ayrı yedi yıldız nâzırdır, yani bu
iklimlerin tali’lerine bu yedi yıldız nezaret eder.
Bu yıldızlardan biri güneş, diğeri ay, ayrıca beş yıldız da bu yedi iklimin
taliini gösterir. Mesela, Arabistan ikliminin talii güneştir. Anın için halkı
çok yaşar. Ay Frengistan (Avrupa) ikliminin taliidir, halkı çok uzun ömürlü
olmaz. Rum ikliminin (Türkiye ve yakın Şark memleket halkının ) talii zühre
(Venüs) yıldızıdır. Tuna nehrinden ileriye (Asya Hindistan (Pakistan Çinhindi,
Avustralya) talii Zühal (Saturn), Afrika memleketlerinin talii Müşteri
(Jüpiter), sâir Amerika gibi uzak yerlerin Kutup ve Okyanusların talii Merih
(Mars) yıldızıdır. Velhasıl herbir iklimin talii birer yıldızdır.
Ol nefha ile gözü açıklar görür ibret,
Ol nefha ile işidilir ma’nâ-i hikmet.
Ol nefha imiş Âdem’e bil meşreb-i a’lâ,
Ol nefha imiş kâf-ı vücûdundaki Ankâ.
Birinci beyitte “Ol nefha imiş Âdem’e bil meşreb-i a’lâ ” da geçen nefhadan
maksad: Âdemin kalıbı tamamlandığında kendisine İlâhi hayat tecelli olundu. Yani
önce “ Nur-i Muhammedî “ yaratılıp,sonra o nûr hazreti Âdemden tecelli olundu.
Ten Âdemin, ruh Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) nındır. Bu âlemden başka
isimler ve sıfatlar âlemlerine “Meleküt âlemi “ tabir olunur.Ruh süfli olursa
nefs, ruh ulvî olursa işte ona ruh denilir.
Dil anın ile kıldı özün zikrine mu’tâd,
Ol nefha ile dâim eder yâr adını yâd.
El anın ile vermeğe meyl eyledi mâli,
Ayak dahi doğrulttu bu nefha ile yolu.
Nefs anın ile râzıyye-vü marziyye oldu,
Emmâreliğin terk edüben tezkiyye buldu.
Rûh anın ile etti semâvâta urûcu,
Kıldı melekûta dahî anınla vulûcu.
Ulvî olup ıtlâka eriştirdi sülûku,
Mülki şu ki terk ede bulur şâh -ı mülûku.
İniş dahi yokuş bir olur cümle yanında,
Cismindeki can gibi bulur dostu canında.
Gider ikilik birlik olup her şey olur Hak,
Çün gide bulut âleme gün doğa muhakkak.
Ol nafha ki Âdem demidir Âdemi iste ,
Ol demde Niyâzi erilür menzil-i dosta.
_________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Habs için geldi, gelüp ıtlak için ferman bana,
Evvelki kahr , âhiri ihsân eder Sultan bana.
Erbâin’im çün tamâm oldu dahi on gün geçer,
Hatm olur menzil merâtib can olur canân bana.
Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ üçyüzellidir bilin,
Doğdu gün mağribden açtı zulmet-i Sübhân bana.
Hazreti Mısrî ile hazreti Hüdâyî (K.S.E) ayni devirde, yani İkinci Sultan Ahmet
zamanında yaşamışlardı.Her ikisi de İstanbul'da Üsküdar'da şimdi Hüdâyî dergâhı
bulunan mahalle Mısrî efendinin evi yakın ve birbirlerine komşu idiler.Mısrî
efendi İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyn efendilerimiz hazretlerinin Nübüvvetlerine
dâir bir risâle yazmıştı.Bu risâle hakkında Hüdâyi efendi ; Fahrı âlem (S.A.V )
hâtemül Enbiyâdır, andan sonra nübüvvet yoktur diyerek gadap etti. Halbuki
burada Hazreti Resûlün nübüvveti teşriiyenin hâtemi olduğunu anlamadı ve hazreti
Mısrîyi İkinci Sultan Ahmed’e şikayet etti. Padişâh da Mısrî efendinin evinde
habsi için 3-4 tezkere gönderdi, hatta bunlardan birini fakirda gördüm.İşte bu
sebepten Mısrî efendi 50 günlük hapisliği kabul etti ve sonra serbest bırakıldı.
Geldi Hak, bâtıl firar etti dolaştı mağribe ,
Zâhir oldu gizli sırlar verdi Hak bürhan bana.
Ol dem İsmâil gibi teslim-i Hak etti hemin,
İkiyüz bin dahi yetmişbeşte bir kurban bana.
Anladım zebh -i azîme bir işârettir bu koç,
Hem beşârettir gele Yahyâ ile mihmân bana.
Halkı âlem dediler İsâ’ya Mısrî bir zaman,
Dahî bundan özge mâ evhâ dedi Kur’an bana.
Mağrib mahalli gaybtır.
1275 tarihinde bir Kâmil insan zuhur edip, anın mensuplarının İmâm-ı Mehdi ye
kadar yetişeceğine bir işârettir.
“ Halk-ı âlem dediler İsâ’ya Mısrî bir zaman” .
Mısrî efendiye zamanında İsâ meşrebinde bir adam demelerinin sebebi,İsâ gibi
kendisine de İlâhi vahî gelir demelerindendi.
____________
Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün
Ey derde dermân isteyen Yetmezmi derd derman sana,
Ey râhat-ı cân isteyen Kurbân olandır cân sana.
Yağma edersin varlığın Gider gönlünden darlığın,
Mahveyle sen ağyarlığın Yâr oliser mihman sana.
Sermâye bu yolda heman Teslim olur buna inan,
Sıdk ile Allâha dayan Etmezmi gör ihsân sana.
“ Ey aşkının derdine tutulmuş derman isteyen”
Derdinin dermânı senin aşkındır, zirâ maksada seni o ulaştırır, esasen maksat da
budur, çünkü aşk, insanın vücûdunun bütün organlarıyla, hatta herbir zerresiyle
sevgilisine teveccüh etmek manâsınadır. İşte maksad da budur.
“ Ey cânının rahatını isteyen , cânındır kurban sana.”
Onu, yani canını feda et. Senin huzursuzluğun vâriyetindir.Variyet dahi candan
gelir,cânını kurban edince rahat olursun.
“Yağma edersin varlığın Gider gönülden darlığın “
Varlığın yağma edersen , yani vâriyet Hakkın olduğuna ve senin olmadığına vâkıf
olursan ve ağyarlığını yok edersen huzursuzluğun gönülden gider, rahata erersin.
O zaman kiseye dargın olmazsın ve hakiki Yâr sana dâima yol gösterir.İşte bu
gerçek Dost’a teslim ol ve bu yolda sermâyen bu olduğuna inan. Allâha sıdk ile
(doğrulukla) sarıl, o zaman elbette sana pek çok şeyler ihsân olunur.
Tevhide tapşur özünü Kimseye açma râzını,
Şeyh izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.
Eyün kişi yol alamaz Maksûdunu tiz bulamaz,
Bekle maârif kapusun Yüz göstere irfân sana.
Dünyâ ile ukbâyı ko Ûlâ ile uhrâyı ko,
Var ol kuru sevdâyı ko Matleb yeter Sübhân sana.
“Tevhîde tapşur özünü “ demek, rûhunu tevhîde uydur demektir. Tevhîdin manâsını
daha küçük bir çocuk iken ilm-i hal kitaplarında okursun. Hakk’ın sıfâtı
selbiyesi altıdır.
Birincisi : Vücûd. Yani vücûd -u Hak. Bu âlemi vücûdda Hakkın vücûdundan başka
vücûd yoktur.
İkincisi : Kıdem. Yani evveli yoktur.
Üçüncüsü : Bekâ. Yani âhiri yoktur.
Dördüncüsü : Muhâlifetilhavâdis. Yani yaratıklardan hiç birine benzemez.
Beşincisi : Kıyâm binefsihi. Yani Allâh binefsihi kâimdir.
Altıncısı : Vahdâniyet. Yani Allâhın ef’âlinde, sıfâtında ve zâtında eşi ve
benzeri yoktur demektir
Şimdi sen elinle iş işlersin, gözün ile görür ve kulağın ile işitirsin ve
ağzındaki dilin ile söylersin. Bu ef’al ,yani işler ve sıfatlar kimindir? Fâil
ve mevsuf Hak değilmidir? Bu vücûd kimin zâtıdır? Hakk-ın zâtıdır, bizim
zuhûrumuzda gizlenmiştir. İşte bütün bunları henüz küçük bir çocuk iken
öğreniyoruz.
“ Kimseye açma râzını “, yani kimseye sırlarını söyleme, zirâ cahiller çoktur,
bu gerçekleri anlayamazlar veya anlamak onların işlerine gelmez.
“ Şeyh izine tut yüzünü “ yani Şeyhin sana delil kâfidir.
“ Eyün kişi yol alamaz Maksûdunu tiz bulamaz “
Büyük kişiler yol alamazlar, Çünkü oraya buraya kolayca sokulamazlar ve
isteklerini çabuk elde edemezler.zirâ kibirleri buna engeldir.
“ Bekle maârif kapısın Yüz göstere irfân sana “ Maârif kapısını bekle, Mürşid
sana irfân gösterir.
“ Dünya ile ukbâyı ko Ulâ ile uhrâyı ko “
Dünya ile ukbâyı, ulâ ile uhrâyı ve var ise kuru sevdâyı terk et. Sübhân , yani
Cenâb-ı Hak sana matlup kâfidir. Çünkü dünyâ için ibâdet eden riyâ ehlidir. Bu
adam namaz kılar ve oruç tutar ve şöyle yapar, böyle yapar denilerek herkesden
bir itibar ve hüsnü zan görmek için yapılırsa bu riyâdır. Âhiret için olursa
nefsini cehennem azâbından kurtarmak ve cennette makâm bulmak için olursa,
bunlarda kendi nefsin için olduğundan her ikisi de malül yani sakat
ibâdetlerdir. Yapılan ibâdetler Allâhın rızâsı için olmalıdır.
İbâdet edenler üç mezhep üzerindedir: Bunlardan birincisi “Avam”, ikincisi
“Ebrâr “, üçüncüsüde “Mukarrabîn” dir.
İbâdetin ednâsı : “ Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” , yani “Yâ Rab, kuvvet ve
kudretim yoktur,senin kuvvet ve kudretinle namazı kıldım” demek, işte bu
ibâdetin ednâ olanıdır. İbâdetin alâsı âbid; mabûd, ibâdet sensin demektir.
Candan talep kıl yârini
Ver canı bul didârını
Yok eyle kendi vârını
Kim var ola cânan sana.
Çürüklerin hep sağ olur
Zehrin kamû bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur
Cümle cihân bostân sana
Güçtür katî Hak-kın yolu
Dergâhı hem gâyet ulu,
Sıdk ile olmazsan kulu
İtmez yolu asân sana.
Kulluğa bel bağlar isen
Şâm-ü seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen
Tiz bulunur ummân sana.
Bülbül oluben öte gör
Gül gibi açıl tüte gör,
Aşk ödüne can ata gör
Gülzâr olur nirân sana.
Yüzün Niyâzi eyle Hâk
Derd ile bağrın eyle çâk,
Kalbin saryâyın eyle pâk
Şâyet gele Sultân sana.
Candan yârini talep et, ver cânını bul didârını. Kendi vâriyetini yok et ki,
sana canân var olsun. O vakit çürük ve zehir gibi olan itikadların sağlam ve bal
gibi tatlı olurlar. Dağlar yemişli birer bağ ve cümle cihân sana bostân olur ve
sen de zengin olursun.
“ Güçtür katî Hak ‘kın yolu Dergâhı hem gâyet ulu”
Çünkü yolcu olan kimse delili bulamazsa, Hak’ka nasıl ulaşır? Bulamazsa
ulaşamaz. Delillik davâsında bulunanlar pek çoktur, ancak yolu bilen delil güç
bulunur. Yoksa Hak’kın yolu pek kolaydır, yeter ki gerçek Kâmil insanı sen
bulasın .
“ Sıdk ile olmazsan kulu Etmez yolu asân sana”
Sıdk ile kul , yani zelil olmazsan, Cenâb -ı Hak kendisine ulaştıran yolu sana
kolay buldurmaz.
“ Bülbül oluben öte gör Gül gibi açıl tüte gör”
Bülbül gibi dâim figânda ol ve gül gibi açılıp zelil ol. Ve aşk ateşine cânını
at, işte o zaman herbir mihnet ve meşakkat sana rahatlık olur.
“Yüzün Niyâzi eyle hâk Kalbin sarâyın eyle pak”
Ey Niyâzî yüzünü sen toprak et ve derdinle de yakan çâk et. Kalbin evini de sen
pâk et. İşte böyle yaparsan, ancak o zaman Sultan gelir, yani o kalbin asıl
sâhibi olan Allâh gelir,gönlüne yerleşir.
____________
Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün__________
Ey çarh- ı dûn
nittim sana hiç vermedin râhat bana,
Güldürmedin önden sona ah mihnetâ vah mihneta
Bendinden âzad etmedin, feryâdıma dâd etmedin.
Bir dem beni şâd etmedin ah veyletâ vah veyletâ.
Burada çarhtan murad bahttır, yani ey baht-ı dûnum, bana hiç rahat vermedin,beni
hiç güldürmedin sıkıntıdayım vâh, vâh. Beni benden ayırmadın, benim feryâdıma
erişmedin, beni hiç sevindirmedin vâh, vâh.
“ Erişmedi dosta elim Rahmâna varmadı yolum “
“ Çıkmadı başa menzilim ah gurbetâ vah gurbetâ ”.
Dosta elim erişmedi, Rahmâna yolum varmadı,menzilim başa çıkmadı ah gurbet, ah
gurbet, yani dünya da bile kalınacak bir yeri yok. Çünkü insân ruhlar âleminden
“ Lakad halaknel insân-e fî ahsen-i takvîm sümme redednâ-hü esfel-e sâfilîn “
fehvâsınca güzel bir biçimde yaratılıp esfeli sâfilîn olan şahâdet âlemine, bu
görünen âleme gönderildi. O bu âlemde gurbettedir. Eğer o insân rûh yoluyla
aslına yükselemezse, yani ef’âlini, sıfâtını ve zâtını Hakta yok edip te
yükselmeyi başaramazsa, hayvan ve madenden bile aşağı kalır. Çünkü insânın yeri
o takdirde bunlardan daha aşağı olur.
Kârım dürür derd ile gam gitmez başımdan hiç elem,
Gülden cüdâ bir bülbülüm ah firkatâ vah firkatâ .
Mecnûn veş âh edeyim Ferhâd veş vâh edeyim,
Bu virdi her-gâh edeyim ah hasretâ vah hasretâ.
İkinci beyitte gülden murad edilen rûhlar âlemidir. Demek istenir ki bu rûhlar
âleminde uzak düşmüş bir bülbülüm. Mısrî efendi şeyhi Sinân Ümmî Mehmet
efendinin emriyle hakîkat ilimlerini tahsil için Mısır’a gitmiş idi. Orada
tahsilde iken Şeyhi vefat ettiğinden seyri sülûk gösteremedi. İşte beyitler bunu
terennüm eder.
“ Var mazsa yolum Şeyhime, sarmazsa merhem yâreme,
Olmazsa çâre derdime ah hayretâ vah hayretâ”.
Eğer benim yolum Şeyhimin yoluna varmazsa ve Şeyhim yarama merhem sarmazsa
veyahut derdime bir çâre olmazsa vah hayretâ, vah hayretâ demiştir.
Niyâzî Mısri Üsküdarda oturdukları sırada kendisine manâ âleminden bizzat
Resûlüllah (S.A.V) seyr-i sülûk ettirdi. Bazen İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyin
efendilerimiz dahi gelip tevhid makâmlarını gösterirler idi. Bir sâlik sıdkiyle
sülûk ederse, cem-ül- cemde Resûlüllah efendimiz ana gelir. Bilhassa “ Ahadiyet
makâmı “ nı bizzat Resûlüllah efendimiz telkin ederler. Zirâ bu makâmın sâhibi
ancak odur,başka kimse telkin edemez. İşte bir kimsenin meyl ve muhabbeti olduğu
vakit son nefeste olsun ana sülûk gösterilir, anı Cenâb-ı Hak kabul eder ve
sâlik ise makâm gösterilir.Bir sâlik tevhîd makâmlarından ilki olan “ Tevhid-i
Ef’al “ görüp de Şeyhi vefat etse , gerek bu âlemde ve gerek âhiret âleminde,
yani kabirde, haşirde neşirde ana tekmil-i makâmat ettirilir.Bunu ya Şeyhi veyâ
diğer Veliler yaparlar. Hazret-i İbrahim (A.S) tevhîdin babası olması itibariyle
bu gibi sâliklere en önce kendisi makâmları gösterir, sonra diğer Velileri tayin
edip o sâlikin makâmını tamamlatır.
Yanar Niyâzî derd ile hiç kimse yok hâlin bile,
Nâlân olup girdi yola âh rihletâ vâh rihletâ.
_______________
Vezin : Mefâilün mefâîlün
mefâîlün mefâîlün
Uyan gafletten ey gâfil seni aldatmasın dünyâ,
Yakanı al elinden kim seni sonra kılar rüsvâ.
Ne sandın sen bu gaddârı ki tâ böyle anı sevdin,
Anı her kim ki sevdiyse dinini eylediği yağmâ.
Cenâb-ı Hak gâfiller hakkında Kur’an-ı aziymüşşânında buyurur:
“ Velekad zere’nâ li-cehenneme kesîren minel cinni vel insi...” (Araf suresi ,
âyet 179 ). “ Biz cehennem için insan ve cinlerden pek çok kimseleri yarattık.
Anların gözleri var görürler, lâkin taş ve ağaç görürler, fekat gerçekleri
göremezler. Anların kulakları vardır, bu insan sesi, şu hayvan sesi diye
işitirler, velâkin ses kimindir, çağıran kimdir bilmezler. Anların kalbleri
vardır, velâkin Hakkı idrâk etmezler. İşte bunlar hayvan gibidirler, belki
hayvandan da daha aşağıdırlar”. Hayvan hiç değilse kendisine zararlı veya
faydalı olan şeyleri bilmeğe yaradılıştan itibaren istidatlıdırlar, bu gibi
insanlar ise bu ilk bilgilerini de kaybetmişlerdir. Çünkü her bir çocukta fıtrat
ilmi vardır âkil baliğ oldukça gaip olur. İşte gafiller hakkında Cenâb-ı Hak
Kur’ân-ı Azimüşşan’da böyle buyurdu.
“Uyan gafletten ey gâfil seni aldatmasın dünyâ”
Ey gâfil uyan, seni aldatmasın dünyâ. Şimdi dünya nedir, malmıdır? Elbisemidir?
Konakmıdır? Hayır. Çok karun gibi zenginler var, halbuki dünyâ ehli değillerdir.
Çok yoksul kalmış insan var, hatta kapı kapı dolaşıp avuç açar,dünyâ ehlidirler.
Dünyâ insanı Hak’dan iğfal eden, Hak’dan gâfil kılan şeydir. Ne olursa olsun
Hak’dan gâflet veren herşey dünyâdır. İşte ey gâfil uyan, zirâ dünyâ aldatırsa,
âhirette, Allâhın huzurunda da seni rezil eder.
“ Adâvet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşmân,
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ.”
Bir mü’minin diğer bir mü’min kardeşine düşmanlık etmesi câiz olmaz. Cenâb-ı Hak
Kur’ânı aziymüşşânında bu gibilere lânet etmiştir. Kâfirin de zâtına düşmanlık
olmaz, zirâ sûret-i insâniyededir, ondan sâdır olan habis olan fiillerine adâvet
olunur. Velhasıl hiç kimseye düşmanlık besleme, sana nefsin düşman yeter ve o
nefis ömrün sona erinceye kadar senden ayrılmaz, seninle beraberdir.
Evliyâdan biri rüyâsında kendisini Medine-i Münevverede İbni Abbas kubbesi
altında oturur görür. Mübâşir kılıklı biri gelir. “ Seni beldenin hâkimi istiyor
“ der. Bu zat :” Benim beldenin hâkimi ile işim yoktur.” diyerek geleni yanından
kovar. Sonradan düşünür, bu beldenin hâkimi Resûlüllah efendimizdir, hemen
kalkıp Harem-i şerifte Şebeke-i Resûle gider.Orada zayıf bir adam oturur görür.
Şebeke-i Resûlden nidâ gelir : “ Senin hakkında davâcı var.” Bu defa zayıf adama
: “Nedir davân söyle” buyururlar. “ Efendim, bu zat beni doyurmaz, su vermez
beni aç bırakıyor, beni öldürecek “ deyince o zat bu zayıf adamın kendi nefsi
olduğunu anladı.”Ya Resûlallah , sen buyurdun size nefsiniz yeteri kadar
düşmandır,ondan korunun, eğer ben bunu aşırı derecede beslersem, sonra bana
uymaz,beni tehlikeye kor”. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu: “ Aferin benim
hadisimle âmil olmuşsun “. Bu defa nefis : “Yâ Resûlüllah buyurdun nefis sizin
binek atınızdır, ona iyi bakın ,bu zat beni öldürecek”. Bunun üzerine
Resûlüllah efendimiz : “Haydi o bilir seni öldürmiyecek
kadar bakar “ buyurdular.
“ İşittin Hak Resûlünden nice âyât-ü ahbârı,
Veli nîdem ki kâr etmez bu öğütler sana aslâ.”
Ayât, Kur’ânı azîymüşşânın âyetleri, ahbâr ise Hazret-i Peygamber Efendimizin
hadisleridir. Sahâbeler Kur’ânın anlayamadıkları âyetlerini Hazret-i Resûlüllaha
sorarlar, kendileri de bunları hadislerle açıklardı.
“Bu zâhir gözünü örtüp bana tut cân ile gönlün,
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i manâ”.
Zâhir gözünü ört, bu sûretlere bakma, gönlünü bana çevir, o zaman her sözün
içinde nice bintürlü manâ cevherlerinin olduğunu duyarsın.
“Kelâm-ı Mustafâ zevkin dimâğında bulan gör kim”
Muadil olmaz ol zevke hezâran men ile selvâ.
Hazret-i Peygamberin sözlerinin tadını dimâğında tut, zirâ ol zevke bin
bıldırcın kebâbiyle helva muâdil olamaz, çünkü onun sözleri rûhun gıdasıdır,
diğerleri ise nefsin gıdasıdır, rûhun gıdasına bedel olabilir mi, elbette
olamaz.
“Kemâl-i devlet istersen oku ayât-ı Kur’ânı
Ki her harfin içinde var Niyâzî bin dürr-i yektâ”
Eğer kemâl-i devlet istersen Kur’ânın âyetlerini oku, her ne kadar Allâhın
âyetleri Arabça ise de derin manâsını esasen Arab da anlamaz, yalnız sözlerini
anlar. Kur’ân bize mürşiddir. Zât, Mürşid-i Hak’tır. Nebî ve Velîler Allâhın
tercümânıdırlar. Cenâb-ı Hak kullarını bunların vasıtasıyla irşâd eder.
____________
Hatm-i cem-il Mürselinin fahrıdır fahr-ü fenâ,
Hatm odur kim bir ola yanında hem şâh-ü gedâ.
Devlet-i dünyâ seni bir rütbeye muhtac eder,
Devlet oldur sana her bir rütbeden vere gınâ.
Dersin aklından alursun bil sana olmaz delil,
Dersini var Hak’dan al kim ilmin ola rehnümâ.
Bütün Mürselînin sonuncusunun fahri “ Elfakrü fahri” fehvâsınca fakrû fenâdır.
Fenâ, fakrın atf-ı tefsiridir, yani fakr bir insanın ef’âlini Hak-kın efâlinde,
sıfâtını Hak-kın sıfâtında, vücûdunu Hak-kın zâtında fenâ etmektir, yani fâil,
mevsuf ve mevcûd Hak-tır. Fiil, sıfat vücûd, benimdir diyen şirk ehlidir.
Meselâ, şu kitabı buradan kaldırıp şuraya koydun, bu fiili kim işledi dersen,
şirk ehli, ben işledim, ben gördüm, ben işitirim ve söylerim ve bu vücûd
benimdir derse, o zaman bu işlerin yaratıcısı da sen oluyorsun demektir. Hayır
Hâlik Allahtır. İşte cevap veremez. Görülüyor ki seni ve senin yaptığın her şeyi
yaradan Allahtan başkası değildir, o halde nasıl ben yaptım, ben ettim, ben
iştirim dersin?
Hatm ikidir: Biri “Hatm-i Velâyet-i Muhammediyye”, ikincisi “Hatm-i Velâyet-i
Amme” dir. Bunlardan “Velâyet-i Muhammediyye” makâmı Allâhın en seçkin bir
insanı olan “Gavs”ın makâmıdır. “ Velâyet-i Amme “ ise insanları irşâda memur
edilen Velîlerin reislerinin makâmıdır. Çünkü Velâyetin çok mertebeleri vardır.
Bu sebepten Velîlerin herbiri aynı mertebede değildir, ayrı ayrı mertebelerin
sâhipleridir. Dünyâda insanlara bahşedilen devlet ve dünyâ mertebeleri de birer
ilâhî ihsandır. Her mertebeden gınâ veren devlet Gavsın rütbesidir. Hatta “
Errahmân-ı alel arş-İstivâ “ âyetinin tefsirinde Rahmandan murad (Gavs) tır
denilmiştir. Dünyâ ve âhiret, arş ve kürsi (Gavs) ın elinde bir hardal dânesi
kadardır, tasarruf eden odur. Şimdi onun bu devleti bir Hükümdârın devleti gibi
olur mu , hiç şüphesiz olmaz. Gerek Velî olsun, gerek Hükümdâr olsun hepsi
Cenab-ı Hak-kın mazharlarıdırlar, bir Velî Padişâha gitse ana itibar eder.
Dersini aklından alırsan, akıl seni tehlikeye atar. Akıl insana delil olamaz,
Dersini Allâh’tan al ki , o zaman ilmin sana delil olsun.
Belki Mûsâ’yı telemmüz eylese etmez kabûl,
Hızr ile hem-râh olan kes eylemez çün-ü çerâ
Hazreti Musâ’nın kalbinde çözemediği üç müşkülü vardı ki, halli kerâmet-i
kevniyyeye muhtaç idi. Bunun için Cenâb-ı Hak Musâ’ya hitaben:
“Mecmail-Bahreynde benim Velî bir kulum vardır, kalbindeki müşkülleri o hal
edecektir, oraya git, onunla buluş” diye emir verdi. Hazreti Mûsâ ile Hızır
(A.S.) orada buluştular, birlikte bir gemiye bindiler. Bir müddet sonra Hızır
(A.S.) gemiyi deldi. Bunun üzerine Hazreti Mûsâ (A.S.) gemiyi niçin deldin, gemi
içinde bu kadar insan var; boğulacaklar. Çünkü Nebî şefkatli olur. Gemiden
dışarıya çıktılar, bu defa oyun oynamakta olan çocuklardan birinin Hızır (A.S.)
tutup başını kopardı ve kürek kemiğini Hazreti Mûsâ’nın eline verdi. Hazreti
Musâ bakıp gördü ki, çocuk büyüdüğünde anasını ve babasını küfrettirecek. Sonra
bir beldeye geldiler, orada kendilerine ahaliden hiç kimse hüsnü kabul
göstermedikleri halde eğilmiş, yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır (A.S.) tutup
düzeltti. Bütün bunlar ne demek oluyordu? diye Hazreti Musâ sorunca, cevaben
Hızır:
“Yâ Musâ, hani sen doğduğun sıralarda Firavun, yeni doğan bütün erkek çocukların
öldürülmesi için emir vermişti. Bunu bilen anan seni, oğlumun öldürülmesi
gözlerimin önünde olmasın diyerek seni beşiğin içine koyup Nil nehrine bıraktı.
Allâh seni nehirde boğulmaktan korudu. Firavunun sarayına alındın, büyütüldün.
İşte gemiyi delmem de böyle oldu. Gemi sağlam kalsaydı, Firavunun adamları gelip
gemiyi ganîmet olarak alacaklardı, halbuki gemi senin korunduğun gibi, sen de
vaktiyle Peygamberliğinden önce Firavunun bir hizmetkârı ile kavga eden ve sana
sığınan adamı sen tutup öldürdün, zirâ o adam sağ kalsaydı, Beni İsrâilin bir
çoğunun kanını akıtacaktı. Benim öldürdüğüm çocuk da âilesini büyüyünce küfre
dâvet edecekti. Üçüncüsünün cevabını istersen, hani sen vaktiyle Şuayp (A.S.)
mın kızlarına su almak için kuyunun ağzındaki ağır taşı parasız olarak
kaldırdığın gibi. Bize hüsnü kabul göstermeyen belde halkının duvarını da
parasız olarak doğrulttuğum gibidir, çünkü bu duvarın içinde evvelce saklanmış
bir hazine vardı ve sâhibi ise henüz küçük bir yetim idi. Şâyet ben o duvarı
doğrultmamış olsaydım, duvar yıkılacak ve hazineyi de başkaları alacaktı”
demiştir.
Bütün bu açıklamaları dinleyen Hazreti Musâ:
“Senin gidişin başka, benim gidişim başka” diyerek Hızır (A.S.) dan ayrıldı.
Çünkü evvelce de beyân ettiğimiz gibi Nebîler şefkât ve merhamet-i İlâhiyye ile,
Velî ve Melekler ise gayret-i İlâhiyye ile zâhir olurlar.
Lût (A.S.) , kavmini mahvetmek üzere Allâh tarafından gönderilen Cebrâil ile
Mikâil’i karşısında görünce şefkatinden ağladı, çünkü mahvolacak kendi ümmeti
idi. Peygamberler mucize göstermek üzere emir olundukları zaman ellerini vurup,
eyvâh şâyet ümmetim göstereceğim bu mûcizeye inanmazlarsa halleri nice olur?
Sonunda kendilerine İlâhî gazap tecellî edecek ve mahvolacaklar diyerek mucize
göstermekten kaçınırlardı, zirâ onların merhametleri çok fazladır.
İzzet istersen yürü var bekle zillet kapısın,
Teş-i a’dâ ile kayna olunca kimya.
Kâb-e Kavseyni ev-ednâ da ikâmet eyleme,
Zât-ı baht nûruna yan, bul makâm-ı mütehâ.
Mısrîye hatm-il makâmat oldu her şey ferâğ,
Zâhir-ü bâtında kalmadı ebed illâ Hüdâ.
Düşmanlar yanar yanar nihayet kimya olur, yani tevhide gelerek dost olurlar. Sen
de kayna, eri kimyâ ol.
Burada “Kaabe Kavseyn” den murad edilen Tevhidin “ Cem-ül-cem makâmıdır. Bu
makamda çok kalma ,En son makâm olan “ Ahadiyyet “makâmına ise Hazret-i
Resûlüllah (S.A.V) efendimiz ma’nen telkin buyurursa geçilebilinir. Bu sebeple
Beyâzıd-ı Bistâmî Hazretleri de bir defasında : “ Ben bir deryâya daldım ,Enbiyâ
kenarında kaldılar “ buyurduğu deryâ işte bu “ Ahadiyyet Deryâsı “ dır.Bu
Ümmetin Velileri de Beni İsrâilin Nebileri gibidir, çünkü beni İsrâil
Nebîlerinin ve sâir Nebîlerin makâmları tevhidin “Cem-ül cem “ makâmıdır.
___________
Vezin : Fâilâtün Fâilâtün fâilâtün fâilün
Bahr içinde katreyim bahr oldu hayrân bana,
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyrân bana.
Dost göründü çün iyân kalmadı bir şey nihân,
Tûfân olursa cihân bir katre tufân bana.
Sûrette nem var benim sîyrettedir ma’denim,
Kopsa kıyâmet bugün gelmez perişân bana.
Kâf-ı dil Ankâsıyım sırrın âşinâsıyım,
Endişeler hâsıyım ad oldu insân bana.
Niyâzî’nin dilinden Yûnus’dürür söyleyen,
Herkese çün can gerek Yûnus’dürür cân bana.
“ Sîrettedir ma’denîm “ demek, her şey o madenden zuhurâ gelir demektir.
Şiirdeki bu beyti Niyâzinin dilinden Yûnus (A.S). söylemiştir.Zirâ Yunus (A.S)
mın Hazreti Resûlûllah (S.A.V). gibi mirâcı vardır. Hazret-i Yunus balık
karnında mirâc etti, Hazret-i Resûl de (S.A.V) bilinen şekilde mirâcını yaptı,
ikiside birdir ve hatta Hazret-i Resûl (S.A.V) : “ Benim mirâcımı Hazret-i
Yunusun mirâcı üzerine tafdıl etmeyin, yani üstün tutmayın”buyurdu.İşte Hazret-i
Yunus mirâcında Hak ile Hak olduğu cihetle bu bahrı Niyâzî efendinin lisânından
söyledi demektir.
_____________
Vezin : Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün.
Uyan gözün aç durma yalvar güzel Allâha,
Yolundan izin ayırma yalvar güzel Allâha.
Her geceyi kâim ol her gündüzün sâim ol,
Hem zikr ile dâim ol yalvar güzel Allâha.
Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez,
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allâha.
Sağlığı ganîmet bil her saatı ni’met bil,
Gizlice ibâdet kıl yalvar güzel Allâha.
Ömrünü hiçe satma kendini yakma,
Her şâm-ü seher yatma yalvar güzel Allâha.
Hey nice yatursun dûr olma bu safâdan dûr,
Bahr-i keremi boldur yalvar güzel Allâha.
Her vakt-i seherde bin lûtfu gelür Allâhın,
Ol vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allâha.
Allâhın adın yâd et can ile dili şâd et,
Bülbül gibi feryâd et yalvar güzel Allâha.
Gel imdi Niyâzi’yle Allâha niyaz et,
Hâcâtı dırâz eyle yalvar güzel Allâha.
Zâhir üzere takrir edilmiştir. (Hacı Maksut efendi).
___________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün.
Gönül
tesbih çek seccâdeden hiç ayağın ayırma,
Namaz ehlinden özünle sakın sen durma oturma.
İbâdet ehli ol hem özünü kaldırma topraktan,
Vuzu’dan el yuyup râhat edüp şol nefsi yaturma.
Yüzün yerlere sür gel bu riyânın mescid içinde,
Otur minber gibi dâim kafeste kuş gibi durma.
Müezzin nâlesin dinle dağılsın dilde teşvişin,
Sakın terk eyleyip tamû kapısın sana açtırma.
Cemâatla namaz terk edeni almış kedûretler,
Anın terkiyle lûtf et bir kedûret hem artırma.
“Cemâatle namaz kılmayı terk edip kederlenme”. Zirâ cemâati terk etmek kendine
kederdir. Nerede olursa olsun, yani cemâatle namaz kılmak camide olsun,evinde
olsun dâima mümkündür.Evinde çoluk çocuğuna imam olup namaz kıldırmalısın.
Camide cemâat olarak hazır bulunmakla, evinde çoluk çocuğuna imam olmak ikiside
birdir, fazilet yönünden arada hiçbir fark yoktur.
Hatibin sanma kim mülhid anın fi’line uy dâim,
İmamdan gayriye aslâ sakın özünü tapşurma.
Sen imamın fiiline aldanma, yani onu mülhid sanma, isterse imam mülhid olsun
(Haktan sapmış, bâtıl bir mezhebe sâlik olan, haricî, rafızî). Hazreti Resûl
buyurmuştur : “ Bir cenâzenin namazında üç saf cemâat bulunursa, şâyet o cenâze
sâlih bir kimsenin ise, daha on kat salâh (Ahlak güzelliği ) verilir, eğer fâsık
ise o cemâatın hürmetine Cenâb-ı Hak onu affeder “. Kezâ Hazreti Resûl
buyurmuştur : “ İmama uyun ,ister sâlih olsun ister fâsık olsun .Eğer imam sâlih
bir kimse ise sevâbı artar,eğer fâsık ise,o cemâat hürmetine Cenab-ı hak anı
sâlih eyler ve affeder”.
“İmamdan gayriye özünü tapşırma” demek , Ulülemir’den başkasına uyma demektir.
Zirâ kişinin canı ,ırzı,malı Ulülemir’in muhafazası altındadır.
Niyâzi tâati terk eylemek bil kim füzulluktur, Kerem kıl terk-i tâatle bu halkı
başa üşürme.
___________
Vezin : Mefâilün feûlün mefâilün feûlün
Dime kim Hak-kı sende mevcûd ola ya bende,
Ne sendedir ne bende sığmaz ol bir mekânda.
Bu bahrı nakletmezden önce bir hikaye söyliyelim ki,iyi anlaşısın: Şeyhül Ekber
(R.A). hazretleri “ Tecelliyât “ adlı eserinde buyururlarki ”Zinnûn-u Mısrî “
ile berzah âleminde buluştum. Çünkü Zinnûn Üçyüz ricâlindendir. Hazreti Şeyh ise
Altıyüz ricâlindendir. Ehlullâh bu unsurî vücûddan münselih ( görünen bu
vücûddan soyunarak ) olarak berzah âleminde dilediği ile görüşürdü. İşte hazreti
Şeyh berzah âleminde “Zinnûn-i Mısrî “ ile görüştü, buyurduki ; “ yâ Zinnûn, yâ
ahî, sen kitâb-ı Risâlet”in başında demişsin : “ Mâ hatara fî bâlike vallâh-ı
bi-hilâf-ı zâlike “ , “ Hak , hatıra ne türlü düşünce gelirse, anın hilâfıdır,
yani anın gayrıdır Halbuki “yâ Zinûn,o hatıra gelenler Hak-kın
gayrımıdır,Hak-tan başka bir şey varmıdır? Anın,yani hatıra gelen şeylerin
müstakil vücûdları varmıdır, yoktur” demiştir. Bunun üzerine Zinnûn-i Mısrî :
“Ben şimdiye kadar bu tevhid meselesine vâkıf değildim, şimdi anladım” dedi.
İşte bu bahrın açıklamasıda buna benzer.Hak sendedir,ya bendedir.Ne sendedir, ne
bende , sığmaz ol bir mekândadır.
“Mekânı bi-mekândır nişânı bi-nişândır,
Zuhûr eden yine ol mekânda ol zamanda”.
Nişânı nişânsızdır mekânda ve zamanda, canda ve tende. Sende ve bende zuhûr eden
oldur, yani hep O dur.
“Hem cân ve hem ten oldur hem sen ve hem ben oldur,
Cümle görünen oldur uzakta ve yakında.”
Uzakta ve yakında görünen hep oldur.
“Sanır mısın kim oldur istediğin ya budur,
O bu kamû bir Hû dur gidende ve duranda.”
İstediğin oldur, yahut budur. Sanırmısın O bu kamû bir (Hû) dur.
Gidende,oturanda, yani yok olanda ve var olanda hep O dur.Velhâsıl İbn-i Fâriz
hazretlerinin buyurduğu gibi ; “ Rubûbiyetiyle hicab, izzetle zâhir oldu,
mezâhirle (görünenlerle) muhtefî oldu. (gizlendi ).
Hak mutlaktır Mezâhir-i cüz’iyye ile zâhir olan Hak-kın vücûdudur. Hak iyândadır
veya nihândadır, sanma iyândır,hem nihândır. Yani “ Hadid “ suresinin üçüncü
âyeti mucibince bu gerçek öyle özetlenebilir : “ Hüvel evvel-ü vel-âhir-ü
vez-zâhir-ü vel-bâtın-ü ve hüve bikülli şeyin aliymün “, yani “ Evvel O dur,
âhir O dur, zâhir O dur, bâtın O dur ve O her şeyi kemâliyle bilir “.
Niyâzî gözün aç bak her şey olup durur Hak,
Sanma ânı kim ola nihanda ve iyanda.
________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.
Zerreler zâhir mi olurdu afitâbı olmasa,
Katreler kande yağardı hiç sehâbı olmasa.
Bahr-ı zâtın mevcinin hiç haddi vü payânı yok,
Zâhir olmazdı cihân anın habâbı olmasa.
Herkes anlar hem görürdü yüzünü ey dost senin,
Kibriyâ-yı len terâni ‘den nikâbı olmasa.
Kim bilürdü zülfün ile kaşların ma’nâsını,
İki âlem gibi şerh eyler kitâbı olmasa.
Ukalesin kim halledeydi ol kitâbdan zülfünün,
Anın insan denilen âhirki bâbı olmasa.
Haşri inkâr eyleyen mülhidler ilzam mı olur,
Sâl be-sâl evrâk-ı eşcâr inkılâbı olmasa.
Kabri vahdet kûşesi haşri temâşâgâh idi,
Ey Niyâzi kimde kim cehlin azâbı olmasa.
Zerreler zâhir olur muydu, cemâl-i İlâhi olmasaydı.Çünkü bu âlem zerrelerle
doludur derler,velâkin güneş olmasa zerreler zâhir olur mu, yani görülür mü? Tabii
görülmezler. Böylece zerrelerin zuhûru güneşledir. Katrelerin aşağıya yeryüzüne
yağmur olarak inişi bulutladır.Su kabarcıkları su yüzünde görülür.
“ Bahr-ı zâtın mevcinin hiç haddi vü payânı yok “
Eğer zat bahrının su kabarcıkları olmasaydı, onun dalgalarının sonu olmaz ve
böylece cihan da zâhir olmazdı, herkes onu anlar ve yüzünü görürmüydü, çünkü Hak
mutlak olarak görünmez.
Haşri inkâr eyleyen mülhidler ilzam mı olur
Haşir hakkında üç inanış vardır : Biri mühendisler ve tabibler inanışıki, bir
kimse vefat ettimi cesedi dağılır,toprak olur, rûhu haşir olur. Bu inanış
tamamen bâtıldır. Diğer bir inanış da ağacın yaprakları gibi kışın dökülüp yazın
tekrar yeşermesi gibi . Şu halde bu inanıştan biri ayni iâde olur der, diğeride
misli iâde olunur der. Tabii ki ayni iâde olunur. Meselâ, bir kimse vefat eder,
cesedi çürüyüp dağılır, hatta madenlere çevrilir, demire dahi çevrilmiş olsa ,
Cenab-ı Hak anı demirden, kömürden de olsa tekrar eski haline iâde eder,
toplayıp cesedin önceki haline iâde ederek haşir olunması en doğrusudur.
Yukarıdaki hususu müeyyed olmak üzere “ Esrâ sûresi “ ndeki âyeti kerimede
zikrolunduğu gibi misli iâde olunur diye inanış ise, “Ağaçların yaprakları
dökülür, yaz oldumu iâde olunur, velâkin o kışın dökülen yapraklar iâde olunmaz,
anların misilleri iâde olunurlar. Kezâ insan vefat edip cesedi dağılıp çürür,
sonra misli iâde ve haşir olunur, fakat bu hususta en doğru söz ayni iâde olunur
demektir.
“Kabri vahdet kûşesi haşr-i temâşâgâh idi”
Marifetullâha erişen kişinin haşri, tevhid ehli haşri olup bir nevi temâşâ yeri
gibidir ve makâmatladır. O tevhid ehli, “ Cem, Hazretül-cem, Cem-ül-cem,
Ahadiyyet “ makâmlarını temâşâ ederek haşir olur. Eğer bir kimsenin cehaletle
azâbı olmazsa, yani Arif-i billâh olursa, çünkü azâp bütün cehaletten ileri
gelirki , o ise Hak-kı burada iken ârif olmamaktan , yani bilmemekten dolayıdır.
_______________
Vezin
: Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâilün
Ey şeyh-i zen dünyânın gel âline aldanma
Şem’i ruhi nârına pervâne gibi yanma ,
Fânidir anın hüsnü var rengine boyanma,
Ahdine ve vâdine gönül verip aldanma.
Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,
Gerçeklere teslim ol, her sözü yalan sanma.
Bu dünya yedi başlı bin dişli ejderdir,
Her başta bin ağzı var her lokması âdemdir,
Zehridir anın tiryâki, tiryâki anın semdir,
Her şerbeti kim içsen, şerbet değil ol demdir.
Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,
Gerçeklere teslim ol, her sözü yalan sanma.
Mat oldu nice şeyhler bu dünyânın âlinden,
Doymadı biri bunun câhından ve mâlinden,
İbret alabilirsen al mâh ile sâlinden,
Gör nice döner tiz tiz herbirisi hâlinden.
Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,
Gerçeklere teslim ol , her sözü yalan sanma.
Akliyle bunun hergiz bir hilesi bilinmez,
Şeytânı dahî gizli ilm ile o bulunmaz.
Her ne kadar ana sen şetm eylesen alınmaz,
Rıfk ile eder mekri her yakaya çalınmaz.
Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,
Gerçeklere teslim ol , her sözü yalan sanma.
Mısrî sanadır bu söz cehd et alagör ibret,
Fakr ile edip fahri etme ana sen minnet,
Emrâz-ı cehilden sen buldunsa eğer sıhhet,
Tutma sakın aslâ hiçbir kimseye var küdret.
Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,
Gerçeklere teslim ol , her sözü yalan sanma.
Zahir üzere takrir olunmuştur. (Hacı Maksud efendi ).
_____________
Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Gele Deccâl gele gele gör kim bugün neler ola,
Cümleten il sana güle gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Devrin tamâm oldu senin zevkin harâm oldu senin,
Yoldaşın lâm oldu senin gele Deccâl gele gel
Gör kim senin hâlin nola.
Melekler seni tutsunlar kürsîni arştan atsınla
Tehtes-serâya döksünler gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Kaçar idin sen Allâhtan Lâ-ilâhe İllâllahtan,
Gazab irdi sana Şahtan gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Azrâil’e bürhân idin şer işde pehlivan idin,
Şeytânlara şeyân idin gele deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Ehl-i fesâda köprüsün can ib-ni cânın birisin,
Gösterirsin yol eğrisin gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
İsâ nüzûl etti yere Deccâl’i hem ehlin kıra,
Ana uyanları süre gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Ben ölem ve hem dirilem sonunda seni ölürem,
Gözüne toprak dolduram gele Deccâl gele gele,
Göre kim senin hâlin nola.
Deccâl, zaman-ı saadette dünyâya geldi, ismi ibn-i Sayyad Saddır. İsâ ve
Muhammed dinini kabul etmedi, fesada kalkdı. Bir yerde anı buldular. Hazreti
Ömer (R.A.) anın öldürülmesi için Resûlüllah Efendimizden izin istedi. Hazreti
Resûl : “Bu âhir zamanda imtihan için yaradılmıştır” buyurdu ve izin vermedi.
Gerçekte Deccâl üçtür : Birinci Deccâl nefislerdeki Deccâl, ki nefs-i emmâredir.
Afâktaki Deccâl, kıyâmet devrine kadar insanlara musallat olacak Şeytandır. Bir
de Mesih Deccâl ki, âhir zamanda zuhûr edecektir. Şeytânın ilk oğlu Can, Âdemin
ilk oğlu Kabil idiler. Canın ilk oğlu ise İblis olup kâfir idi. İşte bu İblis
Âdeme secde etmediğinden kâfir oldu demek değildir. Meleklerden biri veya
onların reisi dedikleri de yalandır. Onun yaradılışı küfür üzerine olup, kâfir
olduğundan Âdeme secde etmedi. Ehlullâhın rûhları İmâm-ı Mehdînin askerleri
olacak ve Deccalı öldürüp, gözlerine toprak dolduracaklardır.
“Asâ-yı Mûsâ bendedir hem yed-i beyzâ bendedir,
Mısrî bana bir bendedir gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Hazreti Mûsa on yıl kadar Şuayb (A.S.)
ın yanında kaldı. Küçük kızını alarak
damadı oldu. Sonra Şuayb (A.S.) ona : “Sen Resûlsün, Mısıra git, hatta ona Âdem
(A.S.) ın asâsını verdi. Zira Mûsa (A.S.) ın elindeki asâsı Âdemin asâsı idi.
Nebiler anı mîras yoluyla birbirlerinden alırlardı. Sonra Hazreti Mûsa, kardeşi
Harûn ve kendi eşiyle birlikte üçü yola koyuldular. Zaman kış mevsimi olduğundan
karşı yönde bir ateş gördüler.Harun Mûsaya: “Ben burada kalayım, sen ateşe bak,
orada biri olmalı. Hem bir ateş al, hem de yolu sor anla, yanılmayalım” dedi.
Hazreti Mûsâ ateşe yaklaşınca, ateş sûretinden nidâ olundu : Tahâ sûresi âyet
17- 22 : “ Vemâ tilke biyeminike yâ Mûsâ “, “ Ya Mûsâ , o elindeki nedir ? Kâle
hiye asâ-ye etevekkeû aleyhâ ve ehüşşü bihâ alâ ganemi “, “ Elimdeki asâmdır,ona
dayanırım ve onunla Hazretî Şuaybın koyunlarına yaprak düşürürüm “, Sonra
Cenab-ı Hak : “ Fe-elkâhâ fe-izâ hiye hayyetün
tes-â “, “ Yâ Mûsâ , onu yere bırak “. Asâ yere bırakılınca koca bir ejder oldu.
“ Yine al onu “ buyuruldu.Aldı ve tekrar asâ oldu.” Elini Sol tarafına koy “
denildi, koydu ve “Elini çıkar” denilince , bakdı ki , eli beyazlaşmış halde.
Bunun üzerine Hazreti Mûsâ, bu iki mucize kifâyet eder diyerek Firavunu imâna
dâvete gitti.
Zâhirde Mısrî görünür
İsâ atı çul bürünür,
Yüzü karadır içi nûr
Gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola
Yeter anı sen horladın
Köpek gibi çok hırladın,
Çok çatıldın hem gürledin
Gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Bilmiş ol Adem’dir gelen
İsâya hemdemdir gelen,
Canlara merhemdir gelen
Gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Kur’ân benim Fürkân benim
Derdlilere derman benim,
Bu zulmeti açan benim
Gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
“Kur’ân benim”, burada Kur’ândan maksat Zat, “Fürkân benim” Fürkandan murad da
sıfattır, yani zât ve sıfat benim demektir. Cehâlet hastalığına dermân benim. Bu
bilgisizlik karanlığını açan, gideren hep benim.
Kur’ân’ın esrârı benim, göklerin envârı benim,
Mü’minin ikrârı benim gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Kur’ân’ın sırları “ Fâtihâ-i şerifte “ dir. Fâtihânın sırları ise “ Bes-mele “
dedir. Çünkü Besmele Hazarât-ı İlâhiyyeyi câmidir .
Hazarât-ı İlâhiyye üçtür : 1 – Ulûhiyyet, 2- Rahmâniyyet, 3- Râhimiyyet dir.
Bunlar sırasıyla “ Tevhîd-i ef’âl , Tevhîd-i Sıfat , Tevhîd-i Zattır.”
Ölüleri diriltirim ağlayanı güldürürüm,
Deccâl’i ben öldürürüm gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Ölüleri diriltmek bu ümmetten üç kişide zuhûr etmiştir : Bunlardan Abdülkâdir-i
Geylâni hazretleri bir kedi diriltti. Diğeri Molla Câmî hazretleri önceden
pişirilmiş bir tavuğu diriltti.Üçüncüsüde Bayezd-i Bistâmî hazret-leridir’ki ,
bir karıncayı iki parçaya bölmüş iken tekrar birleştirip diriltti. Bunlara İsevî
meşrebli derler. Çünkü Hazreti İsâ (A.S) yarasa kuşlarını çamurdan yapar, onlara
üfleyerek diriltir ve uçururdu. Hatta o bir ölüyüde diriltmişdi.
Sen beni çünkim bilmedin imâna kâbil olmadın,
Hasma mukâbil olmadın gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Deccâl aceb yorulmadın inâdından ayrılmadın,
Bir ölüsün dirilmedin gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Vücûdun Hak vücûdudur Allâhın halka cûdudur,
Ma’dum iken mevcûdudur gele Zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Mısrî’nin sözü dağıdır kuyumcular toprağıdır,
Halka cevâhir dağıdır gele zâlim gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
_________
Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün.
Devrân odur kim devrini Devr-i felek bilmez ola,
İnsân odur kim sırrını ins-ü melek bilmez ola.
Merkep izinde su görüp deryâyı gördüm sanma sen,
Deryâ odur kim ka’rını aslâ semek bilmez ola.
Adem odur kim nârı ola hem mâ-i hem zem’ân ola,
Hayvandan ol adaldürür nân-ü nemek bilmez ola.
Kâmil odur kim aç susuz çok çok emek çekmiş ola,
Nâkıs olardır bunda kim nergiz emek bilmez ola.
Herbir Nebî, Herbir Velî zilletle erdi menzile,
Mısrî’ye söğsün şol ağız Allâh demek bilmez ol
İmân üç kısımdır : Birincisi taklidî imândırki, bu imânın doğru olup olmadığında
çok anlaşmazlık vardır. Çünkü taklidî imân dil ile ikrârdan ibârettir. Taklit az
zor ile bozuluverir.Bu imânın doğru olması için ,o insanın başını koparsanız
imânından dönmezse , o zaman taklidî imân doğru olur ve fayda verir ve illâ
hiçbir faydası yoktur. İkincisi istidlâlî imândır ki, Kur’ân-ı Kerim’in Muhammed
suresinin 19. cu âyetinde : “ Fa’lem ennehû lâ ilâhe illallâh “, “ Bilki
Allâhtan başka ibâdete lâyık ilâh yoktur” buyurulan imândır. Üçüncüsü tahkikî
imândırki, bunun için Kur’ânı Kerim’in Ali-İmrân suresinin 18.ci âyetinde
“Şehidallah-ü ennehû lâ ilâhe illâ hüve vel melâiketi ve ulul ilmi kâimen
bilkıstı lâ ilâhe illâ hüvel aziz-ül-hakîm”, “Allah, kendinden başka tapacak bir
rab bulunmadığı, adaleti ayakta tutarak açıkladı, melekler bunu ikrâr ettiler.
Gerçek ilim sâhipleri ondan başka hiçbir Rab yoktur, O mutlak gâlibtir , yegâne
hikmet sâhibi O’dur. “buyurulmuştur. Yani kısaca Hak kendi kendine şehâdet eder.
İşte tahkîkî imân ve şuhûdî imân sâhibi olan Nebîler ve Resül ve Velîlerin hepsi
Melâmî târifesindendir.Melâmînin imânı İmân-ı şuhûdîdir, anın için anlara
melâmet olunur, zirâ imân-ı taklidî ve istidlâlî sâhibi olanlar, anların imân-ı
şuhûdilerine vâkıf olamazlar, onlar ehl-i noksandırlar. Bu sebepten Melâmîlere
dahl-ü taarruz ederler.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilâtün
Devredüp geldim cihâna yine bir devrân ola,
Ben gidem bu ten sarâyı yıkıla virân ola.
Cûş edüp ummân-ı can cismim gemisin dağıda,
Yerler altında tenim toprak ile yeksân ola.
Devredüp cihana geldiğimiz şudur : Önce Nûr-i Muhammedî, andan rûhlar âlemi,
yani nefs-i kül, andan tabiat, andan heyûlâ, andan cism-i kül, andan şekil,
andan arş, andan kürsî, andan felek-i atlas, andan felek-i menâzil, andan
yedinci gök, andan altıncı, andan beşinci, andan dördüncü, andan üçüncü, andan
ikinci, andan birinci gök yaratıldı. Andan yedi kat yer ,ki mevâlid-i selâse
maden, bitki, hayvan, ve insan yaratıldı.
Kalalallâh-i Taalâ : “Lakad halaknel insân-e fî ahsen-i takvim sümme redednâhü
esfele sâfilîn”, yani “ Biz insanı güzel bir biçimde yarattık, sonra esfeli
sâfilîn ki, bu âleme red ettik”. O bu âlemde kalmayıp da “İnnâ lillâh ve innâ
ileyhi râciûn”, “Onlar Allahtan geldiler ve yine Allaha dönerler” sırrına mazhar
olup da, benim zâtıma rucû edenlere (geri dönenlere) ecr-i azîym vardır. İşte
Mısrî efendinin “ Devredip geldim cihanâ” dediği bu mertebelerden nüzûl ettim
demek yine bir devrân olam, seyr-i sülûk ile yine Hak-ka rucû etmek, Tevhîd-i
Ef’âl, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i Zât ile yine madenlere rucû ederek döndüm
demektir. Kemâl mertebesi “ Tevhîd-i Zât” mertebesindedir, andan ileriye kemâl
yoktur. Cem, Hazret-ül-cem , Cem-ül-cem makâmları diğerlerine kemâl buldurmak
içindir, yoksa zâta mazhar olan kemâl bulur, lâkin başkalarını irşad edemez.
Zirâ ef’âl, sıfat, zâtı kendisi içindir bu sebepten Mürşidlik edemez.
Bu vücudum dağı kalka atıla yünler gibi,
Şeş cihâtım açıla bir haddi yok meydân ola.
Dört yanımdan nâr-ü bâb-ü âb-u hâk ede hucûm,
Benliğim anlar alup bu varlığım talân ola.
Bu vâriyetim dağı hallaç pamuğu gibi atılıp altı cihetime atıla, yani sağım,
solum, önüm, üstüm, altım, ardım açılıp meydan ola, hiçbir engel kalmasın. “
Fe-eynemâ tuvellû fesemme vech-ullâh “, yani “ Her nereye teveccüh ederseniz Hak
görüle ”. Ahiret âleminde Hak görülecek fakat kayıdsız görülecek , öyle kayıtlı
olduğu halde görülmez, cihetsiz görülecek. Yani altta veya üstte, ya sağda veya
solda ve ön ve artta görünmek, o kayıddır, kayıd gözü ile görünmez. Velhâsıl
bütün azâ ve cevârih ile (eller,-ayaklar gibi ) görülecek, Yani Hak-dan başka
mevcûd olmadığı görülecek demektir. Böylece vücûdun İlâhi vücûd olduğu
görülecektir. Esasen insan vücûdu dört unsurdan bir araya gelmiştir. Bu
unsurların herbiri ben dediği vakit sende ne kalır, bir rûh kalır, o da ilâhi
tecellîden ibârettir.
“Dağıla terkibim otuziki harf ola tamâm,
Nokta-i sırrım kamûnun cevherine kân ola”.
Cümle efkâr-ı havâsım haşr ola bu arsada,
Kalkalar hep yeniden sankim bahâristân ola.
Yevm-i Tüblâ’dır o gün her mânâ bir sûret giyer,
Kimi nebat ve kimi hayvan , kimisi insân ola.
Kabrime dostlar gelip fikredeler ahvâlimi,
Her biri bilmekte âciz vâlih-ü hayrân ola.
Her kim ister bu Niyâzi derdimendi ol zaman,
Sözlerini okusun kim sırrına mihmân ola.
Beyitte geçen otuziki harften murad Merâtib-i halkiyye olup yirmisekizdir.
Bunlar : Nûr-i Muhammedî, Nefs-i kül, Tabiat, Heyülâ, Cism-i kül, Şekil, Arş,
Kürsî, Felek-i atlas, Felek-i Menâzil, yedi kat gök, yedi kat yer, maden, bitki,
hayvan, cin ve melektir. Bunlardan sonra Merâtib-i Hak-kiyye de dört ki, bunlar
da “ Fatihâ” suresinde zikredilmiştir. Bunlar Ulûhiyyet,Rahmâniyyet, Rahimiyyet,
ve Mâlikiyyet tir. Böylece toplam mertebeler otuziki olmuş olur. İşte bunlar
tamam olunca her cevher kân (kaynak) olur.
“Cümle efkâr-ı havâsım haşr ola bu arsada”
Haşir hakkında evvelce söyledik. Bunun hakkında “Esrâ” suresinde sarahât vardır.
“Eğer bedenleriniz dağılıp taş olsa veya başka madenlerden meselâ demir olsa,
yine cemedip sizleri haşredeceğim”. Görüldüğü gibi bedenler yok olmuyorlar
dağılıyorlar.
“Yevm-i Tüblâdır o gün her mânâ bir sûret giyer”
“Yevm-e tübles-serâir” yani mahşerde herkesin ameli birer sûret giyer. O
kimsenin amelleri hayır ise, hûrî, gilman, ağaçlar, meyveler, kuşlar vesâir
şekillerinde. O kimsenin amelleri şer ise, maymun, yılan, akrep, domuz, köpek
veya bunlara benzer sûretler giyip dururlar ve bunlar tartılırlar. Çünkü ameller
birer sûret giymeyince tartılamazlar. Anın için Mirâç gecesi Resûlün dönüşünde
İbrahim (A.S.) ile görüştüğünde (yedinci katta): “Yâ, Muhammed benden ümmetine
selâm söyle işte cennet boştur. Cennetin her nimeti amellerin sûretleridir. Bu
cennet (Suphanallâh, Velhamdülillâh ve Lâilâhe illallâh vallâhü ekber) demekle
dolar” demişlerdir. Velhâsıl insanların dünyâdaki amelleri sûret giyip
tartılırlar, hasenâtı (iyilikleri yaptıkları güzel işleri) seyyiâtından
(fenalıkları, yaptıkları fena işleri) fazla olanlar cennete, seyyiâtı
hasenâtından fazla olanlar cehenneme girse gerektir.
__________________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.
Esselâ her kim gelür bazâr-ı aşka esselâ,
Esselâ her kim yanarsa nâr-ı aşka esselâ.
Esselâ dâr-ı Enel-Hak’da bugün Mansûr olup,
Can-ü bâşından geçen berdâr-ı aşka esselâ.
İbn-i Edhem gibi tâc-ü tahtını terk eyleyüp,
Soyunup abdâl olan hünkâr-ı aşka esselâ.
Kendini ödlara atan şol Halilullâh gibi,
Cân-ı dilden bülbül-i gülzâr-ı aşka esselâ.
Varlığı dâğın delüp Şîrin iline yol eder,
Ey Niyâzî söyle ol mi’mâr-ı aşka esselâ.
Esselâ, yani namaz demektir. Bu pazarda alan var, hem de veren var, yani hem
Allâh salât eder ve hem de kulları. Burada Allâh’ın salâtı İnsân-ı Kâmilin
salâtıdır. Salât, Mirâc-ı Nebi’de farz edildi. Mirâc Pazartesi gecesi idi. İlk
kılınan namaz öğle vaktinin namazı idi ve ilk zamanlarda namaz kılarken tükürmek
ve dünya kelâmı söylemek memnu değildi, fakat sonradan önce dünya kelâmı ve bunu
takiben de tükürmek men olundu. Çünkü Peygamber Efendimizin bir hadisinde:
“İnnallâhe fî kıbletel musallî”, yani “Allâh namaz kılanın kıblesi yönündedir”
vârit olmuştur. Bu halde namazın dışında bile kıbleye karşı tükürmek ve tebevvül
etmek memnudur.
“ Esselâ dâr-ı Enelhak da bugün Mansûr olup”
Hallâc-ı Mansûr “Enel Hak”, yani “Ben Hak-kım” sözlerini söylemesi üzerine
Cüneyd-i Bağdadî şer’an ve hakikaten katli lâzım geldiğine fetvâ verdi . Çünkü
“Enel-Hak “ demesiyle Mansûr Hak-kı kendi vücûdunda kaydetmiş oldu. Cenab-ı Hak
gerek şeriat ve gerek hakikatte kayıddan münezzehtir. Mansûr ise bu sözleri
sarfetmesindeki iddiasından geri dönmedi ve tövbe etmediğinden sonunda
katlolundu.
“ İbni Edhem gibi tâc-ü tahtını terk eyleyüp,
Soyunup abdâl olan Hünkâr-ı aşka esselâ”.
İbrahim bin Edhem bir zamanlar “ Belh “ de Hükümdâr olarak bulunuyordu, sarayı
da nehir kenârında idi. Bir gün pencere yanında otururlarken nehir kenârında
elinde meşin keşkül olduğu halde bir fakir gördü ve onu seyretmeye başladı.
Fakir keşkülünde bulunan kuru ekmek parçalarını biraz su ile ıslattıktan sonra
âfiyetle yedi, nehirden buz gibi suyu-nu içti ve sonra saray binâsının
gölgesinde yatıp uyudu. Bunları hayretle seyreden İbrahim Edhem uykusundan
uyanan fakiri huzuruna çağırttı ve ona “Ey fakir, karnın tokmu ?” Fakir cevap
verdi : “Elhamdülillâh “. “ Ya su içtinmi ?”, “Elhamdülillâh “, “ Ya uyku
uyudunmu ? “ Yine fakirden aldığı cevap : “ Elhamdülillâh “ oldu. O zaman
İbrahim Edhem, bu ne büyük rahatlık diyerek Hükümdârlık tâc ve tahtını terkedip
seyahat için yollara düştü.
Mısri Divan 2
Vezin
: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Mevâlîdin sana her fasl-ü babı,
Kitâbün fî kitâbün fî kitâb.
Senin vaslında vardır her birinde,
Cevâbün fî cevâbün fî cevâb.
Dahî dareyn ile berzah yüzünden,
Nikâbün fî nikâbün fî nikâb.
Ulûm-ü sûret-ü ma’nâ hakikat,
Şarâbün fî şarâbün fî şarâb.
Üçünden sırrıma dâim erişür,
Hitâbün fî hitâbün fî hitâb.
Ki sen ben o dimekten geçene yok,
Hisâbün fî hisâbün fî hisâb .
Hemin zât-ü sıfât esmânı bilmek,
İkâbün fî ikâbün fî ikâb.
Sıfât-ü zât-ı ismin cehli ey dost,
Sevâbün fî sevâbün fî sevâb.
Bunlardan görünen Hak-kın vücûdu,
Serâbün fî serâbün fî serâb.
Niyâzî cism-ü kalb-ü rûh ki denür,
Cenâbün fî cenâbün fî cenâb.
Birinci beyitte geçen mevâlid üçtür. Bunlar : Maden, bitki ve hayvanlardan
ibaret cisimlerdir. Bunlardan birincisi maden, Allâhın “Aziz” isminin
mazharıdır. Yer ana, Tanrısal kudret ise babadır. Bu ikisinin sevgisinden
zümrüt, yakut, elmas ve diğerleri gibi mücevherler zuhura gelir. İkincisi
bitkiler âlemi (bunların yenilebilen ve yenilmeyen) cinsleridir. Üç kitaptan
murat edilen; İlâhi (Tanrısal) kudret baba, yer ise ana olup, sen önce bitkiler
âlemine geldin, bitkiyi hayvan yiyip, oradan hayvanlar âlemine geldin ve hayvanı
pederin yiyip meni oldun ve annenin rahmine geldin ve vaktin tamam olunca
doğdun. İşte üç kitaptan maksat budur.
“Senin vaslında vardır her birinde,
Cevâbün fî cevâbün fî cevâb”
Beyitte geçen senin vaslında, yani buraya (dünyaya) varışında üç cevap vardır :
Önce buraya nereden geldin ? Birinci cevap, Hayvanlar âleminden. Ya oraya
nereden geldin ? İkinci cevap, bitkiler âleminden. Ya oraya nereden geldin ?
Üçüncü cevap da madenlerden. İşte beyitteki üç cevap budur.
“Dahî dareyn ile berzah yüzünden,
Nikâbün fî nikâbün fî nikâb”.
Dâreyn, dünya ve âhirettir. Berzah ise bir âlemdir ki, dünyâ ile âhiret
arasındadır, anın için ona berzah âlemi denildi.
Halâik yani yaratılanlar (insan dahil, tüm yaratıklar) işte üç yerde toplanırlar
: Biri Âdemin yaradılışındaki, Âdem (A.S.) mın zahrından latif suretler halinde
çıkıp dört saf teşkil etmiş olarak Allâhın huzurunda toplandığımız vakittir.
Cenâbı Hak-kın “Elest-ü bi-Rabbiküm”, “Rabbiniz değilmiyim” hitabıyle muhatap
olduğumuz olvakit ervâh-i süeda (Saidler) ve eşkiyâ (Şakîler) toplanmıştık. Bir
de berzah âleminde toplanırız. Bu dünyada hiç kimse kalmaz. Bu halde yüz yıl
kalınır, sonra kırk gün yağmur yağar, herkes tüm insanlar kabirlerinde
doğrulurlar. Üçüncüsü mahşerde toplanıldığı zamandır. İşte Cenâb-ı Hak-kın üç
nikâbı vardır. Biri dünyâ âlemindedir, ki bu nikâptan mahcup anı göremez. Biri
de âhiret âlemindeki nikâptan ki, bu dünyada anı göremiyen, gerek cehennemde,
gerekse cennette olsun görmezler. Her küfür ehli (gerçekleri örtenler) ve şirk
ehli (Allâha eş koşanlar) İlâh olarak edindikleri suretler ile cehenneme
girerler. Hicap ehli dahi (bunlar evvelce hayatlarında) Hak rezzaktır, gafurdur,
rahîmdir, şöyledir, böyledir diye inanmış olanlar yalnız cumadan cumaya veyahut
ayda bir kere inanışları vechîle görürler. Ancak Ârifler, yani Tevhit ehli her
yüzden gerek dünyâda gerek berzah âleminde ve gerekse âhiret âleminde dâima
Hak-kı müşâhede ederler.
“Ulûm-ü sûret-ü ma’nâ hakîkat,
Şarâbün fî şarâbün fû şarâb”.
Ulûm, yani ilimler “İlmel-yakîn”e, sûretler “Aynel-yakîn”e ve ma’nâ-i hakîkat da
“Hak-kal yakîn”e işârettir.
İlmel-yakîn Tevhîd-i ef-al, Aynel-yakîn Tevhîd-i sıfât, Hak-kal yakîn de
Tevhîd-i zattır. Sâlik olan kimse önce Tevhîd-i efalde bir şarap Tevhîd-i
sıfatta bir şarap ve Tevhîd-i zatta bir şarap içer, yani bu üç mertebede birer
-- manevî -- şarap ile mahmur ve mütelezziz olur. Sâlik ma’nen içtiği bu üç
şarabtan dâima sırrına ilhâm yoluyla gerek ef’al gerek sıfat ve gerekse zat
mertebelerinde hitaba erişir.
Ki sen ben o demekten geçene yok,
Hisâbün fî hisâbün fî hisâb ”.
Bunlardan görünen Hak-kın vücûdu,
Serâbün fî serâbün fî serâb “.
Sen , ben o demekten geçene hesap yok. Zat , sıfat ve esmâyı bilmek sevaptır;
akâid ( i’tikad olunan şeyler yani inanışlar ) dir. Sıfat, esmâ bilip de, zâtı
bilmemek bu ikaptır. Sıfat, esmâ, ef’al ile zat bilinmez, ama zat ile bunlar
bilinir ve zâtı bilmek sevaptır. Çünkü zat, sıfat, esmâdan görünen Hak vücûdu
kemâl-i hararette karşıdan su gibi görünür, ana serâp denir. Onun yakınına
giderseniz bir şey yoktur, serâbün fî serâbün fî serâptır. Biz o hali hararetin
kemâlinden ( yüksekliğinden ) öyle görürüz. Ef’al aynasından görünen Hak-kın
vücûdu işte uzaktan görünen serâp gibidir. Ef’al aynasından zannedersin ki
Hak-kın vücûdu oradadır. Kezâ sıfat ve esmâda, halbuki bunlar birer tabirden
ibarettir.
“Niyâzi cism-ü kalb-ü rûh ki denür,
Cenâbün fî cenâbün fî cenâb “.
Cisim bu cisimdir. Kalb nefse şunu yap bunu yapma diyen şeydir. Ruh ise cismi
yürüten şey ki, Hak-kın mazharıdır. Cenâb taraf anlamındadır. Bunlar bir
taraftır, cisim kalbten gelir, kalb ruhtan gelir.
__________
İster isen ma’rifette olasın âli-cenâb,
Ehl-i irfan eşiğinde yüzünü eyle türâb.
Çok da verme kendini dünyâya bir dem çek elin,
Döndüremezsin beğim kati ağırdır bu dolâb.
Bu harâbi niceler çalıştı ma’mur etmeğe,
Bir yanın ta’mir ederken bir yanı oldu harâb.
Çok seğirtti gaflet ehli bu serâbı su sanıp,
Bulmadılar hiç biri bu sahrada bir katre âb.
Bir zaman yüz verme dünyâ ehline uzlette ol,
Akl-ü fikrin bir yere cem’et yüzüne çek nikâb.
Göz kulak dil kapıların bağla muhkem bir zaman,
Ola kim Hak-dan yana gönlünden ola feth-ü bâb.
Ger ölümden kurtulam dersen yürü var âşık ol,
Döne döne aşk ödüyle cism-ü cânı kıl kebâb.
Gir bu derd meyhânesine koma elden kâseyi,
Hiç yürek kanından özge âşığa yoktur şarâb.
Himmetin dâim bu olsun kim Hak-kı anlayasın,
Hak-kı bilmekten yeğ olmaz iki âlemde sevâb.
Ger azâb-ı âhiretten bulmak istersen halâs,
Arif ol ki cehl ödünden kopısar cümle azâb.
Bu Niyâzî kendinden demez bu sözü ey püser,
Hep anı söyler duyarsın gökten inen dört kitâb.
Altıncı beyitte “ Göz, kulak, dil kapılarını bağla “ da geçen, göz, kulak ve
gönül kapılarını bu kesretten, yani bu sûretlerden kuvvetli ve sağlam olarak
bağla ki, Hak senin gönlünden kapı açsın demektir.
Sekizinci beyitte Niyâzî hazretleri “ Gir bu derd meyhânesine” diyor. Derdden
murad edilen aşk, meyhâneden murad edilen ise Mürşid-i Kâmil’in huzûrudur.
Kâseden murad da âşıkın Mürşid-i Kâmilden istifadesidir. Aşık kendisini tamamen
yok etmeden ona lezzetli şarab yoktur.
“ Ger azâb-ı âhiretten bulmak istersen halâs “ da geçen cümle azab, Hak-kı
bilmemekten tevellüd eder, yani doğar ,ileri gelir.
____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.
Aç gözün dildâra bak ref oldu yüzünden nikâb,
Zulmeti sürdü çıkardı ara yerden âfitâb.
“Aç gözün dildâra bak” , dildârdan murat Hak-tır. Senin yüzünden örtü kalktı.
Hak zulmeti sürdü, çıkardı aradan, o zaman sen de herşeyde Hak-kı apaçık
görürsün.
Şol sakâhüm Rabbühüm hamrın lebinden içegör,
Katresin nûş eyleyen uşşâk ebed görmez azâb.
Burada “Ve sakâhüm Rabbühüm şarâben tahûrâ “âyet-i kerimesine işâret olunuyor.
Çünkü cennet ehli en önce cennette süt içecektir, zirâ süt ilmin sûretidir.
Hattâ bir adam rü’yâsında süt içse âlim olur, şarap içse fâsık, bal içse dâim
bir kararda durur, yani doğduğu gibi değişmeden vefat eder. İşte şarab-ı tahûr
dan (temiz şarap) murad aşkın şarabıdır. Aşkın ilk katresini içen dünyâ ve
âhiret azâbından berî, yani sâlim olur.
Otuziki harf bildin dört kitâbın aslıdır,
Safha-i vechinde yazılmış kamû bî-irtiyâb.
Eski türkçe harflerin yirmidokuzu Arap harfleridir, üçü de yani“pe, çe, je”
Farsca harfleridir. Bu otuziki harf dört kitabın aslıdır. Bunlar : Zebûr,
Tevrat, İncil ve Kur’andır. Arap harflerinin herbiri Tanrısal mertebeleri
bildirir. Meselâ “hemze” “Nûr-i Muhammediyye” ye, “be” harfi “Nefs-i kül-e”,
“te” harfi “Heyûla” ya vesâireye, yani herbir harf Tanrısal mertebelerden bir
mertebeyi beyân eder. Farsça harflerden üçü de “Ulûhiyyet, Ahadiyyet, Vâhidiyyet
“ mertebelerini bildirir.
Mekteb-i irfâna gir oku bu ilmin aslını;
Gör ki nice derc oluptur bu ilimde dört kitap.
Her ne okursan çün otuzikiden taşra değil,
Yüzünün metnini şerh eder okuyan fasl-ü bâb.
Her ne söz kim söylenür âlemde Türk-i yâ Arab,
Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden hitâb.
Mektep (okul) üç kısımdır : Sıbyan mektebi, medrese, irfan mektebi .İlmin aslını
öğrenmek istiyorsan irfan mektebine gir. Orada sana Mürşid-i Kâmil evvelce
öğrendiklerinden meselâ, “hemze” budur, “be” şudur diyerek ayrı ayrı beyân eder.
Her ne kim görür gözün andan cemâl-i yâre bak,
Çünkü gitti ey Niyâzî kalmadı asla hicâb.
Gözün her ne görürse, andan hicâbı, yani perdeyi kaldır, Hak-ka bak, çünkü her
ne şeye gözün erişirse, o şey sana hitâb eder (şöyle der ) : “ Sakın bize
aldanma, bizim müstakil vücûdumuz var olduğunu zannetme. Bizim hakikatimiz olan
Hak-ka bak. Biz fitneyiz, seni aldatırız “ diyerek hep nidâ ederler.
_______________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Can bu ilden göçmeden cânânı bulmazsa ne güç
Yârini terk etmeden yârânı bulmazsa ne güç.
Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,
Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç.
Ademin gönlü evinde bahr-ı ummân gizlidir,
Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç.
Can bu dünyâ ilinden göçüp canânı, yani Hak-kı bulmazsa ne güç. İnsan Hak-kı bu
âlemde bulursa bulur, bulmazsa artık başka âlemde bulamaz ve ebedî azaptan
kurtulamaz.
Bu gibi insanların rûhları sureti insân velâkin içi hayvandır, belki hayvandan
da aşağıdır,çünkü hayvan da Hak-kı tanır.
Üçüncü beyitte geçen Umman; Hind denizine en yakın olan şehrin (denizin )
adıdır, suyu tatlıdır , diğer altı denizin suları gibi tuzlu değildir, bu
denizler; içinde yaşayan balıkların renklerine göre isim alırlar.( Meselâ,
Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Şapdenizi gibi ).
Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,
Say’edip ol kenz-i bî-pâyânı bulmazsa ne güç.
Fakr-i fahrî devletine erişen Sultân olur,
Fahr-i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç.
Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,
Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç.
Bunda gelmekten murâd çün kim Hak-kın irfânıdır,
Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç.
Fakir, ef’âlini, sıfâtını, ve vücûdunu Hak-ka verendir, yoksa parası, malı,
olmayan demek değildir. Hazineleri dolu olur da “ Fenâfillâh “ olduğundan
fakirdir. Hazret-i Muhammedin (S.A.V) yirmidört adet küheylân atı vardı, sâir
şeyleri de ona göre olup zamanın zenginleri onun malına haset ederlerdi. Öyle
iken “ El-fak-ü fahrî “, yani “ fakrımla iftihâr ederim “ buyurdu.Hani bazı
kimselerin söyledikleri gibi Hazreti Peygamber hasır üstünde yatmış da hasır
mübârek vücûdlarına yara açmış dedikleri tamamiyle bir isnattır ve Resûlüllah
Efendimizi tahkirdir. Hazret-i Hatîcetül- Kübrâ kızı Fâtıma ve kızı Zeynebi
evlendirdikleri zaman mücevherattan birer gerdanlık takdı ki, Kureyşin ileri
gelenleri bunlara bir türlü kıymet takdir edemediler. Halen atlarda aranan
nişanlar vaktiyle Hazreti Peygamberin sâhip bulundukları atlarının nişanlarıdır.
Onun atları gibi nişanları olan atları almak, bakmak iyi bir harakettir.
“ Herkesin derdine dermânı yine derdindedir.”
Herkesin derdi tevhîddir, dermânı da tevhîddir. Eğer tevhîdi olmazsa o insanın
ne güç. Tevhîd ise Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfat, Tevhîd-i Zat tır. Tevhîd-i
Zat görülürse ilim taalluk etmez, Tevhîd-i Sıfat görülmezse ilim taalluk eder.
Bir insanın irfan sahibi olması demek, o insanın “ Arif-i Billâh” olması
demektir.
__________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Hep güzeller arasında buldu hüsnün çün revâc,
Cem olup uşşak bir bir sana eyler ihtiyâc.
Hüsn içinde bu ne şehliktir ki şâhân-ı cihân,
Can verirler yoluna ya kande kaldı taht-ü tâc.
Nice zahmetler çeküp üftâdeler vaslın umup,
Akibet dermân yerine derdini kıldını ilâç.
Ni’met-i vaslın atâ kılsan nola âşıklara,
Hân-ı fazlından ne gider duysalar ger cümle âç.
Ey Niyâzî iremessin ölmeyince vuslata,
Adet oldur Yâr ilinde cân alurlar hüsne bâc.
Derd, derman birdir. Onun için derman yerine derdi ilâç olur. Üçüncü beyit “ Mutû kable en temutû “ hadisi şerifini beyân eder. Anlamı : “ İzdirari ölüm ile ölmezden önce ölün, yani ihtiyâri ölüm ile ölün “ demektir. Çünkü Mürşid-i Kâmile vardığınız zaman sendeki ef’alin; yaptığın (işlerin ) ve sâirlerinin ef’âli ne kadar var ise Hak-kın olduğunu sana bildirir, sonra sıfatların ve sâirlerin sıfatlarının Hak-kın olduğunu bildirir. Daha sonra vücûdun ve sâir mevcûdatın vücûdlarının Hak-kın olduğunu bildirir. Esasen insanda ancak bunlar vardır. Bunlar Hak-kın olup insan dahi Hak-kın’dır. Bunların Hak-kın olduğuna Mürşid-i Kâmilin himmetiyle vâkıf olununca ihtiyârî ölüm tahakkuk eder. O zaman ef’âl, sıfat, Zat sende kalmaz. Kezâlik mecburî ölüm ile ölenlerde ef’âl, sıfat ve zat kalır mı, kalmaz. O rûhunu Hak-ka teslim etmiş bir kalıptan başka birşey değildir. Ona itibar olunması ölümden önce, rûhun meskeni olduğundan dolayıdır. Bu sebeple onu yıkarlar, kefenlerler, omuzlarda taşıyarak kabre götürüp toprağa verirler ve rûhuna besledikleri saygı sebebiyle gerekli ağırlamayı yaparlar.
Mısri Divan 3
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.
Zûlmet-i hicrinde bîdâr olmuşum Yâ Rab meded,
İntizâr-ı subh-ı didâr olmuşum Yâ Rab meded.
Gülşen-i vaslın nesîmin irgörüp bâd-ı sabâ,
Andelîb-i bâğ-ı gülzâr olmuşum Yâ Rab meded.
Kalmışam zındân-ı cism içre bugün tenhâ garb,
Bu kafeste rûz-u şeb-i zâr olmuşum Yâ Rab meded.
Şol şarâbı kim anı sundun bana rûz-i Elest,
Ol zamandan mest-i hûşyâr olmuşum Yâ Rab meded.
Rûz-ı Elest (elest günü) Kâbede Arafatta hazreti Âdeme melekler secde ettikten
sonra zürriyeti (gelecek nesilleri) latif bir surette zahrından (sırt
tarafından) çıkarılıp dört saf oldu.
Birici safta Enbiyâ (cümle peygamberler) durdu. İkinci safta Evliyâ (Veliler,
yani Allâhın seçkin kulları)durdu. Üçüncü safta Mü’minin (Allâh ve Resûlüne imân
edenler) durdu. Dördüncü safta Eşkiyâ (şakîler, imansızlar) durdu. Birinci
saftan “Elestü bi-Rabbiküm”, yani “Ben Rabbınız değil miyim ?” nidâsı
Sultânül-Enbiyâdan (Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) zuhûr etti. İkinci safta
bulunan Veliler arasında bulunan “Gavs” tarafından dahi “Elestü bi-Rabbiküm”
hitabı irâd edildi. Mü’minler işitip, eşkiyâ Hak-kı işitmedi. Bu kitaplara üç
saf birden “Belî ” yani “Evet” dediler. Yalnız eşkiyâ safı ise mü’minleri taklid
ederek evet dediler.Bayazid-i
Bistâmî hazretleri “O hitap hala kulağımdadır” demiştir.
Ehlullâhtan da bazıları bugün bile aynı hitap olmaktadır. Çünkü hitap ile ahid
altı defa oldu. İkisi ef’âlde zâhir ve bâtın, ikisi sıfatta zâhir ve bâtın
ikiside zatta zâhir ve bâtın olarak yapılır. Böylece ef’âl-i zâhire ef’âli
bâtına, sıfât-ı zâhire, sıfât-ı bâtına ve zât-ı zâhire zât-ı bâtına olmak üzere
ahid altı defa yapılmış olur.
Her ne varsam yakar bu cânımı aşk âteşi,
Yana yana külli pür nâr olmuşum Yâ Rab meded.
Vahdet ilinde seninle yâr idim noldu bana,
Kesret içre bend-i ağyâr olmuşum Yâ Rab meded.
Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi,
Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum Yâ Rab meded.
Son beyitte geçen Yûsuf’un varlığından murat edilen onun güzelliğidir, çünkü
onun güzelliğine karışık veya benzer bu dünyâda olmadı ve olmıyacaktır. Velâkin
Hak-kın güzelliği bütün mahlûkâta bölünse ve Yusuf (A.S.) da bunlardan birini
görse bu güzelliğe gıbta ederdi, yani Yusuf’un güzlliği Hak-kın güzelliği
yanında bir hiç olarak kalırdı.
____________
Vezin: Mefâilün mefâilün feûlün
Yine dil na’atını söyler Muhammed,
Dil-ü can mülkünü toylar Muhammed.
Vücûd-u Muhammedî üç kısma bölünür: Biri Vücû-u Nûrânî, biri Vücud-u Misâlî, biri de Vücûd-u Unsurî dir.
Vücûd-u
Nurânî, “Evvele ma Halakallâh-i Nûri ve Evvele ma Halakallah-ı Rûhî “ ki, Evvele
mâ Halakallâhtır. Her şeyin ve her âlemin yaradılışı Nûr-i Muhammeddendir.
Vücûdu misâli : Rüyada görülenler Vücûd-u Misâlîdir. Diğerleri de Vücûd-u Unsurî
dir ki, bu âlemde kendileri sağ iken görülen aziz vücûdlarıdır. Kalp ve can
mülkü Hazreti Muhammedin Vücûd-u Nûrânîsinden yaradılmıştır.
Ne kâdirim seni meth etmeye ben,
Kemâhi methi Hak söyler Muhammed
Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk
Senin medhinde âcizler Muhammed.
“Ne kâdirim seni meth etmeğe ben”
“Kemâhî medhi Hak söyler Muhammed”.
Benim seni meth etmeğe gücüm yoktur. Gerçek olarak seni Yâ Resûlallâh Hak
metheder. Çünkü Hazreti Muhammedin vechi saadetlerine hiç kimsenin gücü yok idi.
Hatta Hazreti Ali (K.V) efendimiz : “Kim Hazreti Muhammedin gözü şöyle, kaşı
böyle derse yalan söyler. Ben damadı olduğum halde hiç yüzüne bakamamaşımdır “
buyurmuşlardır. Kitaplarda yazılı olan “şemâil-i Nebî “ Ebû Revvâhanın rivâyet
ettikleridir. Bu zat Hazreti Peygamberin üvey oğlu idi. Daha küçük yaşlarında
iken Hazreti Peygamberin kucağında dikkat edip yazarlardı. İşte eldeki “ Hilye-i
Saadet “ onun rivâyeti ile yazılmıştır.
Boyuna hil’at-ı levlâkı giyip
Düşüptür sâye serviler Muhammed,
Alır
şems-ü kamer nûru yüzünden,
Saçın velleyl-i yeldalar Muhammed.
Kaşındır Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ,
Dürründen açılır güller Muhammed.
“ Levlâke levlâke lemâ halaktül eflâk”. Öyleya eflâk Nûr-i Muhammedî den
yaradılmadımı? Nûr-i Muhammedî olmasaydı eflâk olurmuydu, olmazdı. Güneş ve ayın
nûru dahi Nûr-i Muhammedîdendir.
“Saçın Velleyl-i Yeldâlar Muhammed”
Hazreti Peygamberin saçı gayet siyah idi. Hani saçları beyazlaşmış dedikleri
yalandır. Hazreti Resûl altmışüç yaşında âhiret âlemine teşrif etti. Saçlarında,
sakallarında hiç ak yok idi. Yalnız dudak kısmında olan sakallarının telleri
biraz sararmıştı, ayni bir adam güneşte gezerse saçı biraz sararır öyle olduğu
gibi.
“Kaşındır Kâbe kavseyni ev ednâ”
Kaşları kâbe kavseyn idi demek ,iki kaşın arasında pek aralık yok idi, yalnız
bir çizgi ayırır idi.
“Dürründen açılır güller Muhammed”
“Dürründen gül hasıl oldu. Çünkü gül dürrüne âşık oldu. Cenâb-ı Hak dürrü
Muhammedinin kokusuyla güle tecellî etti . Anın için gülün kokusu çok güzeldir
ve koklamak sünnet-i seniyyedir.
Boyu eğmiş dürür çeşmine hayrân,
Çemen sahnında sünbüller Muhammed.
Lebin la’l-ü dehânın ma’denidir,
Lisânın vahyi Hak söyler Muhammed.
Boynunu aşağı eğerlerdi, güya yüksekten aşağıya iner gibi. Bundan dolayı kimse
mübârek yüzlerini göremez ve bakamazdı. Dudakları kırmızı idi.
Şu vaktin kim çıkıp gezdin semâyı,
Bulup Hazrette rif’atler Muhammed.
Kamû ervâh-ı Peygamber hem melâk,
Seni iclâle geldiler Muhammed.
Mirâc-ı Nebî hakkında üç söz söylenmiştir. Bunlardan biri İbn-i Abbas Hazreti
Resûl Hak-kı baş gözüyle gördü der. Başkaları basîretle,yani kalb gözüyle gördü
der. Hazreti Aişe-tül-kübrâ : “ Her kim Resûlüllâh Hak-kı baş gözüyle veya kalb
gözüyle gördü derse yalan söyler.” Müfessirin, yani açıklamacılar baş gözüyle
gören kalb gözüyle de görür ve kalb gözüyle gören baş gözüylede görür ve Hazreti
Aişenin sözlerine de, kendi ictihadı ile söylemiştir.deyip bahsi keserler.
Halbuki Hak-kı ancak Hak görür, başkası göremez Bu sebepten Hazreti
Aişe-tül-Kübrânın sözü tercih olunur, çünkü Rubûbiyetiyle Rubûbiyetini görür.
Hatta âhiret âleminde Hak görülecek denildiği işte budur. Mümin olanlar
kalbleriyle tasdik ettikleri şekilde ayda bir kere göreceklerdir.
Hazreti Aişe bizzat Resûlüllâhtan seyr-i sülük görmüştür. Hüneyn gazâsında
kendisine yapılan isnadların aslı olmadığı hakkında dört âyet-i kerime vârid
oldu. Sonra Hazreti Resûl Aişe-tül-kübrânın babası Ebû Bekir-is-Sıddık
hazretlerini çağırıp bu dört âyeti verdi.Ebû Bekir de harem-i saadete girip kızı
Aişeye verdi. Okuduktan sonra gidip Resûlüllâha teşekkür et dedi. Hazreti Aişe :
“ Vallah ben Allâhtan başkasına şükretmem “. Sonra hazreti Ebû Bekir dönüp
keyfiyeti Resûlüllâh Efendimize arzetti. Resûlüllâh buyurduki “ Onun makâmı
makâm-ı cemdir “ ve devamla. “ Men lem yeşkürünnâs lem yeşkürüllâh “, yani “
Nasa teşekkür Allâha teşekkürdür “. Ebû Bekir Sıddık gelip hazreti Aişeye bu
hadis-i şerîfi okudu ve ona “ Hazret-ül Cem’i “ telkin etti. Hazreti Aişede
gelip Hazreti Resûle şükretti. Şimdi Aişe-tül-Kübrâ’nın sözü ictihadına haml
olunurmu, olunmaz, zirâ nâsa şükretmek Hak-ka şükretmek olduğundan nâs mezâhir-i
Hak değilmidir.
Seni Şâhı âlem kılıp ol anda,
Kamûsu ümmet oldular Muhammed.
Niçün olmayalar ümmet ki Hak-kın,
Rızâsın sende buldular Muhammed.
Ne noksan ire câhına kılursan,
Niyâzî’ye şefâatler Muhammed.
Meleklerin de ona ümmet olması mahzâ teşrif içindir.Melek mükellef değildir. Hazreti Cibril’in önceleri namaz farz olunduğu zaman Resûllüllâha imamlık yaptığı yalandır, çünkü mükellef olmayanın mükellefe imam olması doğru değildir. O yalnız kendilerine namazın rüküunu ve secdelerini ve vakitlerini bildirirdi.
__________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Müşkülüm var size ey Hak dostları eylen reşâd,
Kim sevâbın vere olsun Hak katında bermurâd.
Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok,
Kesret içinde ne vahdettir ki ana yok idâd.
Nihayetsiz olan kesret içinde sayısız vahdet nedir? Vahdet, Hak-kın vücûdu,
kesret ise Hak-kın şuûnat ve ahvâlidir. Ahvâli, ilimde olan, yani (Zatın ilminde
olan ) malûmatın (bilgilerin ) sûretleridir. Yani tüm suretler İlâhi ilimlerin
sûretleridir. Cenâb-ı Hak Kur’ânı Keriminde : “ Küllü yevmin hüve fî şe’n “ yani
“ Cenab-ı Hak her an bir şe’n ve tecellîledir “ buyurmuştur. Bir tecellîsi iki
anda olmaz, hasıl-ı tahsil lâzım gelir, bir anda da iki tecelî olmaz, zirâ kayd
lâzım gelir.
Velâkin yalnız insanda değil, zerreden kıla kadar her birine bir anda bir
tecellîsi vardır.Çünkü her zerrede Hazreti Hak kemâli üzere mevcûddur. Bazı
şeyde zûhuru daha ziyâde, bazı şeyde butûnu daha ziyade olup, her şeyin vücûdu
Hak-kın vücûdudur. İşte sayılamaz vahdet bu demektir. Eğer insan, bitki, hayvan
gibi sayılabilirse, o zaman kesret olur ve ona “halk “ denir.
Çoktur envâr bu halkın biri insân üç bölük,
Biri ehl-i hayme, birisi kurâ, biri bilâd.
Üç bölükten üç bölük dâhi bölünmüş ey hoca,
Biri kâfir, biri mü’min biri ehl-i inkıyâd.
Kangısı Hak-dan irağ olmuş bunların söyle gel,
Kangısı kâdir ki Hak emrine eyleye inâd.
Hak-kın iken her tasarruf bu abes sözler nedir,
Nefs-ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd.
Dünyâ-vü ukbâ dahi hem haşr-ü neşr olmak nedir,
Bunları bildir bana hem ne dürür mebde-i meâd.
Ahirette cennet-i nirân-ü berzâh kim denür,
Bunların aslı nedendir oliser yevm-ittenâd.
Kahr-ü lûtfun illeti bir demenin aslı nedir,
Bu ikinin vahdeti midir acep râh-ı sedâd.
Yani râhat ayni mihnet, mihneti râhat mıdır,
Cümleden râzı mıdır Hak ber târik-i ıttırâd.
İnsanlar üç bölük, yani üç kısım halinde bulunurlar :
İnsanlardan bir kısmı çadırlarda yaşarlar, meselâ, bunlardan bazısı âşiret
halinde göçebe hayatı yaşarlar. Diğer bir kısmı ilçe köylerde yaşarlar. Üçüncü
kısım ise küçük büyük şehirlerde yaşarlar. Bunlarda üç çeşit insan bulunur. Biri
Kâfir, biri Mü’min, diğerleride inkiyâd ehli ki ( emirlere uyanlar) Enbiyâ ve
Velîlerdir. Bunlardan hangisi Hak-kın emirlerine karşı gelebilir ? Hiçbiri karşı
gelmeğe kâdir değildir, çünkü ef’âl, sıfat, zat Hak-kındır. İnat etmeğe
kalkışmak demek, bunların kendinin olması icabeder. Meselâ, köle efendisiyle
inat edebilirmi, edemez. Böyle olduğu halde mademki her tasarruf Hak-kındır, bu
boş sözler nedir? Nefs ve şeytan dediğin kimlerdir? Bir adamki kaderde şakîdir,
Şeytan ana musallat olur. Bir adam ki saîddir, şeytan ona ne yapabilir, bir şey
yapamaz.Kimse anı ifsad edemez ve ana kimse mani olamaz ve Hak-ka giden yolundan
alıkoyamaz . Burada derseki Kâfir, beni niçin Kâfir yarattın ? Cevap olarak :
“Dileseydin Mü’min yaratırdık, bu senin elindedir”. Bu ne gibidir, meselâ : Bir
adamın kendi malı olan bir ormanı var, tutar ormanından bir ağacı keser, O
ağacın bazı dallarından mertek ( kazık ) yapar, kalınca olanlarından kiriş ve
dikme yapar. Sonra o mertek derki : Niçin beni de kiriş yapmadın? Buna cevap
olarak ; sen incesin,senin kiriş olmaklığa kâbiliyet ve istidadın yoktur. Birde
şu misâl vardır : Kayısı veya zerdali derki : niçin beni de elma gibi yaratmadın
da böyle toparlak ve sarı renkte yarattın? Cevap olarak denir ki; sen
zerdalisin, zerdali böyle toparlak ve sarı olur, o ise elmadır.
Dünyâ vü ukbâ dahi haşr-ü neşr olmak nedir”
Haşir ve neşir şudur : Biz insanlar üç yerde toplanırız : Biri ahdü misâk için
Arafat vâdisinde toplandık. Biri berzah âleminde toplanırız, diğeride Ahiret
âleminde toplanırız. Arif olanlar haşir ve neşri daha bu âlemde görürler. “ Mutû
kable en temutû “, “ Ölmezden önce ölünüz “, hükmünce o Tevhîd-i ef’âlde ef’âli
Hak-ka verir, Tevhîd-i sıfatta sıfâtı Hak-ka verirler, Tevhîd-i Zatta zâtı
Hak-ka verir. Cem makâmında zâtı giyer, Hazretül cemde sıfâtı giyer, ve Cemül
–cem makâmında ef’âli giyer . Haktan Geldiğimiz cihetle başlangıcımız
Haktır.Hak-ka gideceğimizden dönüşümüz de yine Haktır.
“Ahirette cennet-i niyrân-ü berzah kim denür”
Ahirette İlâhî adalet icra olunacağından Kâfir cehenneme, Mü’min ile İnkiyâd
ehli cennete konulacaktır. Çünkü dünyâda iken bunlar üç çeşit meskende
yaşarlardı, kezâ âhirette de meskenleri başka başka olacaktır.
“Kahr-ü lütfun illeti bir demenin aslı nedir”
Doğru yol kahır ve lütfu bir bilmektir, çünkü kahır ve lütuf insanların
tabiatına göredir. Bir kimsenin tabiatına kahır olan, ötekinin tabiatına göre
bir lütuftur. Meselâ : Şehirlerde oturanlara göre ıssız bir köyde oturmak
kahırdır, halbuki oranın halkı için bir lütuftur. Anın kahrı şehirde oturmaktır
ki , bu halde şehirlerde oturanlar için bir lütuftur. Diğer bir misâl : Çalışmak
bir zahmettir, ancak çalışmağa alışmış bir işçiyi işinden çeksen aylaklık ona
azap verir, ancak o kimse çalışırsa rahat bulur. İşte rahatı mihnet, mihnetide
rahat bilmek bu demektir.
“İnnallâhe lâ yerdâ li-ibâdihil – küfür “.
Anlamı :
“ Hak Taâlâ küfrün kazâsına râzıdır, Hüküm ve kazâ eder, velâkin icrâsına, yani
küfür edilmesine râzı değildir “.
Bunu bir misâlle açıklayalım : Meselâ , Bir Hâkimin oğlu bir şey çalar, yani
hırsızlık yapar, onun bu hali şer’en isbât edilir.Karşısına getirilen oğluna
Hâkim elinin kesilmesini hükmeder.Halbuki Hâkim oğlunun elinin kesilmesine râzı
olmaz, yani Hâkim hüküm ve kazâya râzıdır, lâkin hükmün icrâsına râzı değildir.
Kezâlik Hak Taâlâ da küfrün kazâsına râzıdır, hüküm ve kazâ eder, velâkin
icrâsına,yani (insanların) küfür icrâ etmesine râzı değildir.
Hak tealâdan yakın insâna bir şey yok denür,
Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd.
Men aref le mâ remeyt-e iz remeyt-e remzini,
Fark ede gör mümkün ise ber sebîl-i infirâd.
Müşkülü çoktur Niyâzî’nin veli biri de bu,
Zâhid anlasa Hak-kı zühdü neden olur kesâd.
Haktan yakın insâna bir şey yoktur,yani O sana boynunun damarlarından daha
yakındır, çünkü vücûd Hak-kındır.
“Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd”
Şu halde Allâh kimdir.kullar kimdir ? İşte mutlak olan Allâhtır, mukayyed olan
kuldur.
“Men aref le Mâ remeyte iz remeyte” remzini”
“Men aref-e nefsehû fekad aref-e Rabbehû” , “Nefsini bilen Rabbisini bilir”
hadis-i şerîfini tefsirciler telakki etmediler, çünkü bu hadis-i şerif Hazreti
Resûlün vefatından sonra nakledilmiş olup, râvisi Hazreti Ömer (R.A.) dır.
Bir defasında Resûlüllâh Efendimiz Hazreti Ömer ile görüştüklerinde bu hadisi
söylemişlerdir. Bu hadisin doğruluğuna Kur’ânda bir âyet var mıdır? Evet vardır.
Esteîzü-billah: “Vemen yargab-ü an millet-i ;İbrâhîm-e illâ men sefihe nefsehû
velekad istefeynâhu fid-dünyâ ve innehû fil-âhiret-i lemines-sâlihîyn”âyet-i
kerimesidir. Yani “Millet-i İbrahimden olan kimse tevhîdden iyrâz eylemez (yüz
çevirmez, muhalefet etmez). Âyetteki, “Men sefihe nefsehû” demek “men cehile
nefsehû” yani “Nefsini bilmeyen tevhidden iyrâz eyledi”. İşte yukadıdaki âyet bu
hadisin doğruluğuna delildir. (Bakara suresi, âyet 130).
“Mâ rameyte iz rameyte” âyetine gelince; Bir defasında Hazreti Resûlüllâh
Efendimiz (S.A.V.) Kur’ânı azîymin sûreleri sayısınca, yani az sayıda Sahâbe ile
muharebeye gitti. Harp âletlerinden yanlarında az miktarda ok ve kılınç ile onüç
deve vardı. Düşman ise onyedibin kişilik bir ordu ile belirdi. O vakit Cebrâil
(A.S.) nâzil olup “Yâ Muhammed yerden bir avuç toprak al, Kâfirlerin gözlerine
saç”. Hazreti Resûl de yerden bir avuç toprak alıp düşman tarafına saçtı, toprak
kâfirlerin gözlerine girdi. Onlar gözleriyle uğraşırlarken, Sahâbe hücum edip
pek çoğunu katletti. Muharebeden sonra gazîler Hazreti Resûlün çevresinde
toplandılar. Bunlardan Hazreti Ali (K.V.): Ben düşmanın yüzotuzunu katlettim.
Hazreti Ebubekir (R.A.) ben de şu kadarını katlettim. Bu sırada Cebrâil (A.S.)
nâzil olup şu âyeti kerimeyi getirdi: “Felem taktulûhüm ve lâkin-nallah-e
katelehüm”, yani “O Kâfirleri siz katletmediniz, ancak anları Âllâh katletti”.
Sahâbe-i Kirâm Cem-makâmında oldukları için, Hazreti Peygambere de “İz rameyte”
denildiği gibi “iz kateltumûhüm “ denilmedi. Hazreti Resûl-ü Ekremin makâmı
“Âhadiyyet” olduğundan “Vemâ rameyte iz rameyte velâkin-nallâhe ramâ”, yani “Yâ,
Muhammed sen Kâfirlere toprak attığın vakit, sen atmadın ancak Allâh attı”
buyuruldu.
“Zâhid Hak-kı anlasa zühdü neden olur kesâd”
Zâhid Hak-kı anlasa Ârif olur. O vakit namaz kıl, Kur’ân oku, hayır işle diye
zühde dâir şeyleri durmadan teklif etmez, çünkü zühtü zaten kalmazki. O bilirki
fâil, mevsuf ve mevcûd olan ancak Hak-tır.
--------------------
Arabca şiir :
Vücûdun kad bedâ fî külli mevcûd
Nukûşun kad bedet min ayni meşhûd
Feküllin bi i’tibâri aynin halk
Ve fittahkiki zâtu aynin ma’bûd
Ve mâ filkevni gayrül Hakk-i aslâ
Ve mâ fizâhiri illâ aslı maksûd
Yurâ bahrün lehu alâfu mevcin
Hüvel mevcûdu vel emvâcu mefkud
Feyâ insânu vemâ insânu Hakk-un
Lefî küllil avâlimi ente Mahmûd
Şerhi : Hakk-ın vücûdu her bir mevcudda zâhir oldu. Bu nukûş ( nakışlar) yani bu
görünen sûretler ayni meşhuddan zâhir oldu. Daha açıkçası parmağını şöyle
kaldırsan Hak-ka vâki olur. (vüsul bulur ).
“ Ve fittahkîki zâtu aynin halk “
Hak-kın vücûdundan başka vücûd yoktur. Velâkin her biri Ahmed, Mehmed, Hasan,
Hüseyin, Bitki, hayvan itibariyle halktır. Halk denilir tahkikte ise ayni
Ma’buddur.
“ Ve mâ filkevni gayrül Hakk-i aslâ “
Kevinde, yani mükevvenatta ( yaratılmış bütün mevcudatta ), Haktan gayri aslâ
yoktur.
“Ve mâ fizzâhiri illâ aslı maksud “
Zâhirde (görüntülerde, görünenlerde ) Haktan gayri yoktur, illâ oldur, asıl
maksuddur, yani istenen “ O “ dur.
“Yurâ bahrün lehu alâfu mevcin
Hüvel mevcûdu vel emvâcu mefkûd”
Denizden görülür nice bin dalga olur, halbuki hava sâkin olunca dalgalardan eser
kalmaz,geriye deniz kalır,dalgalar kaybolur, Çünkü dalgalar denizden başka bir
şey değillerdi. Sen tuttun onlara vücûd verdin.
“Feyâ insânu vemâ insânu Hakk-un
Lefî küllil avâlimi ente Mahmûd”
Ey insan, insan Hak değildir. Çünkü insan mukayyeddir (insan olarak ona isim
verilmiş kayıdlandırılmıştır.) Mukayyed olana Hak demek küfürdür. Velâkin
âlemlerde mahmud Haktır.Zirâ Hak ve Rab manâları itibariyle sabit, yani değişmez
demektir.
“Lifânûsil mezâhiri ente şemün
Liküllil vâridâtı ente mevrûd
Lekel kâfu lekel ankâ camîâ
Lekel kahru lekel lütfu lekel cûd
Vefî da’vâke ma’rûzul emâneti
Vefî ma’nâke ma’rufun ve mescû
Bu mazharların fenerlerinin mumu sensin.
Her bir halin ile bu âleme gelirsin,gelen sensin. Kâf senindir, Ankâ senindir,
kahır senindir, lütûf senindir, cûd (cömertlik ) senindir, Yani tek kelime ile
herşey senindir. Kâf, bahr-ı muhitten (dış deniz,büyük deniz) öteye zebercedden
bir dağdır ( zeberced, zümrüt dediğimiz değerli yeşil bir taş ).Yüksekliği
yedibin yıllık yoldur. Birinci kat gök onun üstünde kuruludur.
Hatta göğün böyle mavi renkte olması güneş vurup o dağın yansımış olmasıdır.
Oraya kimse gitmez, Yalnız Ehlullâh gider. Hatta Ehlullâhtan iki zat oraya
gitti. Orada gezerlerken Hayye diye bir yaratığa rastladılar,bunlara:
“ Ebû Medyen-i Mgribî yi gördünüzmü ? “ Bu iki zat : “ Sen onu nereden
biliyorsun “diye cevap verdiler. “ Niçin bilmeyeyim ,sen ve sen,filan filan
değilmisiniz. Bir adam Hak-kı sevdiği vakit göklerin meleklerine ve bize de
tenbih edilirki, filan adam Allâhı sevdi, Allâh dahi anı sevdi,siz dahi anı
sevin. İşte bu sebeple anı biliyoruz ve anı seviyoruz”.
“Felil esmâi leyset ayn-ün aslâ,
Müsemmel küll-i ayni gayr-i ma’dûd.”
İsimler için ayn yoktur. Yani Ahmet, Mehmed, Hasan,Hüseyin, Bitki Hayvan, ağaç,
taş gibi şeyler için ayn (bir şeyin cevheri,aslı )yoktur. Bunların aksinin
müsemmâsı ayn’dır, yalnız sayısız olarak,zirâ sayılırsa o zaman halk olur. Çünkü
“ Cem “ makâmında çoğalma yoktur, zirâ çoğalırsa o zaman halk olur. Velâkin
“Hazretil cem “ makâmında’ki şerîat makâmıdır,orada teaddüd, yani çoğalma
vardır. Velhasıl çoğalma görülmediği halde, yani insan, hayvan veya bitki
görülmediği vakit Hak-tır.İnsan,Hayvan,bitki görüldüğü vakit’de Halk’tır. Aksi
halde onlara Hak demek küfürdür. Yani daha açık bir ifâde ile insan veyahut sâir
şeye Hak diyen kimse kâfir olur.
Ve mel-Mısrî illâ bi-i’tibâr-i
Ve innî küll-i mevcûd-i ve ma’hûd.
Arabca şiir :
“Künnâ zevât –el rüşd-elnâ hayât-il ebed,
Lemâ yedâ min Ahmed-i envâri sırassamed.
Resûluna Muhammed habîbinâ Muhammed,
Şefiinâ Muhammed kad câenâ bil-meded.
Şehri-is-sıyâmı kad etâ bilcûd-i min bahr-il atâ,
Ehlen ve Sehlen merhabâ envârı sırras-semâ
Resûlüna Muhammed Nebiyyinâ Muhammed,
Şefiinâ Muhammed kad câe bil-meded.”
Arabca olan bu şiirin şerhinde Muhammed Nûrul-Arabî hazretleri : Hazreti
Cibril,hazreti Mikâil, hazreti İsrâfil, hazreti Azrâil, ve Enbiyâ ve Veresenin
cümlesi, Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dâiresindedir, zirâ bu dâire asâleten
Resûlüllâha mahsustur. Sırrı samed nûrları, yani Hak sırrının nûrları Hazreti
Resûlden zâir olduğu vakit, yani Hazreti Resûlun nûru yaratıldığı vakit, biz
ebedî hayata nâil olduk. Mısrî Efendi diyorki bu şiirinde: Resûllüllâhın nûru
yaratıldığı zaman ben de o dâirede rüşd sâhibi idim ( rüşd sâhibi demek hakikat
yolunda yürüyenlerdendim ).Ben de o dâirede bulundum.
Şehrüs-sıyâm demek, yani Ramazan bahr-ı atâdan geldi. O da sırrı samed
nûrlarıdır.Bu esmâ-i Hüsnâ da da vardır. Şehr-i Ramazan Şehrullâh demektir.
Mısri Divan 4
Vezin : Mefâîlün mefâilün mefâîlün mefâilün
Ezelden nârına aşkın yana geldim nihân içre,
Akıttım nîce dem yaşlar gözümden dolu kan içre.
Hak ile bînişân iken kamû canlara cân iken,
Düşürdü bî-mekân iken beni kevn-ü mekân içre.
Nice geldim, nice gittim nice doğdum,nice öldüm,
Nice açtım, nice soldum, şol gül gibi cihân içre.
Bulut olup göğe ağdım, matar olup yere yağdım,
Güneş olup gehi doğdum zemîn-ü âsümân içre.
Herkes ezelde ne ise burada da odur, hiçbir değişme veya değişiklik olmaz, yani
burada kâmil olan ezelde ruhlar âleminde iken de kâmil idi. Ârif olan burada da
Ârif olur, mü’min olan mü’min, kâfir olan kâfir, âsi olan âsi, fâsık olan fâsık
olur. Velhâsıl ezelde her ne ise burada da odur.
“Bulut olup göğe ağdım matar olup yere yağdım “
Bulutlar, yağmur olarak dört rüzgârın yardımıyla vücûda gelir. Önce poyraz eser,
yeri ve suları serinlendirir, sonra güneşin hararetinden dört mil yukarıya kadar
buharlar yükselir. Sonra batı rüzgârları esip o buharları yürütür,doğu
rüzgârları eserek onları bir araya toplar, sularının tadını değiştirir, en
sonunda güney, yani kible rüzgârları bulutları yağmura çevirerek yağdırır.
“Güneş olup gehi doğdum zemîn-ü âsümân içre “
Güneş yeryüzüne arka yüzüyledir. Önyüzü Arş-ı alâya doğrudur, yerleri ve gök
yüzünü nûrlandırır. Birici kat gökten ikinci kat gök büyüktür. İkinci kat gökten
üçüncü, üçüncüden dördüncü, dördüncüden beşinci, beşinciden altıncı, altıcıdan
da yedinci gök daha büyüktür.
“Nebat olup nice devrân nice demde olup hayvân”
Geyürdü sûret-i insân bana devr-i zamân içre.
Niyâzî Hazretleri bu şiirlerinde insanın bir çok devirlerden geçtikten sonra
nasıl insân sûretiyle bu âleme geldiğini açıklar. İlâhi mertebeler
yirmisekizdir:
Birinci mertebe Nûr-i Muhammed (S.A.V.) dir. Sonra sırasıyla Nefs-i kül gelir,
bu ruhlar âlemidir. Nefs-i külden tabiat, tabiattan heyûlâ, heyûlâdan cism-i
kül, cism-i külden şekil, şekilden arş, arşdan kürsî, kürsîden yedi kat gök,
göklerden ateş küresine, ateş küresinden hava küresine, andan su küresine, andan
toprak küresine, andan madenlere, andan bitkilere, andan sonra da İNSÂN’a gelir.
Bu devir şer’îdir, yani âyet ve hadisle sabittir.
Ahadiyyetüsseyir olan Kâmiller hiçbir mertebede gecikmeyere ezelde oldukları
gibi, burada da İnsân suretinde Kâmil olarak gelirler, yani onlar Kâmil olarak
doğarlar. Anların dâvete ve mürşide ihtiyaçları yoktur.Ancak bu mertebelerde
gecikene Tevhîd biraz güç gelir, ne kadar gecikme olursa, o kimsenin Tevhîde
istidâdı uzak olur. Bu husus şer-i devirde yenilmeyen bitkiye gelmişse ve o
bitkiyi de bir hayvan yerse, önce madene verir ve böylece insanın Kâmil insân
olması gecikir. Bu sebebten bu gibilere halvet ve riyâzet verilir.
Çü insân sûretin buldum Hak-ka hamd-ü senâ kıldım,
Fenâ ender fenâ oldum bekâ-i câvidân içre.
Erişti ma’rifet nûru gönül oldu Hak-kın Tûru,
Niyâzi duydu çün sırrı gümân etti iyân içre.
Bu şer-î devirden başka bâtıl olan devirler vardır, dört adettir : Biri Temâsuh
devridir, diğeri tenâsuh devri, diğeri tefasuh devri, dördüncüsü de terasuh
devridir. Bunlardan biri insan kemâl mertebesini bulmadan ölürse, yine insan
olarak gelir, bu devir kemâl buluncaya kadar devam eder. Diğeri o bir hayvan
olarak gelir, bunların dördüde bâtıl inanışlardır. Hiç insan suretinde gelen
tekrar hayvan ,bitki ve maden olarak gelirmi? Gelmez.Temâsuh devrine inananlar (
ruhun bir cisimden diğerine,insandan hayvana ve hayvandan tekrar insana geçmesi
) Yahudilerdir, Bir kısım Bektaşilerde onlara uyarlar. Tenâsuh devrine
inananlarda Hristiyanlardır. Hak mezhebi üzere olanlar şer’î devre inanmış
olanlardır.
“Çü insân sûretin buldum Hak-ka hamd-ü senâ kıldım”
Mısrî efendi bu beytinde ; İnsân sûretinde geldiğime hamd ve senâlar
kıldım.Hak-kın ef’âl, sıfat ve vücûdun Hak-kın olduğuna vâkıf oldum, yani
Fenâfillah olup Bekâbillâhı buldum demek isterler.
Uyan gafletten en nâim Hak-ka yalvar seherlerde,
Döküp acı yaşı dâim Hak-ka yalvar seherlerde.
Kapusunda durup her bâr yüzün dergâhına tut var,
Yürekten kıl demâdem zâr Hak-ka yalvar seherlerde
Seherlerde açılır gül anınçün zâr eder bülbül,
Uyanıp derd ile ey dil Hak-ka yalvar seherlerde.
Gel ey miskin biçâre dolaşma gezme âvâre,
Dilersen derdine çâre Hak-ka yalvar seherlerde.
Açılır bâb-ı Sübhânî çekilür hân-i sultânî,
Dökülür feyz-i Rabbâni Hak-ka yalvar seherlerde
Seherde kalkuben her gâh yüzün yere sürüp kıl âh,
İre lütfu sana nagâh Hak-ka yalvar seherlerde.
Seherde uykudan uyan Niyâzî durma derde yan,
Ola kim erişe dermân Hak-ka yalvar seherlerde.
Zâhir üzere takrir olunmuştur. ( Hacı Maksut efendi ).
-------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kalbini bâğ-ı cinân et ravza-i tevhid ile,
Can dimâğın kıl muattar nefha-i tevhîd ile.
Kâbe-i nûr-i siyâhın bî-nihâyet yolların,
Kat’eder erbâb-ı aşk bir lemha-i tevhîd ile.
Allâha giden yollar sonsuzdur. Zirâ “ Etturuk-u illallâh bi-aded-i
enfâs-ül-halâik “, yani “ Allâha giden yollar yaradılmış olan nefsler
sayısıncadır “. İnsan olsun, cin olsun, hayvan olsun ve diğer yaradılmışlar
olsun ,ne kadar nefisler varsa, Allâha giden o kadar yol vardır.
“Her ne denlü rû siyâh ettiyse isyânın seni,
Ağarır bî-şek yüzün bu garra-i tevhîd ile “.
Mısrî efendi burada isyânı kendisine nisbet etmiştir. Çünkü şer’i hüküm böyle
icabettirir. Kalallâh-i Taâlâ : “ Mâ esâbe-ke min hasenetin feminallâh vemâ
esâbeke min seyyietin femin nefsike...” yani “ Sana isâbet eden güzel şeyleri
Allâhtan ve sana isâbet eden fena şeyleri de kendi nefsinizden bilmelisiniz “.
Peygamber Efendimiz zamanında Medine yahudileri bir hayır olsa, bu hayır
Allâhtandır derlerdi. Bir şer olsa, burada Muhammed bulundu da bu şer isâbet
etti ve bu şer Muhammedin yüzündendir diye gürültü ederlerdi.O zaman şu âyeti
–kerîme nâzil oldu : “ Kul küllü min indallâh “,yani “ Söyle ey Habibim herşey
Allâhtandır “, yani “Hayır ve şerrin yaratıcısı ve mûcidi Hak Subhânehû ve
Taâlâdır “. Bazı zümreler hayrı Allâh şerri de Şeytan yaratır derler, yukarıdaki
âyet-i kerime onların bu iddialarını kesinlikle reddeder. Bunlardan Süneviye
tâifesi hayır Allâh,şerri de Şeytan yaratır, Kaderiye tâifesi de mecbûrî
fiilleri Allâh,ihtiyârî fiilleride kul yaratır derler. Bunların hepsi küfürdür,
şiktir ve bâtıldır.Çünkü o zaman Hâlik iki olur, Biri Hak, biri de Şeytan. Hayır
ve şerrin yaratıcısı Allâhtır.Lâkin şer’an hayır Hak-ka nisbet olunur. Zuhûr
ettiği mazhar da böylece ameline göre sevâp ve mükâfat görmüş olur.Şer kula,yani
nefsine nisbet olunur ve şer’î hüküm ile kısas icra edilir ;yoksa hayır ve
şerrin yaratıcısı Allâhtır,fakat şer’î hüküm buna göredir,ve bu hususu böyle
bilmek iktizâ eder.
“ Mâverâ-i ins-ü cinni seyredip arşa çıkar,
Kim ki mi’râç eylediyse cezbe-i tevhîd ile.
İns ve cin mi’râç edemez. Âdem (A.S) dan önce bu dünyâda cinler vardı, bunlar
birinci kat göğün altına kadar çıkıp meleklerin sözlerini duyarlardı.Hazreti
Resûl dünyâyı teşrif edince bunlara bu husus yasaklandı ve bir daha yukarı
çıkamadılar. İns de mi’râç edemez. Mi’râç-ı cismâni Resûllüllâha mahsustur.
Mi’râç-ı ruhâni ise her bir Nebî ve Velî ve Verese ( Vâris-i ulûm-u Nebî olanlar
) yapar. Meselâ, burada otururken onlar kendisinden geçerler veyahut rüyâda arş
ve kürsî ve feleklere yükselirler ve orada feleklerin ilmini öğrenirler.
“Ey Niyâzî Ârif-i billâh gönülden selb eder,
Onsekizbin perdeyi bir lem’a i tevhîd ile.”
Lem’a i Ârif’i Billâh olanlar onsekizbin âlem perdesini kaldırırlar, yani bir
tevhîd parıltısı ile kendi gözünde olan bütün âlemlerin perdelerini kaldırıp
yükselirler,esasen Hak gizli değildir,gizlilik kuladır.
_______________
Vezin : Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâîlün
Ahvâl-i serencâmım bu saate erince,
Demem sana icmâlin tâ gâyete erince.
Biz beş er idik çıktık bir demde yola girdik,
Kırk yılda Pîr’e erdik bu sohbete erince.
Her yaneye çalındık çok adları takındık,
Dört tekbiri bir kıldık ta kâmete erince.
“Biz beş er idik çıktık bir demde yola girdik “
Beşerden murad edilen burada nefis, rûh, kalb, hafî ve sırdır. Nefis kesret
sever, rûh ise vahdet sever,yani ruh makâm-ı Cem, nefis ise makâm-ı
Hazret-ül-cemdir. Cemde Vahdet zâhir, Hazret-ül-cem de kesret zâhirdir. Kalb ise
makâmı Cem-ül cem, ki dâimâ takallüpte, yani değişikliktedir.Sır makâm-ı
Ahadiyyet, hafî de zattır. İşte bu beş er nefiste yola çıktık.
“Kırk yılda pîre erdik bu sohbete erince”
Kırk yılda Pîr’e erdik.Çünkü tevhid ehlinin buluğ çağı, yani kemâle erme çağı
kırk yaşındadır. Nasıl bir çocuk onbeş yaşında buluğa ererse, kezâ tevhîd ehli
de kırk yaşında buluğa erer, hatta Nebîler bile kırk yaşın-dan önce
Peygamberliklerini bildirmediler. Hazreti Peygamber efendimiz :“ Küntü Nebiyyen
ve Âdeme beynel mâe vettîn “, “ Ben Nebî iken Âdem su ile çamur arasındaydı.”
Böyle olduğu halde kendileri kırk yaşından önce izhâr-ı Nubüvvet
(Peygamberliklerini ortaya koymaları) etmediler.Böylece tevhîd ehli de kırk
yaşından sonra tevhîdin kemâline erer.
“Dört tekbiri bir kıldık tâ kâmete erince”
Dört tekbirden murad edilen cenâze namazıdır. Bizim daha önceden cenâze
namazımız kılındı ve “ Mutû kable en temutû “, “Ölmezden önce kendi
ihtiyârınızla ölünüz” sırrına mazhar olduk demektir.
Çün kâmet alıp durduk divânına el bağlu,
Veçhini iyân gördük bu hayrete erince.
Tâat bu imiş ancak,râhat bu imiş ancak,
İzzet bu imiş ancak bu hizmete erince.
Kesret idi bir oldu, sûret idi sır oldu,
Zulmet idi nûr oldu bu âyete erince.
Çün cân ile bir idik ebdân ile dağıldık,
Âhir ki deme erdik bu vahdete erince.
Bindörtyüz kanat açtım altıyüz dahi koştum,
Tâ onbeşe dek uçtum bu hâlete erince.
Dünyâyı nider âşık , ukbâyı nider sâdık,
Mısrî ola gör ayık sen vuslata erince.
“Vechini iyân gördük bu hayrete erince”
Burada hayretten murad ise Hayret-i İlmiyyedir. Hazret-i Resûl duâsında :
“Allahümme zıdnî fîke tahayyüren “.anlamı : “Allâhım hayretimi arttır” buyurdu.
“Çün cân ile bir idik ebdân ile dağıldık”
Can kimdir? Nûr-i Muhammed (S.A.V) dir. İşte o can ile bir idik, ,bedenlerle
dağıldık.Meselâ, güneş birdir,lâkin ışığı heryerde dağılmıştır.Her-
kesin evlerinin pencerelerinden girer,ışık bir iken heryere dağılmakla
çoğalır.Bu âlemlerin hepsi Nûr-i Muhammedînin tafsîli değilmi? İcmal kimdir?
Nûr-i Muhammed (S.A.V) dir.
“Bindörtyüz kanat açtım altıyüz dahi koştum”
Bindörtyüz kanattan murad edilen, Mısrî efendi Halvetiye tarikatındandır.
Halvetiye yedi esmâya devam ederler ; yani onlar makâmları yedi esmâ ile telkin
ederler : Lâ ilâhe illallâh, Allâh, Hû, Hak,
Hayy, Kayyûm, Kahhâr .” Şimdi Esmâ-i Hüsnâ Doksandokuz, bir de zat yüz eder.
Allâh ismi,ism-i câmidir, yani bütün isimleri ifade eder.Yediyüz isimden
Yediyüzü zâhir, Yediyüzüde bâtın olmak üzere toplam Bindörtyüz eder.Çünkü onlar
herbir ismin nûrunu görürler. Kiminin nûru yeşil, kiminin
de sarı ve sâiredir. İşte Bindörtyüzde kanat açtımın anlamı budur. Altıyüz dahi
koştum, bundan da murad, Halvetiye tarikatinde hilâfet verdikleri vakit, hilâfet
sırrı olarak daha üç isim tâlim ederler. Bu isimlerden biri,” Vedûd”, biri
“Gaffâr”, diğeride “ Rezzâh “ dır.
Vedûd ismiyle muhabbeti İlâhiyye (Allâh sevgisi ) hâsıl olur. Gaffâr ismiyle
mağfiret istenir. Rezzâk ismiyle de rızık talep edilir. İşte bu üç isim yüzerden
üçyüz eder. Bunun üçyüzü zâhir, Üçyüzüde bâtın olmak üzere toplam Altıyüz eder.
Bindörtyüz de önceki isimlerden, tüm toplam İkibin eder,böylece onlar ikibinin
ismini dâima zikrederler.
“Tâ onbeşe dek uçtum bu hâlete erince “
Onbeşe dek uçtum demek, işte buluğ yaşına kadar demektir. Tevhîd ehlinin kemâlce
buluğa eriş yaşı kırk yaşındadır.
_______________
Vezin : Mefâilün mefâilün feûlün
Dönmek ister gönlüm cümle sivâdan,
Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.
Geçmek ister gönlüm mülk-i fenâdan,
Geçelim âşıklar Mevlâ derdiyle.
Derde düşen âşık nitsün cihânı,
Derd ehlinin dâim yanmakta cânı,
Döner arzulayıp vasl-ı canânı,
Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.
Ay-ü gün yıldıztar hem nüh felekler,
Arşın etrafında saf saf melekler,
Meydân-ı aşkta cevlân ederler,
Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.
Ta’n eyleme zâhid benim hâlime,
Dahleyleme hergiz bu devrânıma,
Dermânı devrânda buldum cânıma,
Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.
Baş açıp girelim aşk meydânına,
Mansûr olurum Enel-Hak meydânına,
Yanmakta Niyâzî şevkin nârına,
Yanalım âşıklar Mevlâ derdiyle.
Zâhir üzre takrir olunmuştur. ( Hacı Maksut Efendi)
________________
Vezin : Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâilün
Bilmem nitsem neylesem bu halvetin şerbetine,
Bu cânı teslim eylesem bu halvetin şerbetine,
Hep bu gökleri indirseler şerbet ile doldursalar,
Biricik bizi kandırsalar bu halvetin şerbetine.
Şerbeti gönderdikte Hak öğünce gün olsa çerak,
Yıldızlar olsa hep çanak bu halvetin şerbetine,
Duysa bunu şâh-ı cihân katresine verirdi can,
Olmaz bahâ kevn-ü mekân bu halvetin şerbetine.
Bu bir aceb ilden gelir ancak bunu içen bilir,
Kim tatsa hayrette kalır bu halvetin şerbetine,
Her kime olsa feth-i bâb içer anı görmez azab ,
Cism-ü cânı eyler kebâb bu halvetin şerbetine.
Şerbetimiz tükenmedi içenleri usanmadı,
Niyâzî hergiz kanmadı bu halvetin şerbetine.
Tevhîdde iki vecih vardır: Biri celvet, diğeri de halvettir. Celvet, cem makâmı
olup Hak zâhir, Halk bâtındır. Halvette ise Hazret-il-cem ki , şeriat makâmıdır,
halk zâhir, Hak bâtındır. Halvet ehli sıfâta kadar makâm gösterir, onlara
“Sıfâtiyyûn” tâbir olunur. İşte onların makâmları şerîat makâmıdır ki, hicap
makâmıdır. Celvet ehli zat makâmına kadar makâm gösterir, onlara da “Zâtiyyûn”
tâbi olunur. Cem makâmı Hakikat makâmıdır. Hakikat makâmında ise Hak zâhirdir.
----------------
Vezin: Mef’ûlü Fâilâtün mef’lü fâilâtün
Ey bî-misâl vâhid-i hüsnün misâl içinde,
Âyînenin göründü bir hub cemâl içinde.
Düştü kamû heyâkil kâmetine mukâbit,
Cünbüşü gösteren sen şekl-ü hayâl içinde.
Bu san’atı kim bilür, bu kudreti kim görür,
Bu vuslatı kim bulur ceng-ü cidâl içinde.
Kande bulur isteyen lütfunu ey dost senin,
Çünkim anı gizledin kahr-ü celâl içinde.
Kur’ânı Kerîmin Şûrâ sûresinin 11. Âyetinde Cenab-ı Hak :
“Leyse kemislihi şey-ün ve hüves-semî-ül-basîr”, “Onun misli hiçbir şey yoktur
ve O her şeyi işiten ve görendir” buyurulmuştur.Yani Hak Subhânehû ve teâlâ
Hazretlerinin misli gibi bir şey olmadı. Hak-kın misli Âdem. “Halak-alâhü âdem-e
âlâ sûretini”, yani “Cenab-ı Hak Âdemi kendi sûreti üzere halketti”. Çünkü âyeti
kerîmede Hak-kın misli isbat olundu. Âdem ise Hak-kın isim ve sıfatlarını
câmidir, hakikatta aynı Haktır. Zirâ, hakikatta Hak-kın misli yoktur, Âdem
yanlızca bir mazhardır. Âdemden, yani Âdemle zuhûr Hak-tır. Bütün sûretler onun
kâmetine mukâbildir. Hayâl içinde alan, veren, giden, gelen Hak-tır.
Mushaf-ı hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben,
Burc-u belâda gördüm kendimi fâl içinde.”.
Taliimi yokladım mihnet evinde buldum,
Anın için yürürüm herdem melâl içinde.
Kismet-i rûz-i ezel aldı kâmû nasîbîn,
Kimisi buldu râhat kimi nükâl içinde.
Sahabeden Sa’d ibn-i Zübeyr (R.A) hazretleri önce Enbiyâya üç ihlâs okur, sonra
Kur’ân-ı Kerimin bir sahifesini açarak sonuna kadar okur, behemehal isâbetli bir
âyet bulurdu.Mısrî efendide kendisini belâ burcunda gördü,Mûsa hadisesi isâbet
etmişti. Onun hayatı hep mücadele ile geçmiştir
Firavun ile muharebe etti, Firavun boğuldu, sonra kavmi buzağı yapıp ona taptı
vesâire gibi. Hazreti Mısrînin zamanında da Mûsa zamanı gibi birçok tarikat
ehliyle Ehlullâhı inkâr edenler vardı. Onlar durmadan tevhîd ehliyle uğraşırlar
ve onlara rahat vermezlerdi.
“ Kimisi buldu rahat kimi nükâl içinde “
Dünyâ ile rahat bulupta kendisinde İlâhi aşk bulunmayan ve gam sâhibi olmayan
Âdemi sen adam sayma, o hayvandan daha aşağıdadır,yani o delâlet içindedir.
Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde,
Kaldı başım anın çün fitne vebâl içinde.
Gamsız olan adamı sanma anı âdemi,
Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde.
Şadlık ehl-i aşka, aşkın gamıdır veli,
Şol ayrılık güzeldir ola visal içinde.
Haddin tecellîsine müştak olur bu cânım,
Görmedi çoktan anı şol zülf-ü hâl içinde.
Mescide varmak ile zevke ereydi zâhid,
Kılmazdı da’vâyı ol bu kîl-ü kâl içinde.
Meyhânede bir kadeh nûş etmeği vermezem,
Bin şuğluna Sofinin tekyede şâl içinde.
“ Meyhânede bir kadeh nûş etmeği, Sofinin tekyede şal içinde bin şuğlüne vermem
“ beyitlerini anlamak için önce şu hikayeyi anlatalım : Hazreti Resûl bir
defasında hazreti Ömerin hanesini teşrif etti ve onu “Tevrat”okurken gördü.O
zaman Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) “ Lev kân-el Musâ litebaanî “yani “ Hazreti Musâ
(A.S) şimdi yaşasaydı, bana tâbi olurdu”. Bu şu demektirki, o da bana ümmet olur
ve tâbi olurdu. Bundan anlaşılıyorki, gerek Tevrat, ve gerek İncil ve Zebûrun
hükümleri nesh (kaldırıldı ) olundu. Onlar ile amel etmek küfürdür. Ancak onlar
da Allâhın birer kitabı olduklarından Kur’ân gibi hürmet ve tâziym eylemek
vâciptir. Kezâlik Hıristiyânların kiliselerine ve Yahûdîlerin Havralarına,
İslâmın Mescid ve Camileri gibi riâyet ve saygı göstermek lâzımdır. Çünkü eski
mabedlerdir. Anların duvarlarına pislemek ve pislik atmak câiz değildir, aynı
camilere yapılmış gibi olur: Özetle söylemek icâbederse tâziym ve saygıda
Tevrat, İncil ve Zebûr ile Kur’ânın hiçbir ayrılığı olmadığı gibi Cami, kilise
ve havraların birbirlerinin arasında hiçbir fark yoktur,yalnız o kitaplarla âmil
olmak ve bu gibi mâbedlere girmek haramdır.
Mescid-ü meyhâneyi fark eylemem zâhidâ,
“Göründüm ise ne var hâ ile dâl içinde.”
Mescid ile meyhânenin şerîat ve tarikatta farkı vardır. Çünkü şerîat ta mescid
ibâdet yeri, meyhâne ise isyân ve günâh yeridir. Tarikatta ise mescid mazhar-ı
cemâldir, yani Hak-kın cemâl yüzüdür. Meyhâne ise Hak-kın celâl yüzüdür, velâkin
hakikatta hiçbir farkı yoktur. Mısrî efendi de bir hakikat ehli olduğundan
mescid ile meyhâneyi ayırt etmediği yukarıdaki beytinde söylüyor. Çünkü;
“Fe-eynemâ tüvellû fesemme vechullâh”, yani “Her nereye teveccüh edersen Hak-kın
yüzüdür” buyurulmuştur. Gerek mescid, gerek meyhâne olsun ey Niyâzi.
“Ver serini Niyâzî sırrını verme yâde
Nadâna sırrın veren kalur vebâl içinde”
Başını ver, ama sırrını verme yabancı olanlara, yani câhillere. Bu ilâhi sırları
ortalığa yayanlar vebal içinde kalırlar. Kur’ânı Kerîmde Cenâb-ı Hak:
“İnn-allâhe ye’müruküm en tüeddül-emanât-ı ilâ ehlihâ”, yani “Emânetleri ehline
veriniz, ehil olmayanlara vermeyiniz”. Özetle söylemek icâbederse; emânetleri
(burada tevhîd emâneti) ehline vermekten kaçınma yalnız ehil olmayanlara
vermeyiniz demektir.
Mısri Divan 5
Vezin:
Mefâilün Mefâilün feûlün.
Gel ey sofî çıkar sofu kıl insâf,
Ko sûret düzmeği kıl içini sâf.
Riyâ ile bu ömr-ü nâzenini,
Nice bir sarf edüp edersin isrâf.
Burada sofî, softan müştaktır, ondan hırka ve taç yaparlar. İnsâf et, bu sûret
düzmeği bırak. Riyâ ile ömrünü sarfederek isrâf ettin.
“Kuru davâmı sandın sen bu ilmi,
Bu yola böylemi gittiler eşraf.”
Bu Tevhid ilmini sen kuru bir davâmı zannedersin. Eşraf bu yola böylemi
gittiler? Kâmilliğin nişânı bumudur? Sana Şeyh denilsin, etraf, eknaf sana
derviş olsun diye mi ? Eyvâh, böyle mürşidlik gösteriş ile olmaz. Bu sıfatlar
kemâl ehline yakışmaz, kalbini pâk ve hâlis eyle ve şunu iyi bil ki Sarrâf, yani
Hak celle şânuhû saf olmayan kalbi beyenmez.
Dahî kâmilliğin bumu nişânı,
Sana derviş ola etrâf-ü eknâf.
Değil vallâhi Mürşidlik bu resme,
Kemâl ehline yakışmaz bu evsâf.
Arıt pâk eyle kalbin eyle hâlis,
Beğenmez böyle kalbi anla sarrâf.
Hakîkat kârbânına uyagör,
Kati rûşen yola gider ol esnâf.
Fenâ Kâfından aşır yolları hep,
Bekâ Ankâsına olurlar ezyâf.
Bu yolu cümleden âlâ tutarlar,
Sarây-ı vahdete erişen eslâf.
Hakikat kervânına uy. O esnaf, yani hakikat ehli ancak açık yola giderler.
Onların gizlilikleri yoktur, her halleri açıktır, onlar gösteriş filan gibi
şeyleri bilmezler.
“Fenâ Kâfından aşır yolları hep “
Burada “Fenâ Kâfından “ murad “Fenâ-fillâh “ olmaktır. Çünkü fenâ bulmak
zordur.anın için onu yüksek olan Kaf dağıyla teşbih ederler. “Bekâ Ankâsı “ ki “
Fenâ-fillâh ” olan “ Bekâ-billâh “ da misafir olur.
Hurûfa bakma andan içeru bak,
Nefstir can değildir nûn ile kâf.
Nefs bahrında lâl olmuş Niyâzi,
Seda vü harf içinde olan urur lâf.
Hurufâ bakma, yani bu görünen sûretlere ve mevcûdata bakma demektir. Çünkü bu
görünen mevcûdat birer hurûf-u sûveriyye dir. İçeri bak’ki gerçeklere bakmış
olasın ve gerçekleri görmüş olasın. Bu mevcûdat şuna benzer ki,sanki birkaç kişi
birden söylemiş gibi sanırsın,halbuki söyleyen birdir.
-------------------
Vezin : Mefâilün mefâilün fâûlün.
Bulan cemiyyet-i kübrâ olur sâf,
Vücûdu olur anın ha ile kâf.
Diliyle eylemez da’vâyı merdî,
Gönülde himmetidir nûn ile kâf.
Olur zâtı bu mevcûdâtın ol Zât,
Oluptur kevn ana âzâ vü evsâf.
Nitekim can olur mahfî bedenden,
Gerektir ola mahfî kutb-ı etrâf.
Fenâ meydânının merdi olan er,
Niyâzi gibi etmez ol kuru lâf.
Cemiyyeli Kübrâyı bulan saf olup onun vücûdu Hak olur. Lisan ile merdlik
davâsında bulunmaz. O her ne dilerse gönülden o şeye “ kün “ yani “ ol “ der, o
şey olur. Kâmil, bir memlekette olupta o memlekete celâl ile muamele etse
halkını perişân eder. Kâmilin himmeti “ kün “ dedimi, her ne dilerse olur. Onun
zâtı bu mevcûdatın zâtıdır. Ekvân da azâ ve sıfâtı dır,ve o zat,yani “ Kutub “
dan murad “ Gavs “dır.
“Nitekim can olur mahfî bedenden”
Can bedenden gizli olduğu gibi gizlidir. Velilerden Yediler, Kırklar, Üçyüzler,
vardır. Yedilerden biri “ Gavs “dır, ki bütün âlem anın avucunda bir hardal
dânesi kadardır. Yedilerden biri Gavsın sâhib-i yemîni, ki ulvîde tasarruf eder.
Bu felekler ve yıldızlar anın emriyle devrederler, gökler anın emriyle durur.
Sâhib-i yemîn olmasa gökler bir an durmaz, bozulur, Diğeri Sâhib-i Şimâli,ki
süflîde tsarruf eder. Rızıklar vesâire anın elinden verilir. Dördüde Evtaddır
bunlara “ Evtâd-ı erbaa “ denilir.
Bu âlemin dört tarafını korumaya memurdurlar. Velâkin bunların hiçbiri “Gavs
“’ın kim olduğunu bilmez, Gavs bunların herbirinden gizlenmiştir. Yalnız
bunlardan onu bilen Sâhib-i Şimâl dir. Çünkü “ Gavs “ ın ölümünde Yerine o
geçer, onun yerine de “ Evtad “ dan biri, onun yerine de “Kırklar dan”, onun
yerine de “ Üçyüz “lerden, biri Kırklar’a alınır.Üçyüzlerden boşalan yere de
tevhîd ehlinden biri istidadı nisbetinde yakîn bulunur.
Mısri Divan 6
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Her kimin kim derd-i Hak-tan yüreğinde olsa dâğ,
Âkibet dermânına erüp can gönlü ola sâğ.
Lik derdi olmayanın derdine çâre yok,
Gönlü olmuştur anın yanından ol dâim irağ.
Habsedip şehbâz-ı rûhu zâğ-ı nefsin besler ol,
Nefs elinden kurtulana cennet olmuştur durağ.
Şol esir-i nefs olan dâim muazzeb Tamûda,
Cifeden gayri ne sayd eder havâya ağsa zâğ.
Nefs odur kim cehli karagûsu kaplar gönlünü,
Rûh odur kim ilm nûru gönlüne yakar çerağ.
Tûtiyâ-yi ma’rifetle rûşen et cânın gözün,
Göresin cânını her yüzden ola dâğ üstü dâğ.
Cân-ü gönlüm şâd olup her gussâdan âzâd ola,
Bir ola dâim Niyâzî gözüne yakın irağ.
Zâhir üzre takrir olunmuştur . (Hacı Maksud efendi) .
Mısri Divan 7
Vezin:
Fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey karındaş bir sözüm var tut sımâh,
Zikre meşgul ol sakın olma irâh.
Kim ki zikre gice gündüz sa’y eder,
Nûr-i gönlünde ediser irtisâh.
Şol gönülde kim devama ire ol,
İrmez anın sîretine intisâh.
Âşka düşüp râhat-ı mihnet olur,
Derd-i yâr ile eder dâim surâh.
Ey Niyâzî âkibet ol yâr ile,
Vahdet eder darlık olur insilâh.
Zikir kurulmuş saat gibidir, bir kere kurdunmu dünyâ ve âhiret artık durmaz ve
bir daha da kurulması gerektirmez. Bu zikir de acaba nasıl bir zikirdir: Zikr-i
hafî (gönülden zikir) Allâh, Allâh, Allâh dır. Çünkü zikr-i cehri (sesli
zikretme) devamlı olmaz. Hazreti Peygamber: “Cenâb-ı Hak-kın iki ni’meti vardır,
verdimi, bir daha geri almaz. O ni’metlerin biri zikirdir. Bir adam bir kere
zikri kurdumu bir daha durmaz. Diğer ni’meti de gözündeki perdeyi kaldırmasıdır.
Bir adamın gözünden perdeyi kaldırdımı bir daha gözüne perde koymaz”
buyurmuştur. Halbuki Cenab-ı Hak-kın diğer ni’metleri böyle değildir, meselâ mal
verir, şükrünü bilmezsen yine geri alır, seni mahrum eder.
--------------------
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
İster isen olasın ehl-i felâh,
Kulluk eyle bir gadatü verrivâh.
Dünya ile bağlanıp kalmak neden,
İstemez misin ki bulasın necâh..
Nefs-ü şeytandan emin ola müdâm,
Âdetin olsun gece gündüz salâh.
Yola gidersen sana rehber gerek,
Hem yanında düşmene lâzım silâh.
Zikirle tevhide ererse gönül,
Ma’rifetle bula sadrın inşirâh.
Ehli felâh demek, her şeyden korunmuş ve âhirette de zararlı çıkmayan kârlı olan
kimselerdir. Gudve ise sabah namâzıyla öğle namâzının ara vakti, rivah ise,
ikindi, akşam ve yatsı namâzlarının vakitleridir. Âyette “Bükreten ve aşiyyâ”
mânâsına gelir.
“Yola gidersen sana rehber gerek,
Hem yanında düşmene lâzım silâh.”
Burada silâhtan murad edilen “El-vüzü-ü silâh-il-mü’min” gereğince yani
“mü’minin silâhı abdestli olmasıdır” anlamına gelen, onun dâimâ abdestli
bulunmasını gerektirmektedir.
Açılup gönlü gözünün perdesi,
Hayretinde eyleyesin çok siyah.
Göresin doğmaz dolanmaz bir güneş,
Gicesi yok dâimâ olmuş sabah.
Kamû müşkiller yanında hal ola,
Cümle yanlış işlerin ola sahâh.
Ey Niyâzî dost iline uçmağa,
Her kelâmın oldu nûrdan bir cenâh.
“ Açılır gönlü gözünün perdesi “
Cenab-ı Hak zâhir ve bâhirdir ( görünmekte ve belli olarak dâimâ nûr saçmaktadır
). Velâkin gözünde perde bulundurman dolaysıyla o nûru göremezsin İster ki bir
göz doktoru gözünden o perdeyi kaldırsın , Bu göz doktoru Mürşid-i Kâmildir.
Ancak gözündeki manevi perdeyi o kaldırır.
“ Göresin doğmaz dolanmaz bir güneş”
O zaman doğmaz ve batmaz dâimî bir güneş görürsün.Burada güneşden murad Hak-kın
zâtıdır. O güneş doğmaz evveli yok, dolanmaz âhiri yok.
“ Kamû müşküller yanında hal ola “
İşte o zaman bütün müşkül ve yanlış inanışların hepsi hal olur ve hatta
başkalarının da sen o zaman müşküllerini halledersin.o kıvâma gelirsin, yeter ki
sen gerçek Mürşid-i Kâmili bul.
-----------------
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Hüdâ davet eder Elhamdülillâh,
Bu can dosta gider Elhamdülillâh.
Hakikat şehrine çün rihlet oldu,
Gönül durmaz uyur Elhamdülillâh.
Duyaldan cân-ü dil vasl-ı Habîbi,
Hem okur , hem yazar Elhamdülillâh.
Yakın geldi tulûa şems-i rûhum,
Bugün kevnim doğar Elhamdülillâh.
Ölüm dedikleridir halvet-i yâr,
Kamû ağyâr gider Elhamdülillâh .
İşte ihtiyâri ölümle ölü olan bir kimse, yani yâr ile olunca,o kimse Hak-la
halvet bulur. Onun nazarında artık ağyâr (yabancılar ve haktan gayrı olanlar)
kalmaz,o dâimâ yâr ile tenhadadır.
Şehâdet mansıbıdır âli mansıb,
Bize veriliser Elhamdülillâh.
Muharebede şehid olanın rütbesi yüksek rütbedir, velâkin tevhid şehidinin rütbesi andan daha yüksektir.
Hazreti Resûl-ü ekrem efendimiz gazvelerinden birinden (Hüneyn) dönüşte şu
hadisi şerîfi : “ Rece’nâ min cihâd-il asgar ilâ cihâd-il ekber “, anlamı : “
Küffâr ile muharebe küçük bir cihaddır, biz şimdi andan büyük olan nefslerimizle
muharebeye geri döndük “buyurdular.
Göründü manâ yüzünden cemâli,
Bozuldu hep suver Elhamdülillâh.
Biliştik bunda hem ihsanlar etti,
Nasîbimiz kadar Elhamdülillâh.
Ne gam giderse dünyâdan Niyâzî,
Visâline erer Elhamdülillâh.
----------------
Vezin : Mefâîlün mefâilün mefâilün mefâilün
Zuhûr-u kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,
Rumûz-u Künt-ü kenz’in mahzenîsin yâ Resûlallâh.
Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,
Hakîkatta hüviyette değilsin yâ Resûlallâh.
Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,
Dahî ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh.
Dehânın menba-i esrâr ilm-i men ledünnîdir,
Hakâyık ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.
Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,
İçinde cümlenin ser-askerîsin yâ Resûlallâh.
Cihân bağında insân bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir, sen zübdesisin yâ Resûlallâh.
Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yoğ ederdi,
Vücûdu zahmının sen merhemîsin yâ Resûlallâh.
---------------
Hazreti Resûl : “ Evvele mâ halak-allâh-i nûrî” ve “ Eve mâ halak-al-lâh-i rûhî
“ ve “ Evvele mâ halak-allâh-il kalem” ve Evvele mâ halak-Allâh-i aklî “, yani “
Allâh önce benim nûrumu, rûhumu,kalemi ve aklı yarattı”, buyurulmuştur.Bu
dördüde birdir. Bütün mevcûdat ve yaratıklar,bilgiler ve dünyâ ve âhiret “ Nûr-i
Muhammedî “ de toplandı. Nûr-i Muhammedî bir kere nefs-i küle tecellî etti
,Levh-i Mahfuz yaratıldı, yani bu kâinat nefs’i külde manevî sûrette tafsîl
olundu. Nefs’i külden tabiat,Heyûla, cism-i kül, şekil,arş, ki bu âlem andan
vücûda geldi.Çünkü arşdan evvel olan altı mertebe mâneviyedir. Arşdan sonra
sırasıyla kürsî, felek-i atlas, felek-il burç, felek-i mükevkep, felek-i
menâzil, yedi kat gök, yer, mevâlîd-i selâse, ki maden,bitki,ve hayvan vücûda
geldi. En sonunda “İnsan “,mertebesi vücûda geldi. İşte bu âlemin madeni hep
“Nûr-i Muhammedî (S.A.V.) “ dir. Çünkü hepsi o nûrun tafsîlidir.
“ Beşer denen bu âlem ki senin sûretle şahsındır”
Beşer denen bu âlemde Resûllüllâhın sûret ve şahsıdır, yoksa hakikatte ayni
Hak-tır.
“Cihân bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Resüllüllâh.”
Bu cihân bağında insan bir ağaçtır.diğerleri ,yani hayvanlar vesâire gibi
insandan hariç olanlar o ağacın yapraklarıdır, Peygamberler ise meyveleri,
Resûllüllâh efendimiz de o meyvelerin zübdesi (hülasası) yani evvel ve ahir
odur.Bir çekirdeği ekersen ağaç olur,sonra meyve verir,yine sonu çekirdek
olur.Velhasıl evvel ve âhir Resûlüllâh tır.
------------------
Arabca Şiir :
Leyse fiddünyâ bekâün fihi ruhun ve irtiyâh
Innehâ sicnün elâ ehli-salâhi lâ berâh
Külli aklin sâlikin bizzühdi anhâ yehtedî
Külli kâlbin sâlimin bil-bu’di anhâ yesterâh
Tafrahül eşrâru lil-elvâni min lezzâtihâ
Tecalül eyyâme leylen vâhiden hattessabâh.
Tahzenül ahyâru mimmâ yesterihü zül hevâ
Tecalül efrâhu gammen bir-riyâzeti vesselâh.
Dünyânın bekâsı yoktur,yani dünyâ kalıcı değildir ve anda rahat yoktur.Zirâ
mü’minlere dünya bir hapishanedir.” Ed-dünyâ sicn-ül-mü’min ve cennet-ül kâfir
“, yani “ Dünyâ mü’minler için bir hapishane ve kâfirler için de bir cennettir”,
buyuruldu. Çünkü mü’min bu dünyâda mahpus ise de gerek berzah âleminde,gerek
âhiret âleminde rahat edecektir, kâfir ise o âlemlerde azab görecektir.Anın için
dünyâ mü’minlere hapishâne, kâfirlere de cennettir.
“Küll-ü aklin sâlikin biz-zühdi anhâ yehtedî”
Akıllı olan dünyâya kendini kaptırmazsa hidâyet bulur. Sâlim kalb ancak dünyâdan
uzaklaşmakla istirahat bulur.
“Tefrahül eşrârü lil elvâni min lezzâtihâ”
Şerirler ise, yani sarhoşlar dünyânın lezzet ve türlü hususlarıyla ferahlarlar
zevk alırlar. İçki içerek dünyânın tadını bir gecede çıkarmak isterler. Bunları
gören hayır sâhipleri de o şerirlerin bu hallerinden mahzun olurlar. Vay nice,
nasıl bu şerirler böyle vakitlerini boş yere geçirirler diye hayıflanırlar.
Halbuki hayır sâhiplerinin ferahı ancak riyâzet ve salâh ile olur.
Yâ enîsel zülle lâ te’nes bi ehlil i’tirâzi
Kul ilâhî bia’d ehlel izze anhâ bis-sıyâh
Lâ yesihhul aklu illâ bittahayyüri beynehüm
Lem yahlis kalbü mer’in minhüm illâ bilcenâh
Mâ recâî minke yâ Rahmân illâ hazretik
Yâ visâlallâh lil Mısrıyyi yâ hayrelfelâh
“ Yâ enîsel zülle lâ te’nes bi ehlil i’tiraz,”
Zelil olan,yani “enis-el zül “ bulunan nefsini aziz tutan ve nefsini büyük tutan
(kendini beğenen,kibirli,azamet taslayan) kimselerle görüşme arkadaşlık etme
sana zarar verir onlar. Ve duâ et, “Yâ İlâhî nefsini büyük tutanları bizden uzak
tut “ diye çağır. Onların arasında aklın sahih olmaz,hayrette kalır ve kimsenin
kalbi bu gibilerden kaçmadıkça kurtuluş bulamaz.
“Mâ recâî minke yâ Rahmân illâ hazretik”
Benim ricam senden, yâ Rahmân ancak hazretindir.Hazarât-ı İlâhiyye üçtür: Ef’âl,
Sıfat, Zat ki, ”Bismillâhirrahmânirrahîm “ in de sırrı esasen budur.
Mısri Divan 8
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Zât-ı Hak-ta mahrem-i irfân olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi.
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.
Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz,
Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi.
Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız,
Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi.
Kahr-ü lûtfü şey’i vâhid bilmeyen çekti azab,
Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi.
Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi,
Cür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi.
Ârifin herbir sözünü duymaya insân gerek,
Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi.
Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi.
Halkı koyup lâ mekân ilinde menzil tutalı,
Mısrıyâ şol canlara canân olan anlar bizi.
“Dünye vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz.”
Ehlullâh dünyâ ve ukbâyı tâmir etmez. Hazreti Resûl buyurmuştur: “Ed-dünyâ
harâm-i alâ ehlil âhira vel-âhirati harâm-i alâ ehlüd-dünyâ ve hüma haramân-ı
alâ ehlüllâh”, yani “Dünyâ âhirat ehline haramdır, dünyâya meyletmez, âhiret de
dünyâ ehline haramdır, âhirette cennet ni’metlerini göremez ve bu ikisi de
Ehlüllâha haramdır”, çünkü dünyâya meyletmek nefis içindir, âhirete meyletmek
yine nefsini azaptan kurtarmak ve cennet ni’metlerine nâil olmak içindir.
Ehlüllâh ise Allâhın rızâsından başka bir şeye bakmaz, ne dünyâya meyleder ne de
âhirete râğbet eyler.
“Kahr-u lûtfü şeyi vâhid bilmeyen çekti azab”
Onlar için kahır ve lûtfun yaradıcısı birdir, başka yaradıcı yoktur.Nice lûtuf
anın ihsânı ise, kahır da onun hediyesidir. Hayır ve şer, Allâhındır. Bunu
bilmeyen, şuna buna isnad eyleyen azab çeker, müazzeb olur.
“Ârifin her bir sözünü duymağa insân gerek”
Ârifin herbir sözünü duymağa insân gerektir, hayvan anlamaz, çünkü tevhîde
yüzünü çevirmeyen insan olamaz. Şeyhül Ekber (R.A.) hazretleri Mısırda otururken
bazan kendisini cıvar köylere dâvet ederlerdi.Bir defasında yolu bir köye
düşmüştü. Bir camiinin önünde toplanan köy halkı birinin başına üşüşmüşler,
gülüşüyorlardı. Hazreti Şeyh de onların yanına gitti, bakdı ki, bir zat bir
şeyler söylemekte ve çevresindekileri güldürmekte, meselâ, o : “Bu camiin
direkleri insandır” ve hazreti Şeyhi görünce, gel bakalımsen söyle “Bu camiin
direkleri insan değilmidir? Hazreti Şeyh de cevaben : “Evet bu camiin direkleri
insandır” deyince.
“Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi”
İşte benim gibi bir dîvâne daha... Çünkü insan olmasa cami dururm birlikte
camiye girdiler. Bu Behlül denilen zat namaza durdu, yatıp kalktı,yatıp kalktı,
Hazreti Şeyh : “ Yahu böyle namaz olurmu?”. “ Ne yapayım beni yatırır kaldırır,
yatırır kaldırır, o böyle yaptırır” dedi.
-------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
“Dilberâ gamzen oku içim dolu kan eyledi,
Şol siyeh zülfün teli aklım perişân eyledi.
Her kimin şehrine uğradıysa aşkın askeri,
Hep imârâtın anın bir demde virân eyledi.
Dürlü dürlü fitneler saçından oldu âşikâr,
Halk-ı âlem sandılar kim anı şeytân eyledi.
Hatt-ü hâlin iki böldü bu cihânın halkını,
Birini kâfir,birini ehl-i îmân eyledi.
Gizli sırrından haber verdikçe uşşâkın dili,
Âbid ve zâhidlerin aklını hayrân eyledi.
Gör ne gayrettir ki sırr-ı vahdeti seyretmeğe,
Cem-ü tafsîli o gayret kul ve sultân eyledi.
Kudretin insanı mazhar kıldığıçün zâtına,
Yüzünün nakşını hep âyât-ı Kur’ân eyledi.
Örttü bu bâzâr-ı kesret gözlerin halkın veli,
Ârif olan cümle yüzden seni seyrân eyledi.
Bu ne kudret, bu ne san’at, bu ne hikmettir görün,
Zerreyi kevn, katreyi deryâ-i ummân eyledi.
“Şol siyeh zülfün teli aklım perîşân eyledi”
Burada “ Siyah zülüften “ murad İlâhi cemâldir. “ Aklım Perişân eyledi “ işte,
akl-ı kâmil sahibi olan kimse dâimâ İlâhi cemâli müşâhade
eder.Kâlallâh-i Taâlâ : “İnne fî halk-issemavât-i vel-ard-i vahtilâ-fülleyli
vennehâr-i li-âyât-i li-ulil-elbâb”,yani ,” Biz yeri ve gökleri yarattık ve gece
gündüzün değişikliğini de akl-i kâmil sahiplerine alâmet olsun diye yarattık.”
Kimdir o kâmil akıl sâhipleri ? “Elleziyne yeskürûn-allâhe kiyâmen ve kuûden ve
âlâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halk-is-semavât-ı Rabbenâ mâ halakte hazâ
bâtılâ...”,
Yani Akl-ı kâmil sâhipleri şol kimselerdir ki ayakta iken,otururken ,yatarken
dâimâ Hak-kı anarlar,velâkin zik-i kalbî ile anarlar.” Zirâ zikr-i cehrî, yani
açıktan yüsek sesle zikr-i dâimî mümkün olmaz ve kalb zâkir olmaz.Bazı kimseler
derlerki, yüksek sesle açıktan zikir ede,ede kalb uyanır, bunun aslı
yoktur,Zikr-i kalbî ile olur.Zaten vücûd, Allâhı anan bir kimsede saat gibi
kuruldumu, bir daha durmaz . Hazreti Resûl : “Cenab-ı Hak iki nimeti bir kere
verdimi bir daha geri almaz.Biri zikr-i dâimî olup Cenab-ı Hak anı durdurmaz,
diğeri hicaptır.Cenab-ı Hak bir insandan hicâbı (perdeyi) kaldırdımı bir daha o
insan muhtecib olmaz,yani onun nazarından hiçbir şey gizli kalmaz.”
buyurmuşlardır.
“Her kimin şehrine uğradıysa aşkın askeri “
Bir âşık bir memlekete geldimi, o şehir ahalisinde olan vâriyeti kaldırır, yani
onlara “Vâriyet” in Hak-kın olduğunu bildirip kendi varlıklarının olmadığını
beyan eder. Hazreti Mûsâ da Firavuna gönderildi. Anınla bu kadar uğraştı,
sonunda Firavun boğuldu. O sırada Hazreti Mûsâ Tûr da iken kavmi Samirînin
eliyle yaptığı ve boğuk bir ses çıkaran buzağa taptı. Hazreti Mûsâ kavminin
Allâhı bırakıp buzağıya taptıklarını görünce “İn hiye illâ fitnetik-e” yani “Bu
fitneyi kim yaptı”. Şeytan yapmıştı, çünkü şeytan da kuldur, ne yaparsa ancak
Hak-kın kudretiyle yapar.
“Hatt-ü hâlin iki böldü bu cihânın halkını”
Cemâlin cihân halkını ikiye böldü. Bunlardan biri mü’min, diğeri kâfir. Bu daha
ezeldenberi böyledir, yani Cenâb-ı Hak feyz-i akdesten tecellî etti, herkese
istidat verdi, ki ona “kazâ” tabir olunur. Çünkü Cenâb-ı Hak malûmatı bilirdi,
daha ilimde kimine cennet ve kimine de cehennem istidatı veridi. Sonra bu âlem
vücûda geldi. Kaderle istidadı her ne iktizâ ettiyse o zuhûra geldi. Zirâ kâfire
küfür istidadı verildi. Mü’mine îmân istidadı verildi, daha Cenâb-ı Hak-kın
feyz-i akdesle tecellîsinde bu istidadlar verilmiştir. Sonra onlardan
istidadlarının iktizâsı olan fiiller zuhûr etti. Şimdi bu durumda bir soru akla
gelebilir; ya azap ne içindir ? Kalallâh-ü Taâlâ : “Vemâ zalemûnâ velâkin kânû
enfüsehüm yazlimûn” yani “onlar bize zulmü isnad etmedi, velâkin onları nefsleri
zulmeder”.Çünkü Allâh âdildir, herhalde adâletle muamele eder, zirâ bir iğne
deliği kadar yerden cennet kokusu cehennemin içine girse, bütün cehennem ehlini
yok eder. Bunun aksi de vardır, şimdi böylesi cennete konurmu? Bir pislikten
hoşlanan böceği gül yağının içine koyarsanız derhal ölür.Onların yaradılışları
bunu icâbettirir.
Kim ki bu sırdan haberdâr oldu âriftir özü,
Kurtulup hayvân adından kendin insân eyledi.
Cümle esmâ ve sıfâtındır görünen gayri yok,
Her birin bir vechile hûb zâtın ilân eyledi.
La’l-i cânân olalıdan ey Niyâzî meşrebin,
Sözlerin uşşâk içinde âb-ı hayvân eyledi.
Cem makâmı-cem tafsîl, Hazret-il cem, Kur’ândan murad da zattır, yani kudretin
insânı zâtına mazhar kıldığı için, insan yüzünün nakşını zâtının alâmeti
eylediği içindir. Çünkü kulak Hak-kın seminin, yani işitmesinin sûreti ve
alâmeti, göz Hak-kın basarının, yani görmesinin sûreti ve alâmeti ve keza ve
keza hepsi bunun gibidir.
“Örttü bu bazâr-ı kesret gözlerin halkın velî”
Bu kesret, yani çokluk pazarı halkın gözlerini örttü, çünkü Hak-kın zuhûru
suretlerin çokluğu iledir. Hak bu suretlerle zâhir olur, hatta âhiret âleminde
de görme sûretledir, mutlak görünmez. Anın için Mu’tezile mezhebinde olanlar
âhirette rü’yeti (görmeyi) inkâr ederler, güya Hak-kı kaybetmemek için rü’yeti
inkâr ederler. Hak, âhiret âleminde suretle görüleçektir. Hatta önceleri bir
sûretle zâhir olup, “Ene Rabbiküm” diye Hak hitap edeçek, evvelce olduğu gibi
“Elestü Birabbiküm” dediği gibi. Bu hitabı duyan ârif “Belî” yani “Evet”
diyeçektir. Halbuki mahcup olanlar “Neûzübillah” diyerek inkâr edeceklerdir.
Sonra Cenâb-ı Hak diğer bir sûretle görülecek ki, onların yani mahcupların
dünyâda Hak-kı o surette bilirlerdi. Meselâ, Rezzâk, yahut Gaffâr gibi. O zaman
hicap ehli secdeye varacak velâkin secdeye devamlarını kudreti kalmayacak, Ârif
ise dünyâda ikrâr ettiği gibi âhirette de Hak-kı heryüzden seyrettiğinden derhal
ikrâr edecektir.
“Cümle esmâ ve sıfatındır görünen gayri yok,
Her birin bir vechile hûb zâtın ilân eyledi.”
Beyitte geçen gayri yok demek, “Tecelli-i bi-zâtihî”, yani cenab-ı Hak zâtıyla
tecelli eyledi demektir. “Tecelli-i bi-sıfâtihî”, yani cenab-ı Hak sıfatıyle
ziynetlendi ve esmâsıyle da bütün âlemleri kapladı, ve “Zahara bi-ef’âlihî” ise,
ef’âliyle zâhir oldu. Bu görülen suretler ve mevcûdat Hak-kın ef’âli ve
zuhûrudur.
“Sözlerini uşşâk içinde âb-ı hayvân eyledi”
Ehlullâhın sözleri âb-ı hayat gibidir, yani insana edebî hayat verir.
---------------------
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Bugün Ya’kûb-ı kalbe Yûsuf-ı cândan geldi,
Kâmîs-i pür nesîm ile o cânândan haber geldi.
Açıl ey gözlerim envâr-ı vech-i zül-celâlîden,
Dilâ bedr ol kim mihr-i dırahşândan haber geldi.
Yerinme nâkısım deyu kemâl ehlini gördükçe,
Kamû noksânı tekmil eden insanlardan haber geldi.
Eyüp dilhâneyi tamir otur bu beyt-i ahzanda,
Bu şeb bana seher vaktinde mihmândan haber geldi.
Ne kim yağma olundu çekme gam şimden geru sen var,
Dil-i vîrandaki ol kenz-i vîrândan haber geldi.
Bu Mısrî’nin vücûdu Mısrînin oldur şehinşâhı,
Ezelden tâ ebed hükm-i Süleymandan haber geldi.
Hazreti Yusuf kardeşleri babalarından çok kıskandıkları için onu bir geziden
dönüşte Ken’an kâfilesine sattılar, sonra gelip Hazreti Yakub (A.S.) ma onu kurt
yedi diyerek yalan söylediler. Kâfile de onu ağırlığı kadar altına Mısır Meliki
Kısagur’a sattı. Sonradan Mısırda ve cıvarında kuraklık oldu. Buyday almağa
gelen kardeşlerine hazreti Yusuf (A.S.) kendisini bildirdi ve gömleğini babasına
gönderdi. Hatta Yusufun kokusunu âyeti kerimede “İnnî le-ecid-ü rîha Yusuf-e”,
“Emin olun ki yusufun kokusunu duyuyorum” olduğu gibi teneffüs ettir.
“Bugün Yâkûb-ı kalbe Yûsuf-ı cândan haber geldi”
Bu beyitte Yusufdan murat ruhtur, Yakubdan murad ise kalbtir. Ruh makâmı,
hakikat makâmı olup “Makâm-ı cem” dir. Makâm-ı cem’e vâsıl olmadan hiç
“Hazret-il cem” e vâsıl olunabilinirmi? Önce Yusufa, andan Yakuba gidilir.
Kur’ân-ı Kerîm bütün enfüs ve afâkı câmidir. Fakat bir tâife vardırki, onlara
“Tâife-i Bâtınıyye” tâbir olunur. Bunlar Kur’ânı yalnız enfüse hasrederler.
Meselâ; Salat-ı afâkiyeyi tanımazlar, salâtı yalnız enfüsiyyeye hasrederler.
Oruç keza öyle ve diğer farzları da enfüse (nefislere) hasredip, afâkiyyeyi
inkâr ederler.
Cebrâil akl-i Resûldür, İsrâfil himmet-i Resûldür, yoksa Cebrâil ve İsrâfilin
aslı yoktur, murad enfüsîdir diyerek, afâkiyyeyi inkâr ederler. Tâife-i zinâdıka
gibi bu gibiler kâfirdir. Kur’ânı yalnız enfüse hasreden küfreder.
“Açıl ey gözlerim envâr-ı vech-i zül-celâlîden”
Zülcelâlin nûrlarından murad, burada görünen mevcûdattır, yani İlâhî Cemâldir.
Bu görünenler Hak-kın ef’âli, isimler ise Hak-kın sıfatıdır, bunlar zâta delâlet
eder.
“Yerinme nâkısım deyu kemâl ehlini gördükçe”
İnsân-ı nâkısım diye yerinme, yani üzülme seni tekmil ettirirler. Çünkü İnsân-ı
Hayvân vardır, ki tevhîde hiç dahil olmamıştır ve seyr-i sülûk görmemiştir,
bunlara insân-ı Hayvan tâbire olunur. Tevhîd-i Ef’âl ve Tevhîd-i sıfât
makâmlarını görmüş veyahut yalnız Tevhîd-i Ef’âli görmüş olanlara İnsân-ı Nakıs
tabir olunur. Tevhîd-i zâta vâsıl olanlara “İnsân-ı Kâmil” tâbir olunur.
“Kamu noksânı tekmil eden insandan haber geldi”
Bir kere tevhîde ayak bastımı, o behemeal kâmil olur,yani “İnsân-ı Kâmil”
mertebesine vâsıl olur, ona makâmlar tekmil ettirilir. Bir kere o adam
hayvâniyetten kurtuldumu ,ya bu âlemde,veya son nefesinde veya Berzah
âleminde,ya mahşerde ona tekmil ettirilir,mahrum kalmaz. Buna misâl olarak :
Zinnûn-i Mısrî ile Hazreti Şeyh-ül Ekber berzah âleminde buluştular. Hazreti
Şeyh ona :”Hak bu mevcûdatın gayrı olurmu ? Bu mevcûdatın müstakil vücûdları
yoktur,onların hepsi Hak-kın vücûduyla mevcutturlar, yani Hak-dan başka mevcûd
yoktur.” dedi, Buna cevaben Zinnûn : “Ben bu Tevhîd meselesine şimdi vâkıf
oldum” diyerek ona teşekkür etti. İşte berzah âleminde Zinnûnu hazreti Şeyh-ül
Ekber terakkî ettirdi. Zirâ Zinnûn hazretleri bu âlemde iken bu tevhîd
meselesine vâkıf değildi.
--------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Tâlib-i Hak-kın devâsız derd dürür sermâyesi,
Anınçün âh-u zâr olur hemîn hemsâyesi.
Âşıkın ma’şûk yolunda derdi arttıkça müdâm,
Artar anın dem-bedem akrân içinde pâyesi.
Tâatın ihlâsa ermez ilm ile amâl ile,
İzzeti ko zilleti tut oldur anın mâyesi.
Arz-ı vâsi ister isen Kâmilin gir kabzına,
Arş-ü kürsîden geniştir bir Velînin âyesi.
Ârifin gönlünü bilmez kandedir halk-i cihân,
Ol ki Ankâdır yere düşmez bil anın sâyesi.
Kim ki Mazagal-basar Sultânının tıflı ola,
Mısrı’yâ şol feyz-i akdes nûru oldu dâyesi.
“ Tâatın ihlâsa ermez ilm ile âmâl ile “
İlim ile ve amel ile tâatın ihlâs bulmaz.İzzeti, yani azizliği ve vâriyeti
terket. Böylece vâriyetin Hak-kın olduğuna vâkıf ol, zirâ kölenin vâriyeti
efendisinindir. Kulluk üçtür : İbâdet, Ubûdiyyet, Ubûdet. İbâdet: Nefsinin
kılıçtan,haraçtan kurtulması ve âhirette de nefsinin cehennemden kurtulması için
yapılan “ibâdete” denirki bu Avâmın ibâdetidir.
Ubûdiyyet : Kezâlik ibâdeti nefsden görüp ancak Hak rızası için olursa ona
“Ubûdiyyet” tâbir olunurki ,bu ise Ebrârın ibâdetidir. Ubûdet : İbâdeti Hak-dan
görüp,yani âbid,mabûd Hak-tır, işte bu Havâsın ibâdetidir.Velhasıl ibâdet tâat-ı
ilm ve amel ile olmaz, tevhîd ile olur.
“Arz-ı vâsi ister isen Kâmilin gir kabzına,
Arş-ü kürsîden geniştir bir Velînin âyesi”.
Kâmilin kabzası dünyâ kadar geniştir,yani bu âlemde tasarruf eden “Gavs”
tır,çünkü o Hak-kın halifesidir.Müstahlefte bulunan vasıflar aynen halifede de
bulunur.
Aye avuç içi anlamınadır,yani arş ,kürsî ve bütün âlemler Gavs’ın avucunun
içinde bir hardal dânesi kadardır. Onların ihâtaları Hak-kın ihâtasıdır.
Kâmillerin vâriyeti yoktur,kezâ onların vâriyeti Hak-kın vâriyetidir. İşte Gavs
bütün âlemleri muhittir, yani kaplamıştır.
“Ol ki Ankâdır yere düşmez bil anın sâyesi”
Eşyâ üç nevidir ; ankâ da üç nevidir,fakat ismi var cismi yoktur.
“Kim ki “Mazâgal basar” Sultânının tıflı ola “
Kalâllâh-ı Taâlâ : “ Mazâgal basar “,yani aşağısıda var ,yukarısıda, Hazreti
Resûlün gözü,kulağı, aklı, hayâli velhasıl azâ ve cevârihini çevirmezdi.
Evlâd-ı Resûl üç kısımdır :
Biri “Evlâd-ı sûriyye “,yani Hazreti Resûlün neslinden gelen İmâm-ı Hasan ve
İmâm-ı Hüseyn (R.A) efendilerimizdir.Hazreti Resûlün erkek evladı var idiyse de
kendilerinden önce vefat etti. Fakat Nebîlerin kızlarından olan nesli de baba
tarafından imişçesine sayılır. Diğer halkın ise böyle sayılmaz.. Hazreti Fâtıma
(R.A) nın evlâdından olan evladı, tâ kıyâmete kadar Evlâd-ı Resûldür, yani
bunlar Hazreti Resûlün “Evlâd-ı Surî “si sayılır.
Diğerleri hem evlâd-ı surî,hem de evlâd-ı manevîdirler,yani bunlar tevhîdi
rü’yâda veya yakazada (uyku ile uyanıklık arası ) bizzat Hazreti Resûlüllâh’tan
alandan almış olanlar da evlâd-ı ma’nevîsi olurlar.Meselâ, “Kutup ve Gavs” olanlar bunlardandır. Diğerleride Hazreti Resûlden olmayıp,tevhîdi bizzat
Resûlüllâhtan alandan almış olanlardır-ki bunlara yalnız “Evlâd-ı ma’nevi”
derler. İşte Evlâd-ı Resûlün biri suri,biri surive ma’nevî,diğeri de yalnız
ma’nevî olandır. Ya ,bunlardan gayrı olanlar nedir? Evet,tevhîdin en aşağı
mertebesi olan “Lafzî tevhîd”, yani “Lâ ilâhe illallâh “ kelimesini söylemiş
olanlar da evlâd-ı Resûlden sayılır.İşte kim ki,Hazreti Resûlün ,yani
”Mazâgal-basar” Sultanının evladı ola,feyzi akdes,ezel feyzinin kazâ-i feyzinin
nûru onun dâyesi olur.
____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Hamd-ü lillâh habs-i zindân ehl-i hâlin hırfeti,
Fakr-ü zillet derd-ü mihnet ol gürûhun izzeti.
Habs-i cism-ü nefs eden cânın eder elbet halâs,
Halvetin rûşen eder envâr-ı Hak-kın celveti.
Zulmet içre teşne diller âb-ı havâna gider,
Killet içre sabr ile çok kimes buldu devleti.
Halk-ı âlem kabza-i kudrette biçün-ü çerâ,
Hak kazâsına rızâ ver, bula kalbin vus’ati.
İzzet-i ukbâya zillettir Niyâzî çün tarîk,
Nefha-i Rahmâna bu yoldan ede gör sür’atı.
Dünyâ ehlinin hepsi adlî hapishânelerdir. Fakat ehlullâhın hepsi gayırlardır.
“Halvetin rûşen eder envâr-ı Hak-kın celveti”
Halvet makâmı, Ruh makâmı ve Hakikat makâmı, yani Cem makâmında vahdet
zâhir,kesret bâtındır. Halvet makâmı ise,nefs makâmı, şeriat makâmı olup,
Hazret-il-cem makâmında vahdet bâtın, kesret zâhirdir. Velhasıl şerîat makâmını
belli eden kimseler gönülleri susuz olanlardırki âbıhayatı koşarlar.Âbıhayattan
murad burada Tevhîddir.
Yani tevhîdi bulan dünyâ ve âhiret devlet bulur.Çünkü âhiret devletini bulana
dünyâ behemehal hizmet eder.
“Halk-ı âlem kabza-i kudrette biçün-ü çerâ”
Hak kazâsına rızâ ver, bula kalbin vus’ati
Halk-ı âlem, İlâhî kudretin kabzasındadır ve Hak-kın ef’âlinden suâl olunmaz.
Hak-kın kâzasına rızâ verenin kalbi genişler, Çünkü hazreti Resûl : “ Lârâdde
li-kazâike velâ mânin li-atâike” ,yani “ Kazâya ve bağışlamaya hiç engel yoktur
“,buyurmuşlardır.
“Nefha-i Rahmâna bu yoldan ede gör sür’ati”
Nefha, nefesini dışarı vermek ve nefesin dışarıya verilmesinde hasıl olan
istirahattir. Âyette : “ Ve nefaht-ü fîhi min rûhî “, “ Biz ona rûhumuzdan
üfledik “ vârid olmuştur. Rûh istirahat anlamınadır.İnsan nefesini içeri
alıpta,sonra o aldığı nefesini dışarıya vermesi hayatını devam ettirmesi
demektir. Nefesini dışarıya veremezse derhal ölür. Bundan dolayıdır ki, insan
ölürken nefesini içeriye alır,o nefes içerde hapis olur,dışarıya verilmezse
vefat eder. İşte tabii ölüm böyle olur.
-----------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Hamr-ı rûy-i yâr ile sekrân olan anlar bizi,
Katresin bahr eyleyip ummân olan anlar bizi.
Câhil anlamaz zevil-irfân olan anlar bizi,
Vâkıf-ı esrâr olup hayrân olan anlar bizi.
Anlamaz hayvân olan, insân olan anlar bizi,
Halkın artık eksiğine keylimiz yoktur bizim.
Kimseye tâ’netmeğe hiç dilimiz yoktur bizim,
Lâ-mekândan gelmişiz bir ilimiz yoktur bizim,
Bu fenâ gülzâra hergiz meylimiz yoktur bizim,
Her seher bülbül gibi nâlân olan anlar bizi.
İnsan üç kısımdır:
1- İnsân-ı hayvan. Tevhîde ayak basmayanlar.
2- İnsân-ı nâkıs. Tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfat görüp, henüz tevhîd-i zâta vâsıl olmayanlardır.
3- İnsân-ı Kâmil. Tevhîd-i zâta vâsıl olandır.
“Lâmekândan geldik, şehrimiz yoktur” demek en önce “Nûr-i Muhammedî” yaratıldı
demektir. Nur-i Muhammedi tecellî etti, Nefs-i kül oldu. Nefs-i kül tecellî etti
Tabiat oldu. Tabiat tecellî etti Heyûla oldu. Heyûla tecellî etti Cism-i kül oldu.
Cism-i kül tecellî etti. Şekil oldu. Şekil tecellî etti Arş oldu. Arş tecellî
etti Kurs-î oldu. Andan Felek-i atlas, Felek-i menâzil tâ İnsanlık mertebesine
kadar yirmisekiz mertebe vardır. Bundan dolayı biz mekânsızız, yani mekânımız
yoktur.
Sırr-ı vasl-ı yâri yol azanlara açılmazız,
Biz hakikat şemsiyiz revzenlere açılmazız,
Biz ricâl esrârını şol zenlere açılmazız,
Zâhid-i elfâf olan rehzenlere açılmazız,
Açılup güller gibi handân olan anlar bizi.
Sanmanız zâhid gibi havf-ü ricâ abdâlıyız,
Geçmişiz andan şehâ bezm-i likâ abdâlıyız,
Tekye-i iklîm lâhûtta bekâ abdâlıyız,
Baş açık yalın ayak râh-ı fenâ abdâlıyız,
Ref’edip ten cübbesin üryân olan anlar bizi.
Mısriyâ şehr-i fenâya uğradı râhım bugün,
Şems-i rûy-i yâr ile bedr oldu çün mâhım bugün,
Kuluna rahmeyleyip kıldı nazar şâhım bugün,
Lî-maallâh sırrına mahremdir İbrâhim bugün,
Ol serâ-yi vahdete mihmân olan anlar bizi.
“Biz ricâl esrârını şol zenlere açılmazız,
Zâhid-i elfâf olan rehzenlere açılmazız.
Açılup güller gibi handân olan anlar bizi.”
“Biz
ricâl sırlarını şol zenlere açılmazız” mısrasında, zenden murad edilen “Hünsâ-i
müşkile” dir. “Gülzâr-ı şerif” sâhibi İbrahim Tennûri hazretleri,ki Hacı
Bayrâm-ı Velî’nin halifesi Ak Şemseddinnin halifesidir. O kitabında bu zat İlâhî
farzların önce hepsini şeriat,sonra hakikat lisânıyla şerheder. Meselâ, şeriatta
oruç şudur diye açıklamasını yaptıktan sonra, bu defada hakikatta oruç budur
diyerek yapar. Kezâ şeriatta abdest şudur,hakikatte abdest budur, şeriatte namaz
şudur,hakikatte namaz budur diyerek İlâhî farzları tamamen yazdıktan sonra,sıra
“ Hünsâ-i müşkile “ ye gelince, şeriatte erkekliğine veya kadınlığına hüküm
olunamayana derler der. Meselâ, böyle bir kimse camiye gitse erkekler safında
dursa kadınlığı, kadınlar safında durursa,o zaman da erkekliği gâlip olur,bu
sebebten onun ayrı bir safta durması şeriat icabıdır. Onlar için mirâs meselesi
de böyledir. Mirâs hissesinin yarısını erkek olarak,yarısınıda kadın olarak
alır. İşte şeriatta hünsâ-i müşkile bunlardır.Hakikatta ise hünsâ-i müşkile
olanlar,ca-hil olup şeyhlik ve ulemâlık davâsında bulunan bir misillû adam, ne
kadın olarak halk arasına karışabilir, ne de erkek olarak Ehlullâha karışıp
sohbet edebilir,Çünkü bu gibi kimseler Ehlullâha karışamaz cehâletinden, halk
arasına karışamaz azametinden. İşte hakîkatta hünsâ-i müşkîle olanlar bu
kabilden adamlardır.
“Li-maallâh sırrına mahremdir İbrâhim bugün,
Ol serâyı vahdete mihmân olan anlar bizi”.
Hazreti Resûl ile Ebûbekir-is Sıddık hazretleri sohbet ederlerken yanlarında
bulunan Hazreti Ömer efendimiz hiç anlamazdı. Yine böyle bir sohbetten
çıktıklarında hazreti Ömer : ”Yâ, Ebûbekir Hazreti Resûlün bütün sırlarını
anlarmısın ?” diye sordu. Hazreti Sıddık cevaben şu hadis-i şerîfi rivayet etti:
“Li-maallâh vakt-i yesianî Nebiyyi Mürsel velâ melek-i mukarrib “ yani “ Allâh
ile benim bir vaktim vardır ki,ne Nebiyyi Mürsel oraya sığar, ne de melek-i
mukarrib”. İşte hadis-i şerifte geçen vakit “Makâm-ı Muhammedî” dir, yani “
Ahadiyettir “ Oraya hiçbir Nebîyyi Mürsel ve yakında olan melek ayak
basamaz.Ancak kadem-i Muhammedî ile, yani o makâm sâhibi ile olurki, bu bilasâle
Hazreti Resûlüllâhındır.
Nebîler ve Verese ( vâris-i ulum Nebî olanlar ) oraya onun vâsıtasıyla
girerler.Hazreti İbrahîm de tevhîdin babası olduğu halde, “ Makâm-ı Ahadiyyet” e
ancak kadem-i Muhammedî ile girebilir demektir.
---------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Yakın yalındı külhanı,atın firengi temreni,
Çoktan arardım ben bunu ya ben sizi,ya siz beni.
Çün gördünüz kim tınmazam sağ ve soluma bakmazam,
Sanursunuz dayanmazam ya ben sizi, ya siz beni.
Geldik işin tâ ucuna eriştik âhir gücüne,
Bâtıl olur kim gocuna ya ben sizi, ya siz beni.
Şemsin yanında zerreler bahrın içinde katreler,
Zıldan şecer etmez hazer ya ben bizi, ya biz seni.
Hor hor uyurken basınız Mısrî’yi ol vakit asınız,
Bulun zebânın assınız ya ben sizi, ya siz beni.
Mısrî efendinin zamanında Şeyhülislâm olan Vânî efendi ile de arası açıktı.
Şeyhülislâm zamanın Padişâhına Mısrî efendinin bir süre sürgüne gönderilmesinin
uygun olacağını bildirmişti. Beyitleri bunun üzerine yazmış olacaklar. O da
kalktı yalnız başına Limni adasına gitti. Ada halkı kendisine bîat etti, tekrar
İstanbul’a geri dönmedi ve ömrünün sonuna kadar orada kaldı.
Sultan Abdülmecid Han hazretlerine Mısrî efendinin İstanbul’dan sürgün
edilmesinin haksızlık olduğu bildirilmesi üzerine Limni adasına bir seyahat
yapmışlar. Orada üç gün kalarak Kur’ânı Kerîm okumuşlar ve türbeyi yeniden
tefriş ettirmişlerdir.Avdetinde Kırım harbi vâki olmuş ve sonunda harbten
muzaffer çıkılmıştır.Sultan Abdülmecid Han hazretleri muvahhid idi ve makâmları
cem makâmı idi.
______________
Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’lün
Kasab elinde koynum,ya o beni, ya ben onu,
Cellâd önüde boynum,ya o beni, ya ben onu.
Irz-ü vekâr mal-ü menâl yağma olundu cümlesi,
Soyunmuşum bu yolda ben,ya o beni, ya ben onu.
Cisme bugün kırk erbâîn oldu tamam Deccâl laîn,
Kıldı beni Rabbim emîn, ya sen beni, ya ben seni.
Vallâhi senden korkmazam dâ’vâyı bâtıl kılmazam,
Hak-tır sözüm yorulamazam ya sen beni, ya ben seni.
Vardı çıkalı göklere Binaltıyüzdoksanbir’e ,
İndim senin için ben yere ya sen beni, ya ben seni.
Mehdî benim adlim dürür, İsâ benim fazlım dürür,
Âhir amel katlim dürür, ya sen beni ,ya ben seni.
Meydâna çık gel ey kaba avret gibi giyme kaba,
Ben Mısrî’yem geydim abâ, ya sen beni ,ya ben seni.
Mısrî efendi Üsküdarda otururlarken bir risâle telif etmiş ve o risâlesinde “
İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyn” (R.A) hazretlerinin Nübüvvetlerine kâil olduğunu
bildirmişti. Risâleyi okuyan bazı kimseler Niyâzi Mısrî hakkındaki hüsnü
zanlarını değiştirmek isterler. Zirâ Nubüvvetin Fahr-i Kâinât efendimizle son
bulduğuna kâil olmuşlardır. Risâleyi tarafımıza gönderdiklerinde ; “Risâle
doğrudur ve şeriate uygundur, vakıa Hazreti Resûlü Ekrem hâtemdir,ama Risâlet-i
Nebîlerinin hâtemidir, şerîat-i Nebîlerinin değildir. Nubüvvet-i Tebligiyye
bâkîdir,buna “Nebiyyül-Velâyet” tabir olunur” diye cevap verdik.
Bir de fakiri Hüsnü paşanın müsteşârı Fikri efendi (sonradan Vezir olan Fikri
paşa) İstanbul’a âvet etti. İstanbula vardığımızda Fikri efendi elinde Mısrî
efendinin o risâlesiyle geldi. Bunu tetkik ediniz, Paşa akşama yemekte bunun
hakkında sizinle sohbet edecekler. İstanbul’da biri bu risâleyi basdırarak
Rumeli ve Anadoluya göndermiş, ve mutasarrıfın biri de risâleyi toplattırarak
bir nüshasını göndermiş. Fikri efendi risâle hakkında mutalaamız alındıktan
sonra Şeyhülislâma götürecek imiş, Sonra dedik: “Risâle doğrudur ve şerîata
mutâbıktır,anlattık hepsini “,sonra Fikri efendi o zaman Şeyhülislâm olan Hasan
efendiye risâleyi gönderdi ve sözlerimizide söylemiş. Hasan efendi “ Mademki
Hoca efendi şerîata uygundur demişler,öyleyse doğrudur “ve risâleyi tasdik edip
Sadâretin takdirnâmesiyle risâleyi toplattıran mütesarrıfa iâde ettirdi.
İşte Mısrî efendi vaktiyle bu risâleyi Üsküdarda telif ettiğinde zamanın
Padişâhı olan İkinci Ahmede de şikâyet edilmişdi.
“Vardı çıkalı göklere Binaltıyüzdoksanbir’e”
Hazreti İsâ göklere çıktığı, yani Mısrî efendinin zamanı yıl
Binaltıyüz-Doksanbir idi.Velhasıl bu bahır Mısrî efendinin “ Hudâyî Mahmud “
efendiye söylediği sözlerden ibarettir.
-------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Zühdünü ko aşka düş ehl-i canân etsin seni,
Pîr-i aşka kulluk et cânâne cân etsun seni.
Bir zaman bülbül gibi efgânın ağdır göklere,
Şol kadar kıl nâleyi kim gülistân etsun seni.
Âr-u nâmusun bırak şöhret kabâsından soyun,
Gey Melâmet hırkasın kim ol nihân etsin seni.
Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim,
Hak teâlâ başlar üzre âsumân etsun seni.
Verme râhat nefsine dâim gazâ-yi ekber et,
Kâbe-i dil fetolup dârül-emân etsun seni.
Gel Niyâzi’nin elinden bir kadeh nûş eyle kim,
Mahvedüp nâm-ı nışânın bî-nişân etsin seni.
Zâhir üzre takrir olunmuştur. (Hacı Maksut efendi).
-----------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Gönülleri doldurur erenlerin halveti,
Ölüleri diriltir erenlerin halveti.
Yaka yaka kül eder, her dikeni kül eder.
Hak-tan yana yol eder erenlerin halveti.
Sıdk ile giren kişi, âh-ü zâr olur işi,
Gözden akıtır yaşı erenlerin halveti.
Toygurur ol illeri tiz geçirür bılları,
Yakın eder yolları erenlerin halveti.
İçine bir öd salar nefsin sıfâtın yakar,
Canın gözünü açar erenlerin halveti.
Seni sana bildirir, ağlar iken güldürür,
İrfan ile doldurur erenlerin halveti.
Niyâzî sen var yürü sanma anı zâhiri,
İçrüden içeri erenlerin halveti.
Burada halvetten murad edilen dört duvar arasında olan halvet değildir.Belki
celvette halvet,yani kesrette vahdet olan “ Makâm-ı cem” dir Erenlerin halveti
cemdir. Makâm-ı Cem hazreti İsâ (A.S) nın makâmı idi. Bu makâm sâhipleri ölüleri
diriltirler. Kalallâhi Taâlâ : “ Ve ketebnâ fî-hâ...” ilâ âhiril âyet, yani “
Biz tevratta yazdık, kim ki haksız yere birini öldürürse, sanki bütün insanları
öldürmüş gibi günah yazılır ve kim ki bir insanı ihyâ eder, sanki bütün
insanları diriltmiş gibi sevâba nâil olur “. Bu âyetin tefsirinde Hazreti Resûl
buyurmuştur : “Kim ki bir cehil, yani bilgisizlik meselesiyle birini öldürür,
sanki bütün insanları öldürmüş gibi günahkâr olur ve kim ki bir kimseyi bir
tevhîd meselesiyle ihyâ ederse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevap
kazanır”. Bundan maksat şudur : Biri diğerini Hak-kın yolundan aldatıp
döndürürse,bütün halkı döndürmüş gibi ona günah yazılır ve kim ki birini Allâhın
yolundan çıkmış görüp, ona bir tevhîd meselesini öğretip doğru yola kor ve ve
onun ölmüş kalbini o yüzden ihyâ ederse, sanki bütün insanları yeniden diriltmiş
gibi sevâb verilir.
-----------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Bârekellâh gülistân-ı bülbülândır Aspozi,
Cenneti tezkir eder âli mekândır Aspozi.
Mu’tedil âb-ü hevâ hem müctemi’ envâ-i zevk,
Mecma-i bezm -i safâ -i ârifândır Aspozi.
Âb-ı hayvânı beğenmez hasletindendir Mesih,
Aktığınca sanki bir rûh-i revândır Aspozi.
Câme-i hadrâsın eyyâm-ı rebi’de kim giyer,
Şüphesiz menzil-i ehi Hızr-ı zamândır Aspozi.
Her taraf pür meyve-i şiirin leb-i dilber misâl,
Yeşil atlasla donanmış nev civândır Aspozi.
Bî midâd elması üzre nakş olur ebyât-ı sürh,
Lâ cerem sun-u Hüdâ’yâ bir beyândır Aspozi.
Ol sebebden ehli pür akl-ü zekâ vü ma’rifet,
Mahzen-i ehl-i ulûm-u kâmilândır Aspozi.
“Cennet-i min tahti-hel enkâr-ı tecrî “ dense hûb,
“Hâzihi cennât-i adn-in “den nişândır Aspozi.
Ey Niyâzî ger dokunmasaydı hiç bâd-ı fenâ,
Kim demezdi ana firdevs-i cinândır Aspozi.
Hazreti Msih (İsa A.S.) ihtiyârî ölümle öldükten sonra ikinci kat göğe
kaldırıldı. Kalallâh-ü Teâlâ Kur’ân-ı hakîmde: “İnnî müteveffîk-e ve
râfîuk-e...” âyetinde geçen “tevfiye” den murad ihtiyâri ölümdür. Hazreti İsâ
(A.S.) âhir zemanda Hilâfet-i Resûl ile yeryüzüne nâzil olup, burada 40 yıl süre
kalır, evlenir, evlâdı olur, en sonunda bu defa tabii ölümle ölür ve yerine
evlladı halife olur. İşte Hazreti Îsânın kendisi diri olduğundan dolayı onun
âb-ı hayata ihtiyacı yoktur.
Aspozi Malatya’ya yakın bir ilçedir. Ümmi Sinân Mehmet efendinin tekkesi orada
idi ve sonradan bu zat Niyâzî hazretlerinin şeyhi olmuştur.
------------------
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bir yüze dûş oldu gözüm yüzbin gezer divânesi,
Olmuş cemâli şem’nin ayı ile gün pervânesi.
Kendi sunar dolu dolu peymâneler âşıklara,
Bir kez elinden nûş eden olur ebed mestânesi.
Şunlar ki tatmadı ezel bezminde anın cür’asın,
Tatmaya dahi bunda ol aşk ehlinin bigânesi.
Her bir kuru lâf ehli dahil olımaz bu meclise,
Ol câna kıymaz nice gel disun ana canânesi.
Aşk ehli ayılmaz ezelden tâ ebed sarhoş olur,
Pes nice ayılsun ki dâim devreder peymânesi.
Bir mülke mâlik eylemiş uşşâkını ol pâdişâh,
Mülk-i Süleymân omların yanında bir virânesi.
İki cihanda Mısrî’ye devlet dahi izzet yeter,
Geldikçe yâr’in sunduğu gevherlerin her dânesi.
Gün nûr isminin sûretidir. Ay ile yıldızların nûrları günün nûrundan gelmedi.
Çünkü ay ve yıldızlar cevâhirler gibi şeffaf olduğundan günün nûrunu iktibas
ederler. Laf edli, yani yalancı ve iddiâcı kimseler Tevhîd ehlinin meclisine
giremezler. Onun iddiâcı olduğu daha başlangıçta sözlerinden belli olur.
Beyitte geçen “Mülk-ü Süleymandan” murad edilen ise, hazreti Süleymanın mülk-ü
sûrî ve mülk-ü dünyevîsidir, yoksa o da bir Ulülazim peygamberdir.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eylerim bildim ki ağyâr kalmadı.
Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.
Gice gündüz zâr-ı efgân eyleyüb inlerdi dil,
Bilmezem noldu kesildi âh ile zâr kalmadı.
Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile,
Hep Hak oldu cümle âlem şehr-ü bâzar kalmadı.
Dîn-ü diyânet âdet-ü şöhret kamu vardı yele,
Ey Niyâzî noldu sende kayd-i dindâr kalmadı.
“Cümle eşyâda görürdün hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.”
Bütün eşyâda hâr (diken), yani fenâ görürdüm. Fenâ-Fillâh olunca, evvelce hâr
gördüklerim, artık gülzâr (Gül bahçesi) oldu.Bütün her şey bana güzel görünür ve
hepsinden lezzet almaktayım, artık fenâ görmem
“Gice gündüz zâr-ü efgân eyleyip inlerdi dil”
Gönlüm gece ve gündüz âh-ü efgân ederdi. Çünkü bazı makâm kabız verir (insanı
tasarrufu altına alır), bazı makâm da bast verir (her şey açıklığa kavuşur). Cem
makâmı kabız verir, çünkü kesret batındır. Hazret-ül cem’e geçince munbasıt
olur, zirâ bast makâmıdır. Bu makamda kesret zâhirdir. O kimsenin artık âh-ü
efgânı kesilir, diner.
“Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile”
Gitti kesret, yani kesret bâtın oldu.Geldi vahdet,yani vahdet zâhir oldu ki,cem
makâmında kesret bâtın ,vâhdet ise zâhirdir. Dost ile halvet cem makâmında olur.
Halvetiyye tarîkatında “Halvetî” denilmesinin sebebi bundan dolayıdır ki,halvet
severlerdi ,yani Hak ile olurlar,halk ile olmazlardı demektir. Ama bu Halvetîler
değil. Bir kimse mabûdu tevhîd etmedikten sonra din ve diyânetin ne yararı
vardır.
“Ey Niyâzî noldu sende kayd-i dindâr kalmadı”
İşte Mısrî efendinin “kayd-i dindâr kalmadı” demesi onun mâbuduna vâsıl
olmasının ifâdesidir.( Vâsıl-ı İllâllah olmak ).
-------------------
Vezin : Mef’ûlü mefâilü mefâilü feûlün
Zevâle gün salındı, kal’ai Vân alındı,
Bâtıl vücûd dolandı, vücûd-ı Hak bulundu.
Vücûd-ı insâna cân, muhakkak oldu Sultân,
Şeytânı sürdü Rahman, levihden ol silindi.
Bir mahfî sahhâr idi, kattâl-ü cebbâr idi,
Câdü vü mekkâr idi, caduluğu bilindi.
Tevbe ederdi hayre, niyet ederdi şerre,
Küp olmuş idi hamre hamrin küpü delindi.
Şiirde geçen “ Kal’a-i Vân alındı “,sözlerinden murad edilen şudur: Mısrî efendi
hocası yalnız Mısırda bulunan “ Miftâh-i ulum-il-gayb” ilmini okumak için
gençliğinde Mısıra gitmişti, orada bu ilmi tahsil etti, hatta kendilerine anın
için “ Mısrî “ lakabı verildi.
Serezde asılmış olan “ Bedreddin “ hazretleri vesâir Ehlullâh da orada bu ilmi
tahsil etmişlerdir.Şimdi mısırda bu ilmi okutan yoktur. Ben mekkede iken birinde
Miftâh-i ulum-il-gayb şerhini gördüm, şerhin sâhibi içindekileri anlamadığından
bozuk bir kitab dedi,İşte Mısrî efendi Mısırdan doğru İstanbula geldi ve
Üsküdarda yerleşti. Devir ikinci Sultan Ahmed devri idi ve zamanın Şeyhülislâmı
da Boğaziçindeki köylerden birinde doğmuş ve lakabı “ Vâni” olan bir zat idi.
İşte “ Kal’a-i Vân alındı,bâtıl vücûd dolandı “ beyitleri onun hakkında
söylenmiştir. Vâni efendi vücûdunu müstakil vücûd, Yani Hak-kın vücûdu
başka,kendi vücûdu başka zannederdi.
Bizim bu vücûdumuz bâtıl değilmidir? Evet bâtıldır. Hakdan gayri hiçbir mevcûd
yoktur. ( Lâ Mevcûd-e illallâh ).
“Şeytânı sürdü Rahman Levihden ol silindi”
Şeytânı Rahman sürdü” burada “Rahîm” sürdü demek lâzım gelirdi,çünkü Şeyh “
Küşteri ”hazretlerine Şeytân gelip : “bir müşkülüm var.Cenab-ı Hak buyurmuştur:”
Vesiat-e rahmetî külli şeyin” (Rahmetim her şeyi kaplayacak derecede geniştir),
ben de burada geçen “ Şey “ de dâhilim, şu halde benimde rahmet içinde bulunmam
iktizâ eder. Niçin Hak-kın rahmetinden koğuldum ?”.Küşterî hazretleri: “Külli
şeyin muhît” olan (Her şeyi kaplayan) Rahmanın rahmetidir ve rahmet-i
Rahmandır.Çünkü rahmet-i Rahman bir rahmet-i âmdır(Yani müşterek,herkese âit
).Rahmet-i Rahîm ise rahmet-i hâstır ve rahmet-i îycaddır, işte sen oradan,yani
Hak-kın Rahîm olan rahmetinden koğuldun “. İşte bu sebeple Mısrî efendi şiirdeki
beyitte Rahman yerine “Râhîm” demesi lâzım gelirdi.
Sevmezdi ol beşeri,âmidi hep zararı,
Ehl-i Hak-kın ciğeri,dilim dilim delindi.
Ol zâlimin elinden,çıktı çoğu yolundan,
Cüdâ düşüp ilinden, defterleri çalındı.
Yezîd-i bed-nâm idi, ilimde haham idi,
İt idi Bel’am idi taşra dili salındı.
-------------------
Vezin : Mefâilün mefâilün feûlün
Nolaydı ey Keşiş dağı nolaydı,
Senin dâim yüzün böyle güleydi.
Yüzün gözün kan ağlayıp şitâdan,
Biten dürlü çiçekler solmasaydı.
Senin âb-ı havânı matlep edüp,
Başında her taraf yârân dolaydı.
Kibirle göklere baş çekmeseydin,
Başında dürlü barân olmayaydı.
Bu Mısrî’ya aceb bu dağ ne derdi,
Eğer dile gelüp bir söyleseydi.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi).
----------------
Vezin: Mefâilün mefâilün mefâilün mefâilün
Sana âşık olan diller niderler hûri gılmânı
Cemâlin seyreden gözler niderler bağ-ı rıdvânı.
Şarâb-ı aşk ile sekrân olup her birisi mestân,
Visâlin gülüne hayrân olan neyler gülistânı.
Koyanlar akl-ü idrâki olurmu kimseden sâkî,
Yakıp bu sîne-i çâki düşer âteşlere cânı.
Bu nâr-ı aşka yananlar buhar-ı şevka dalanlar,
Gözünden yaş ile kanlar akan bilmezmisin hânı.
Niyâzî kaldı hayrette yanar dil nâr-ı firkâtte,
Düşen bu dâr-ı gurbette dün-ü gün eyler efgânı.
Bizler ruhlar âleminden bu gurbet âlemine çıkıp geldik.Burada bulunurken
gurbetteyiz,Dâima asıl vatanımız için âhü efgân ederiz.Hazreti Resûl: “Hubb-ul
vatan minel îmân “ buyurmuştur,yani “Kişinin asıl vatanı olan rûhlar âlemine
karşı muhabbet etmesi İmânına delâlet eder.”yani o kimsenin bu sevgisi onun
imânından gelir.
-------------------
Vezin : Filâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey gönül gûş eyle gel âşıkların güftârını,
Nicedir gör dost ile yânıkların bazârını.
Dost belâsı sehmine ürrân edüp sinelerin,
Sonra ol yârelerin istediler dermânını.
Derdini,dermân verüptür yine ol yârelerin,
Anın içün arttırır âşıkların efgânını.
Aşk ödü şöyle yakuptur cism-ü cânın anların,
Kül edip savurdular cümle vücûd harmânını.
Vasl-ı Hak-kı isteyen cân-ü cihânı terk eder,
Aşk meydânında ol dikti anın dârını.
“Ey gönül “ burada kalbe hitab olunuyor,İnsanda beş şey vardır:
Nefs,Ruh,hafî,kalb,sır.Nefsin işi kesrettir ve alâkadır,yani herbir şeye ilgi
gösterir ve muhabbet eder.Bu muhabbet meselâ, Resûl, Kitap,Mürşid vesâir bunlara
benzer şeylerdir ki,ulvî olanlardır,süflî olanlar ise yapılmaması icabeden
şeylerdir,meselâ menhiyyat gibi (yasak edilmiş şeyler).Ruhun işi vahdettir
,Haktan gayriya teveccühü yoktur.Hafî şerîata nâzırdır, yani şer’î hükümleri
gözler.Kalbin işi ise berzahtır,yani kesretle vahdet arasında berzahtır,kesretle
vahdeti câmidir.Anın için Hadis-i şerîfte “Ma vesaanî ardî velâ semâî velâkin
vesaanî kalb-i abd-i mü’min” buyurulmuştur.yani “Ben yere göğe sığmam,ancak
mü’min kulumun kalbine sığarım”.Çünkü kalb vahdetle kesreti câmidir.Sır ise
ahadiyete nâzırdır,yani sırrın işi ahadiyete nezârettir.
“Aşk ödu şöyle yakuptur cism-ü cânın anların”
Can ve cihânı terk demek, öyle bir köşede veya halvette oturmak ile veyahut
hiçbir işe karışmamak ile olur demek değildir. Cân ve cihânın terki, cân ve
cihânın vâriyeti Hak-kın vâriyeti olduğuna vâkıf olmak demektir. Kişi buna vâkıf
olunca Hak-ka vâsıl olur.
Sâki-i Bezm-i Elest peymânesin içenleri,
Gör ki nice keşfederler sırr-ı Hak astârını.
Bi-nişânın menzilin Kâf-ı ademden izleyip,
Ey Niyâzî böyle bulmuş bulan col cânânını.
“Sâki-i Bezm-i Elest peymânesin içenleri,
Gör ki nice keşfederler sırr-ı Hak astârını.”
Bezmi elestin sâkîsi Mürşiddir. Çünkü “ Bezm-i Elest” de Rûh-i âzâm tarafından
“Elest-ü bi-Rabbiküm” nidâsı geldi. Bu nidâyı Velîler safından başkası işitmedi.
Sonra Velîler tarafından Gavs-ı Azâmdan “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidâsı tecelli
etti. Bu nidâyı da mü’minler safı işitti, şakiler safı işitmedi, hepsi birden
“belî” yani “evet” dediler. Anın için bezm-i elest sâkîsi Mürşiddir. İşte elest
bezminin şarâbını içenlerin yüzlerinde olan perdeleri keşfeder.
“Bi-nişânın menzilin Kâf-ı ademden izleyip,
Ey Niyâzî böyle bulmuş bulan ol cânânı”
Hak-kın yolunu “Kâf-ı ademden izle” demek, yani bu yolu Mürşidden izle demektir.
Ol mahbubu (Sevgiliyi) bulan böyle bulmuştur. Kâf dünyadır velâkin gizlidir.
Oraya Ehlullâhtan başkası giremez. Bittabi Mürşid de öyle kolayca bulunmaz ve
bilinmez.
---------------
“Eylesun Allâh çok tahiyyâtı,
Ana kim verdi ilm-i gâyâtı.
Gizli Sultandır sırr-ı Subhandır,
Mürşid-i candır hep mâkâltı.
Kutb-i halâyık bahr-î hakâyık,
Ferd-i câmîdir hep mâkâmatı.
Nokta-i kübrâ göremez a’mâ,
Gizlüdür zirâ cümleden zâtı.
Kalbini keşşâf eylemiş şeffâf,
Görünür anda hep beriyyâtı.
Hubbu cânımda sırr-ı zâtımda,
Savar üstümden her beliyyâtı.
Ey nice canlar yanını bekler,
Bulmadık derler bunda lezzâtı.
Neylesin ta’lîm olamaz teslim,
Ya nice bulsun ol kemâlâtı.
Mâyenin zevkin alımaz şol kim,
Şeyhi Hak bilmez yok rıâyâtı.
Arayup bulan kulluğun kılan,
Telkinin alan buldu hâlâtı.
Arayup bulan kulluğun kılan,
Telkinin alan buldu hâlâtı.
Şehri elmalı canda bulmalı,
Ummî Sinandır şöhret-i zâtı.
Şeyhini Hak bil ey Niyâzî kim,
Pîr yüzündendir Hak hidâyâtı.
Tahiyyâttan murad tâzîymdir.İlmin cüz’iyyâtı hasebiyle gâyeti (amacı)
yoktur,makâmlar hasebiyledir.Makâmların en son varacağı sınır yedi
makâmdır.Bunların üçü terâkkî,yani ilerleme, diğer üçüde tedellâ ki nuzül, yani
iniş makâmıdır.Terâkkî makâmları : Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfat, Tevhîd-i Zat
tır.Tedellâ makâmları : Cem, Hazret-il-cem, Cem-ül-cem dir. Bir de Ahadiyyet
makâmı ki,bu makâm Hazreti Resûllüllâh'a (S.A.V) mahsustur.Tevhîd-i zatta insan
kâmil olur.Tevhîd-i ef’âl ve Tevhîd-i sıfatta da insan nâkıstır, zat makâmına
vâsıl olunca insan kemâl bulur ve “ İnsân-ı Kâmil “ olur.
-----------------
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,
Değil irfân, filan ibn-i filânı,
Yerin terk edenin yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.
İzi yoktur ki izinden biline,
Dahi tozmaz ki tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden biline,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
Ne denli var ise âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil eh-i â’raf,
İnâd ehli değilsen eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Sen anın sabr-u şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,
Bilindi kim nişânını ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz nişânı.
Ârifler bazen telvin makâmına (renklenme) inip her sıfatla sıfatlanırlar.Onlar
gâh fakîr olur,gâh seyyâh olur, gâh derviş olur.Velhasıl onlar her sıfatı
giyerler(boyanırlar).Kâlallâh-ü Teâlâ fil-hadis-il kudsi: “Evliyâ-î taht-e
kubâbi lâ ya’rifühüm gayrî “,yani “ Benim kubbelerim altında öyle Velilerim
vardırki,onları benden başka kimse bilemez”. Bunların her birisi birer Velî
oldukları halde tevellüd etmezler,bu cihana gelip bir mürşide intisab ederek, o
Mürşid yüzünden seyr-i sülûk ederek irşâd olurlar,lâkin onlar ezelde de yine
Velî idiler. Hatta bu gibi kimselerden ayadiyetüs-seyr olanlar bile Mürşidsiz
olmazlar.
Kubâb-ı Hak-ta mestur olan erler,
Sıfât-ı halk içinde görünürler,
Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Gazab şehvet iki ayaktır anlar,
Binüp üstünde seyyâh oldu canlar
Bularla çıktılar arşa çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı sârif,
Anınçün der bunu ehl-i maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa mukâbil,
Yakına yardım eyle olma hâil,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Anı uran urur ağlatmak için,
Ya gayret gösterir darıtmak için,
O da ağlar darılır çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,
Nefes de harfe bulanır arılmaz,
Şu kim Hak-tan gelir cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i irfân,
Olur mevsûf sıfatlar ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Kimi şâdân, kimi nâşâd olurlar,
Kimi üstâd, kimi nerrâd olurlar,
Niceler sûretâ cellâd olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Şerîatle olursa ger ol ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,
Ger işlense kamu yerli yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
Niyâzî ye gelir her gayb-ü hâzır,
Görünür cümle a’râz ve cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.
O Velîler öyle cihanda dolanmazlarda.” Hakîkat ehlinin olmaz nişânı” Zirâ onlara
vuranlara onlarda vururlar.Çünkü vuranı vurmak “ İncil “ hükmüdür.âyet-i
kerîmede geçmiştir : “Siz nâsâranın cizyelerini yakalarından çekerek zorla
alınız ve mühlet vermeyiniz,herbirinin zimmetini birden alınız,onlara müsaade
vermeğe gelmez.” Özet olarak Hak ehlini vuran olursa, onlar da vururlar,sabır ve
sükût etmezler.
“Nefessiz dünyâda bir harf dirilmez”
Nefessiz dünyâda bir şey dirilmez.Nefis de ölür.Zirâ nefis,nefesden
müştaktır.Yukarıda geçtiği gibi cihanda hiçbir topluluk olmazki, içlerinde bir
Ârif bulunmasın.Hatta üç evlik bir köyde bile bir Ârif kişi bulunur,bulunmazsa o
köy,o topluluk harab olur.Cenab-ı Hak o topluluğu ve o köyü o Ârif ile korur.
Onlar “Kutup “ lardır,fekat bu hususu kendileri de bilmezler.
“Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda”
Bu cihânda ne kim mevcûd ise cümlesi yerli yerindedir,Hiçbirine bahâne
bulunmaz,çünkü hepsi Hak-kın vücûduyla kâimdir.
Mısri Divan 9
Vezin
: Fâîlâtün fâîlâtün fâilün
Ey gönül gel olmağıl Hak-tan irâk,
Tende cânın vâr iken eyle yer ak.
Dünyeden ölmezden evvel et sefer,
Hiç edinme bir makâmda sen durâk.
Yoksa bu fırsat bize bâkî değil,
Menzil al düşünmezden ortaya firâk.
Gel bu ırz-u nâmûsu kıl târ-ü mâr,
Ger yola girdinse var ârın bırâk.
Halkın uslu demesinden sana ne,
Âkil isen âdını Mecnûna tak.
İlmine mağrur olursan olma hiç,
Issı vermez sana ne kara ne âk.
Gir sakın çıkma izinden mürşidin,
Her ne emrederse sakın olma âk.
Bir eline göz yaşından al asâ,
Bir eline dert ödünden yak çerâk.
Ey Niyâzî tutar isen pendimi,
Diye sana istediğin işte bâk.
“Dünyeden ölmezden evvel et sefer ”Dünyâdan sefer, yani gidiş ancak “Mûtû kable
en temûtû”, “ölmezden önce ölünüz” sırrına mazhar olmakla olur. Âşık olan kimse
hiçbir makâmda durmaz. Dünyâ ve âhiret dâima terakkî eder. Çünkü terakkînin,
makâmlarda ilerlemenin sonu yoktur.
Beyitte geçen âk kelimesinden murad edilen âsî kelimesidir. Hiçbir zaman
Mürşidin emirlerine âsî olma, dâima onun emirlerini yerine getir.
-------------------
Vezin: Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Hak ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak,
Ol nüshada bu Âdem bir nokta imiş ancak.
Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ,
Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak.
Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.
Bu zevki eyler herkes bulmaz veli her nâkes
İren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak.
Kim ol deme buldu yol vasl oldu Niyâzî ol,
Nâcî denilen fırka bu zümre imiş ancak.
Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün,
Âdemde olan esrâr bu demde imiş ancak.
“Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem”
Dervişin biri demiş ki, ben Şeyhimle yüzbin âlem gezdim, herbiri bu âlem kadar
büyüktü. Doğru demiştir,zirâ Âdemliğini herkim bildi ise işte Âdem odur.Yoksa
Âdem sûretinde olupta içi hayvan olursa o insan bir gölge gibidir.Aynı bir adam
güneşe karşı durursa gölgesi yere düşer ve nasıl bir insan olduğu gölgesinden
belli olur,tanınır.
“İren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak”
Hazreti Peygamber buyurmuştur : “ Yahudîler şu kadar fırkadır hepsi cehennem
ehlidir. Hristiyanlar şu kadar, keza hepsi cehennem ehlidir.Fakat benim ümmetim
de bu kadar fırkadır,bir fırkası cennet ehli,firka-i vâhide ve hüve nâciyedir”.
------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Zâhidâ sûret gözetme içeru gel câna bak,
Vechi üzre gör ne yazmış defter-i Rahmâna bak.
Mushaf-ı hüsnünde yazmış “Kul hüvellâh” âyeti,
Gel inanmazsan geru var mekteb-i irfâna bak.
Çeşmini gösterdiğince âşıkın cânın alur,
Leblerin açtıkça can nefh eyleyen cânânâ bak.
Zülfünün herbir telinde bağlı bin mecnûnu gör,
Hattının ilindeki yüzbin meh-i tâbâna bak.
Âteş-i ruhsar ile yanmış kararmış çehresi,
Harf libâsından soyunan nokta-i uryâna bak.
Hep mülâzim kulluğunda bu cihânın şahları,
Kapusunda Pâdişahlar kul olan sultâna bak.
Âlem anın hüsnünün şerhinde olmuş bir kitâb,
Metnin istersen Niyâzî sûret-i insâna bak.
İkinci beyitteki “ Defter-i Rahmâna bak “ daki defter-i Rahmân Kâmildir, Çünkü
Kâmil Rahman sıfatıyla muttasıftır. Peygamber efendimizin zamanından önce halk,
hazreti İsmailin şerîati üzerine giderdi. Sonra Hazreti Peygamberden dörtyüz yıl
önce biri çıkıp halkı putlara tapmayı öğretti. Bu evsân denilen putlar
mezartaşları gibi “ Beyt-i Şerif “ çevresinde dikilip ve boyunlarında devekuşu
yumurtası gibi bir takım taşlar asarak onları süslerlerdi. Beyt-i şerifi tavaf
ederek,bunların yanlarına geldiklerinde onlara secde ederlerdi.
“Mushaf-ı hüsnünde yazmış “Kul hüvellâh âyeti”
Sonra Hazreti Resûl (A.S) me sordular : “Senin Rabbin altından mıdır,
gümüşden midir nedir?”. İşte “Kul huvallâh “ sûresinin nâzil olma sebebi
budur.Çünkü “ Kul huvallâh” sûresinin âyetleri Kur’ânı Kerîmin en cemiyetli
âyetleridir. Sonra Cibrîl (A.S) bu âyetleri indirdi.
Anlamı:
“Kul hüvallâh-ü ehad”, yani “ Vücûda gelmeyen malûmat (zatâ mahsus bilgiler) ve
vücûda gelen mevcûdâta delâlet eder, esmâ-i câmiadandır (tüm isimlerdir), yani Ahadiyyed-i Hüviyyet ki, Gayb-ı Mutlak’ın ahadiyyeti ve Ahadiyyet-i Ulûhiyyet,
ki mevcûdatın ahadiyyeti odur” demektir.
“Allâh-üs-samed” yani “O’na mevcûdatın hepsi arz-ı ihtiyaç ederler”, burada
“Samed” in manâsı, cümle mevcûdat dünyevî olsun, uhrevî olsun “O” na
ihtiyaçlarını arzederler. İhtiyaçları hep “O” nadır. “Lem yelid”,”Doğurmadı”,
“Velem yuled”, “Doğmadı, abâ ve ecdadı yoktur”. “Velem yekün lehû küfüven ahad”
yani “Ahaddir, “O” na akran kimse olmadı, eşi ve benzeri yoktur” demektir.
“ Çeşmini gösterdiğinde âşıkın cânın alır “
Çeşminden murad Hak-kın vücûdudur. Hak-kın vücûdunu görenin kendi vücûdu
kalır mı? Kalmaz.
“ Zülfünün her bir telinde bağlı bin mecnunu gör “
Zülüften maksad Hak-kın zuhûrlarıdır,yani her bir zuhûrunda birer mecnun
bağlıdır. Mecnun Leylâya âşıktı,Leylânın zülfünde bağlı idi,yani âşık olduğu
Leylâ ile bir vücûd idi. İşte âşıkta Haktır, maşukta Haktır. O âşıklığı ile
tecellî ve zuhûr eder. İmdi âşıka mâşuk dahi lâzım olur O mâşukluğu ile de zuhûr
eder.zâhir olur, o âşık da odur, mâşuk da odur.
“ Harf libâsından soyunan nokta-i uryâna bak”
Harf libâsı (bu âlemde göründüğü giysiler) sûret libâsı demektir.”Nokta-i üryân”
ise Hak-kın vücûdudur. Bu âlemler Nûr-i Muhammedî, yani Hazreti Muhammed Mustafâ
(S.A.V.) min nûr suretinin şehrinde bir kitaptır. İşte “Vettûr-i ve kitâb-in
mestûr-in fî rakkin menşûr-in” “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitab hakkı için,
ki bu yazılmış bir varaktadır”, yani Tûr dağının hakkı için bu âlemler, Nûr-i
Muhammedînin şehrinde bir kitabdır. Anın hakkı için. İşte Cenâb-ı Hak kasem
etmiştir. Hazreti Resûl ise bu kitâbın metnidir. İşte bu kitap ki âlemlerin
metnidir, ister isen bu âlemlerde bulunan insâna bak. Bir sâlik sâdık olduğu
halde cem makâmında Hazreti Resûl ya nurlu veya unsurî suretinde yakaza halinde
ana behemehal gelir ve ona Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfât ve Tevhîd-i zâtı
telkin buyurur.
-------------------
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Köstebektir köstebektir köstebek,
Ol münâfıklar vezîr olsun ya bek.
Kâfirin yeri cehennemdir veli,
Derk-i esfelde münâfık oldu sek.
Hem srât üzre geçen mü’minleri,
Şaşırandan dağdaki hınzır da yek.
Nushuna çi fâide diyenlere,
Ger nasihat eylesen tâ haşre dek.
Eylemez Deccâl’a tesir eylemez,
Kıl ferâgat anlara çekme emek..
Menn-ü selvâyı Yahûdî istemez,
İstediği ya basal, ya mercimek.
,Sükkeri olan gıdâyı neylesin,
Aklı fikri bekrinin tuzlu semek.
Üstüvâyı arş-ı şer-i istemez,
Çingâna çuldan kara çadır gerek,
Çenginin çengi ana Kur’ân yeter,
Cânına kelb urduğu nân-u nemek..
Doğru yoldan taşra gitme Mısrîyâ,
Enbiyâ çekti bu derdi sen de çek.
Çün Kitâb-ullâhtır habl-ül-metin,
Pek yapış bu urvet-ül vüskâ’ya pek.
Mısrî efendinin üç defa köstebek buyurması sebebi şudur; çünkü köstebek kördür
görmez,yeraltında yaşar, solucan ve kurt yer ve hiçbir nur görmez. Yani fâil-i
hakikîyi görmez. Ef’âl kimin olduğunu bilmez,sıfat kimin olduğunu bilmez, vücûd
kimin olduğunu bilmez. İşte üç defa köstebek buyurmasının sebebi budur. Münâfık
da öyledir ve mahcubtur,Ef’âl, sıfât,zât Hak-kın olduğuna vâkıf değildir
demektir. Ebû Tâlipin oğlu olan İmâm-ı Ali (R.A) henüz on yaşında iken babasına
,” Gel baba Hazreti Muhammede iymân et,dini Hak dinîdir” deyince Ebû Tâlip :
“Biliyorum oğlum velâkin biz bu dinde ihtiyâr olduk ve ihtiyârların dinini nice
terk edeyim “ diyerek İslâm ile müşerref olmamıştır.
Menn-ü selvâyi Yahûdi istemez,
İstediği ya basal, ya mercimek.
Hazreti Mûsâ Allâhın emriyle Amalika kavmi ile muharebe etmek üzere kiyâm
ettiğinde Beni İsrâilin ileri gelenleri bu emre karşı koydular. Altmışbin
civarında bulunan beni İsrâil biz harb edemeyiz dediler. Onları cezâ olmak üzere
Cenâb-ı Hak tiye vâdisinde hapsetti, beslenmeleri için gökten selvâ ( tarla kuşu
) gönderdi, pişirip yediler, verilen bu nimete kanâat etmediler bu defa Hazreti
Mûsâdan men ( bal ) istediler. Onu da şerbet yapıp içtiler.
Sükkeri olan gıdâyı neylesin,
Aklı fikri bekrinin tuzlu semek.
Yahûdiler bu nimet ile de yetinmeyip memleketlerinde yedikleri soğan,mercimek ve
sarmısak istediler.İşte bu defa Cenab-ı Hak gadap etti,ve onlara “Mutû” (ölünüz
) dedi,derhal Altmışbin kişi bir nefis gibi öldüler.Yedi gün cenâzeleri
ortalıkta durdu (kokuştu).Sonra hazreti Mûsâ (A.S) Cenâb-ı Hak-ka niyâz etti ve
yine hepsi dirildi. Anın için o sülâleden gelen Yahûdilerin bedenleri bugün bile
kokar.
Üstüvâyı arş-ı şer-î istemez,
Çingene çuldan kara çadır gerek.
Hazreti Peygamber efendimiz buyurmuştur : “Şerefû buyûteküm velâ tüşrifû
mesâcideküm”, yani “evlerinizi yüksek yapıp şereflendirin, zirâ böyle yaparsanız
ruhunuz ferahlar ve mescidlerinizi şerefli (yüksek) yapmayın,alçak yapınız,zirâ
orası Hak-ka ibâdet olunacak yerdir.”
--------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ârifin mutlak kelâmın duymaya irfân gerek,
Sırr-ı muğlaktır gönülde zevk ile vicdân gerek.
Bir hazînedir tasavvuf mâlik olmaz her hasis,
Bulmağa anı dü âlemde beğim sultan gerek.
Ârifin sözlerini yine ârif olan bilir,çünkü “İrfan” gönülde kapalı bir
sırdır,ancak zevk ve vicdan ile bilinir.Bir insan ârif olmayınca vicdan sâhibi
olamaz.
Dürr-i yektâ kânını âlemde bulmak isteyen,
Bulmaz anı nehr içinde bahr-i bî-payân gerek.
Ma’rifet dâ’vâsın eden müddeî bilmez mi kim,
Dildeki dâ’vâya elde hüccet-ü bürhân gerek.
Ârif oldur halkı başına üşürmek istemez,
Gönlü cümle halk içinde hâk ile yeksân gerek.
Kibr-ü ucbun illetinden kurtulup sağ olmağa,
Bil tabîbin mâ’nâda Şeyhin senin Lokmân gerek.
Şöhret ıssı ma’rifet kenzini bulmaktır muhal,
Varlığın şehri senin baştan başa virân gerek.
Dürr-i yektâ öyle gelişi güzel bulunmaz anı bulmağa sonsuz bir deryâ gerekir,
yani tevhîdin tâlimine Mürşid-i Kâmil ister. Hüdâyi Mahmut efendi “Enfâs”
namındaki kitabında bir hikâye yazar: Dervişin biri şeyhine gelir, evlenmek için
müsaade ister. Şeyhi olur der. Fakat derviş ben Padişâhın kızını isteyeceğim
efendim. Şeyhi de olur der. Derviş sokağa çıkarak acaba Padişâhın kızını kimden
isteyebilirim diye sorunca,Şeyhülislâmdan derler. Fakir derviş Şeyhülislâma
gider.”Efendim ben Allâhın emriyle ve Resûlüllâh şeriâtı üzerine Padişâhın
kızını almak isterim” der.Şeyhülislâm bir gün huzurda iken “Efendim bir fakir
derviş gelip kızınızı benden istedi”. Cevaben Padişâh : “Biz Kureyşî değiliz ki
neslen küfüv ve gınâ ( eş ve zenginlik ) isteyelim ama o fakir kızıma nişanlık
olarak bir dürr-i yektâ getirirse kızımı veririm”. Şeyhülislâm Padişahın emrini
dervişe tebliğ eder. Derviş pek alâ der ve çarşıda dürr-i yektâ nın nerede
bulunabileceğini sorar, öğrenir.Derviş kalkıp oraya gider,soyunup denize dalar
çıkar,dalar çıkar,yorulur,gücü dermanı kalmaz.deryânın kenârına çekilir,
yorgunluktan ve açlıktan yığılır kalır. Daha önce yemin etmişti,yâ ben dürr-i
yektâ’yı bulurum,yahut da bu deryâ kıyısında can veririm. İşte bu baygınlık
esnâsında uykuya dalar. Hak-kın emriyle deryâda fırtına çıkar, derviş de bu
gürültüden uyanır. Bakar ki yanında beş altı adet dürr-i yektâ duruyor. Heman
onları koynuna doldurur ve gidip Şeyhülislâm efendinin önüne döker ve böylece
Padişâhın kızını alır.
İşte himmet sarfı böyle olur. Bu misâlde olduğu gibi bir kimse tevhîde himmet
sarfedince muhakkak ona vâsıl olur ve mürşid-i Kâmili bulur, çünkü tevhîdin
kaynağı Mürşid-i Kâmildir.Şâyet o derviş dere veya nehirlerde inciyi arasaydı
bulabilir miydi, bulamazdı. Sordu soruşturdu, nerede bulacağını öğrendi, Cenâb-ı
Hak da ona istediğinden fazlasını verdi.
Ölmeden evvel ölüp kabre girip haşre çıkıp,
“Mâlik-el mülk”-ün şuhûdunda gönül hayrıçün gerek.
İnsan “Mûtû kable en temûtû”, “ölmeden önce ölünüz” sırrına mazhar olup tabii
ölüm ile ölmeden önce ihtyârî ölümü ile kabre girip ve haşre çıkarak “Mâlikel
mülkün” şuhûdunda hayran olmalıdır.
Nefsi tamûsun sırât-ı şer’i ite bunda geçüp,
Kalp evi hep hûr-û gilmân cennet-i rıdvân gerek.
Söyleyip işittiği dahî görüp fikrettiği,
Üstüvâ-i arş-ı sırda hazret-i Rahmân gerek.
Her kaçan tûtîlere feth-i dehân ettik ol,
Lezzetinden tûtîler sözlerine nedmân gerek.
Geh hamûş olup dilinden kimse almaya cevab,
Geh açılıp şâd olup güller gibi handân gerek..
Gâh üns, gâh haşyet gâh rü’yet geh sucûd,
Gâh sahv-ü gâh mahv geh vücûd geh cân gerek.
Terkedüp cümle kuyûdâtı erişe sırfe ol,
Sırfe erse bir gönül içi anın ummân gerek.
Aradan iskât edip cümle izâfâtı hemân,
Hak vücûdu âşikâre gayrisi pinhân gerek.
Çünkü ârîdir izâfattan vücûdu dilberin,
Zevk-i küllî isteyen âşık dahi üryân gerek.
Mısrıyâ terk-i izâfât etmeğe lâyık olan,
Kümmel-i insân içinde bindebir insân gerek.
Üstüvayi arş-ı sırda hazreti Rahmân gerek”
Hazreti Rahmândan murad “Gavs-ı âzam” dır, çünkü Gavs, Rahmân isminin mazharıdır
ve bütün âlemlerde mütesarrıf olan Gavstır.”Er-rahmân alel arş-is-tivâ”, “Rahmân
arş-ı alâsında hükümrândır” âyetindeki “Rahman” dan murad Gavstır, yani “Gavs-ı
azâm arş üstünde müstevî oldu” demektir. Zirâ Gavsın azâmeti şudurki bu âlemler
anın avucunda bir hardal dânesi kadardır. Anın “Sâhib-i şimâli” ve “Sahib-i
yemini” tâbir olunan vezîrleri vardır.
“Gâh sahv-ü gâh mahv geh vücûd geh cân gerek”
Burada mahv-ü sahv işret ehlinin tam sarhoşluğu ile teşbih edilmektedir. Bu da
“Men arefe Rabbehû---tâl-i lisânuhu--- ve men arefe Rabbehû---küllü
lisânehû---sırrına işârettir.
____________
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Derviş olan âşık gerek yolunda hem sâdık gerek,
Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek.
Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye
Aşk âteşinde eriye altın gibi sızmak gerek.
Madenlerin çeşidi yedidir: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay ve
cıvadır.Bunların aslı altındır. Altın binlerce yıl sonra değişikliğe uğrayarak
demir, bu da binlerce yıl sonra gümüş, sonra bakır, kurşun, sırasıyla kalay da
cıva olur.
Kâmil olan bu kimyevi değişiklikleri bilir ve bu değişiklik sebeplerinin ne gibi
eczalarla giderileceğini fark eder, işte o ecza ile madenleri aslı olan altına
çevirir. Çünkü altın pek saftır, herşey pas tutar, altın tutmaz,zirâ aslı olan
zâtı pâktır. Fakat zamanla değişikliklere uğrayarak gümüş,bakır ve demir gibi
sâir madenlere dönüşmüştür. İşte Kâmil kişi kimyevî bir ecza ile ârız olan
illeti giderir,aslında ircâ eder,esas olan kimyâ ilmi de budur. Kezâlik ruhun
aslı da pâktır ve saftır. Fakat sonradan ârız olan illetler sebebiyle eski asıl
hâlini kaybetmiş ise, Mürşid-i Kâmil o ârız olan illetleri tevhîd ile girişim
yaparak onu tekrar aslına döndürür.
“Zikr-i Hak-ka meşgul ola yana yana tâ kül ola,
Her kim diler makbul ola tevhîde boyanmak gerek.”
Zikr-i dâimî haccül-ekberdir. Meselâ gönül her nereye giderse “ feeynemâ tevellû
fesemme vech-ullâh”, Her ne yöne dönsen, Allâhın vechini, yani zâtı oradadır”
mucibince kalb de devamlı zikirle ardınca Allâh Allâh diyerek gider. Gönül bağa
gider, bahçeye gider, hana gider, hâneye gider ve bu sûretle gönül her nereye
teveccüh ederse, vechüllâh olduğu, gönlün de ardınca tasdik eder.Bu sebebten
dâimî zikir “Haccül-ekber ve cihad-ı ekber” dir. Tevhîde boyanan kimse dünyâ ve
âhiret makbul bir kimse olur.
Eyün kişi yol alamaz maksûdunu tiz bulamaz,
Yoğ olmayan vâr olamaz vârını dağıtmak gerek.
Burada eyün kişi, yani kibirli ve kendisini beğenmiş kimse istediğini çabuk
bulamaz.
Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı,
Bu Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek.
Dervişlerin en alçağı tevhîd-i ef’al sâlikidir ve dâimî zikir sâhibidir.Beyitte
geçen buğday içinde burçak, buğday aynı değerde satılarak birlikte öğütülüp un
olur. Tevhîd-i ef’âl sâliki ve zikr-i dâimî sahibi de gerek burada dünyâda,
gerek kabirde ve gerekse âhirette behemehal kemâl bulur, ona noksan makâmları
tamamlattırılır.
___________
Vezin: Feîlâtün feîlâtün feîlâtün feîlün
Sâlikin Mürşîdine hizmeti şâhâne gerek,
Eşiğine koya bâşın diye şâhâne gerek.
Geçe dünyâ ile ukbâyı dahî etmeye âr,
Bu yolun mihnetine ol kati merdâne gerek.
Nâmurad olmağa tâlip ola kim menzil ala,
Dahî halk içre adı âkil-ü dîvâne gerek.
Dahî Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol,
Eski dıvârı yıkıp hem katl-i oğlana gerek.
Gemi sağ olsa anı gasbeder emmâre-i nefs,
Yeni dıvar beğim eskiye vîrâne gerek.
Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsıd olur,
Bu bağın bülbülü aşk ödüne pervâne gerek.
Ey Niyâzî bu yola kim gire kurbân ede can,
Îyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek.
Sâlikin üç mertebesi vardır: Biri muhib, biri mürid, diğeri de sâliktir. Muhib
olan kimse yalnız tevhîd ehli ile muhabbet eder.Mürit hem muhabbet eder, hem de
bîat etmek ister. Sâlik ise bîat ederek sülûk eder. Burada murad edilen esasen
budur, yani sülûk edenin Mürşidine hizmeti, vükelânın en baştaki zâtı nice
kıymetli tutar, hizmet ve itaat eylerse, sâlikin de Mürşidine öyle itaat ve
hizmet etmesi ve kıymetli tutması gerekir, hatta daha ziyâde olmasını
ister.Çünkü birinci husustakine itaat ve hizmet edilmesi dünyevî geçim
dolayısıyladır. Şâyet kusur işlerse geçimi kesilir ve o da geçimini başka yerden
temini cihetine gidebilir. Fekat Mürşide hizmet ise Hak cihetindendir ve
Mürşidin emri Hak-kın emridir. Eğer Mürşidin emrine sâlik itaat etmemiş olursa,
başka cihetten Mürşidden kazanacağını elde edemez. Mürşidin hizmeti nedir diye
sorulursa, onun hizmeti Hak yolunda Hak-kın yaptığı emirlerden ibârettir.
Binanaleyh Mürşidin emrini tutmamak, Hak-kın emrini tutmamak ve Hak emirlerine
itaat etmemektir.
“Bu yolun mihnetine ol kat-i merdâne gerek”
Bu yolun mihneti, yani zahmeti şudurki, yarân her zaman bulunmaz. Çünkü gerçek
tevhîd ehli pek nâdir bulunur. Meselâ, buradan kalkıp Mısır’a bir tevhîd ehli
bularak muhabbet ve sohbet etmek için gidersiniz, sonra o gittiğiniz yerde ya
bir ahbab bulursunuz, yahut bulamazsınız. Çünkü bulunmaz şeydir, bulunursada
gizlenirler. İşte bunun için merdanlık, yani yiğitlik gerekirki, sen de buna
dayanamazsın.
“Dahi halk içre adı âkil-ü divâne gerek”
Aklın üç mertebesi vardır: Biri akl-ı maaş ki dünyâda yaşam ve geçim gibi
şeylerle ilgisi olan hususlara aklı erer. Biri de akl-ı maad ki bu gibi
kimselerin âhiret işlerine aklı erer. Diğeri de akl-ı kâmil ki yalnız İlâhî
bilgileri düşünür. Bu akl-ı kâmil sâhipleri Tevhid ehli ve Melâmiyedir. Bunlara
“Ukalâ-yi meczûbîn” (akıllı deliler, cezbe sâhibi veya tanrı aşkına tutulmuş
kimseler) tâbir olunur. Çünkü akl-ı maaş ve akl-ı maad sâhipleri, bunların
cezbeye kapılmış kimseler olarak görürler. Zirâ bu “Melâmiyye” den olanlar güzel
elbise giyerler, güzel yemek yerler ve beş vakit namaz ve Ramazan-ı şerifte
oruçlarını tutarlar, yani bütün İlâhî farzlardan başka ibâdet etmezler ve bunlar
için böyle dervişlik olurmu derler. Hani nerede bir köşeye çekilip başkalarıyla
ilgisini kesmek, nerede riyâzat etmek, ki yirmidört saatta bir hurma ile geçinme
diyerek tevhîd ehlinin bu durumlarına dikkat ederek deli divâne derler.
Halbuki Nebîler ve Peygamber öyle onların zannettikleri gibi riyâzat etmedi ve
bir köşeye çekilip halk ile ilişkilerini kesmediler ve Hak-kın farz kıldığı
şeylerden başka bir iş işlemediler. Tevhîd ehli de öyledir, fazla ibâdet etmek
ibbâdın halidir, ibbâd ise mahcupdur. Halbuki tevhid ehli mahcup değildir.
Enbiyâ ve Resûl onların zevk ve irfânı tevhîd ehlinde olan zevk ve irfânın gayri
değidir, yani hiç farkı yoktur. Yalnız mertebe yönünden fark vardır. Meselâ
Nebîler mertebesi vardır, Peygamberler mertebesi vardır, Gavs mertebesi vardır
vesair buna benzer mertebeler vardır. Bunlarda mertebe yönünden birbirine
üstünlüğü varsada, irfân yönünden arada hiçbir fark yoktur. İşte ibbâd olanlar
işin esâsını anlamadan “Muvahhid” e deli divâne derler. Tarikat ehli de ibbâddan
sayılır. Halbuki tevhîd ehli bunlara – muvahid olanlara – deli denmez, âkil der.
Bu cihettendir ki Mısrî efendi de “adı âkil ve divâne gerek” buyurdu.
“Dahi Mûsâ gibi hızr-a gemisin deldire ol,
Eski dıvârı yıkıp hem katli oğlane gerek.”
Hazreti Mûsâ (A.S.) kavmi Benî İsrâil ile konuşurken kendisine: “Yâ Mûsâ, senden
âlim kimse varmıdır ? “ dediler. Bittabi Resûlden daha âlim kimse yoktur ve hem
de hazreti Mûsânın zamanında başka Peygamber de yoktu. Hazreti Mûsâ cevaben :
“yoktur” buyurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-tan kendisine : “Mecma-il Bahreynde ledün
ilmini bilen bir kulum vardır, onunla görüş” diye hitâbedildi. Ledün ilmi demek,
kerâmet-i kevmiyye ilmi demektir. Çünkü hazreti Mûsânın çözemediği üç müşkili
vardı:
Birinci müşkili, doğduğu zaman Firavunun falcıları, kehânetle doğacak bir erkek
çocuk yüzünden saltanatının târ-ü mâr olacağını bildirmişlerdi. Bunun üzerine
Firavun ebelere erkek doğan çocukların boğdurularak öldürülmesi için emir verdi.
İşte bu sırada hazreti Mûsâ dünyâya gelmiş, annesi de ebe ile anlaşarak
çocuğunun gözünün görmiyeceği şekilde ölmesini teminen bir beşik içine koyup Nil
nehrine bırakmıştı. Beşik akıntıya uyarak gelip Firavunun sarayının duvarına
dayandı. Firavun beşikteki çocuğun erkek olduğunu görünce öldürülmesi için emir
verdi. Karısı hazreti Âsiye : “ Senin erkek çocuğun yok,bunu bize Allâh
gönderdi, Firavunun başka eşinden yalnız bir kızı vardı,bunu büyütelim ,bizim
terbiyemizde büyüyen çocuk sana hiyanet etmez”. Velhasıl Firavunu iknâ edip
çocuk Mûsânın öldürülmesinden caydırdı.Sonra Mûsânın teyzesi Âsiye’ye sütanne
için Mûsânın annesini tavsiye etti,bu suretle Mûsâ hazretleri yine kendi
annesinin südüyle büyütülmüş oldu.İşte bir müşkili bu idiki neden Nilde
boğulmamıştı.
İkinci müşkili, Hazreti Mûsâ yolda giderken Firavunun adamlarından biri Beni
İsrâilden birini öldürmek üzere kovalarken gördü. Takip edilen adam: “Aman yâ
Mûsâ beni kurtar”dedi. Hazreti Mûsâda Firavunun adamını durdurunca adam düşüp
öldü.İşte bu hadisede ben bu adamı niçin öldürdüm ,günâhı varmıdır?
Üçüncü müşküli de Firavunun adamını öldürmüş olduğunu görünce kaçtı.Şuayb (A.S)
mın kızları koyunlarına su vermek için bir kuyunun ağzındaki ağır taşı
kaldıramıyorlardı,gidip o taşı para almadan kaldırmıştı.
İşte bu üç hadisede cereyan edenler Hazreti Mûsânın çözemediği müşkillerdi,halli
kevnî kerâmete bağlı idi. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu kevnî kerâmet sâhiplerinden
Hızır (A.S)’a gönderdi.Birlikte bir gemiye bindiler, Hızır tuttu gemiyi
deldi.Hazreti Mûsâ buna itirâz etti:”Burada birçok insan var suda boğulacaklar
yazık değilmi?” Hızır: “Peki ya sen niçin beşiğin içinde iken boğulmadın, Allâh
tarafından korundun. İşte bu gemide öyle korunur.” dedi.Gemiden çıkıp vardıkları
memlekette dolaşırlarken Hızır tuttu bir çocuğu öldürdü. Hazreti Mûsâ yine
itirâz etti.”Hiçbir günâğı olmayan çocuğu niçin öldürdün ? Yazık değilmi? Sonra
Hızır (A.S) çocuğun kürek kemiğini çıkarıp gösterdi.” Sen kürek kemiği ilminden
anlarsın “. Hazreti Mûsâ bakdı,çocuğun ileride bir fesadçı olacağını görüp
anladı.Hızır da : “Böylelerin îdâmında sakınca yoktur,aynı senin Firavunun
adamını öldürdüğün gibi “, Sonra oradan kalkıp başka bir şehire geldiler,burada
hiçbir kimse bunlara bir yiyecek vermedikleri gibi, üstelik koğup hakaret
ettiler.Fakat yolda rastladıkları yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır (A.S)
düzeltti.Hazreti Mûsâ :” Niçin ücretsiz bu işi yaptın,bari bir miktâr para
alsaydın,onunla ekmek vesâire alır, açlığımızı giderirdik” dedi. Hızır (A.S)
:”Ya sen Şuayb (A.S) mın kızlarına para almadan kuyu ağzındaki ağır taşı
kaldırdın,bir ücret almadın”.
“Gemi sağ olsa anı gasbeder emmâre-i nefs,
Yeni
dıvar beğim eskiye virâne gerek.
Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsid olur,
Bu bağın bülbülü aşk ödüne pervâne gerek”.
Peygamberler mucize göstermeyi istemezler,hatta mucize göstermekle
emrolundukları zaman üzerlerine bir dağ yıkılmış gibi acı duyarlardı. Çünkü
onlar gâyet şefkâtli kimselerdiler.Şayet Hak-kın emriyle mazharlarında zâhir
olacak mucizeye halk kanaat etmez ise başlarına bir belânın geleceğini
bildiklerinden dolayı mucize izhârını istemezlerdi.
Yukarıdaki vak’ada; gemiden murad kişinin vâriyeti,yani vâriyet gemisini
delmeli, harab etmeli yani vâriyeti bırakmalıdır.Eski yıkılmak üzere olan
dıvardan murad ise insan vücûdudur, yani eskiden vücûd senindir
zannederdin,sonra onu düzeltip Hak-kın olduğunu anladın.Keza öldürülen erkek
çocuğundan murad ise insanın nes-i emmâresidir.
“Ey Niyâzi bu yola kim gire kurbân ede can,
İyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek.”
Can,yani ruh; Ruh makâmı cem makâmıdır,Bir kesret-i tabiiyye vardır.Bir kimse
sülûk edince kesret-i tabiyyeden kurtulur,Çünkü ef’âlin Hak-kın olduğuna,sıfâtın
Hak-kın olduğuna, vücûdunun zât-ı Hak-kın olduğuna vâkıf olunca,o zaman kesret-i
tabiiyye kalmaz Bundan sonra “Makâm-ı cem” ki ruh makâmıdır,orada kesret bâtın
olup,vahdet zâhir olur,yani Hak zâhir, halk bâtındır.Sonra “ Hazretül-cem
“makâmında ki, makâm-ı nefs ve makâm-ı şerîâttir,kesret zâhir,vahdet
bâtındır,yani halk zâhir,Hak bâtındır.İşte Mısrî efendinin canını kurbân et
demesi, ruh makâmından nefs makâmına geçmek demektir.bu hal bir İyd-i ekber ve
Hacc-ül ekberdir.
Mısri Divan 10
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün fâilün
İster isen bulasın cânânı sen,
Gayre bakma sende iste sende bul,
Kendi mir’atında gözle anı sen,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Her sıfat kim sende var izle anı,
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı,
Erişince zâtına özle anı,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Kenzi manfî âşikâr hep sendedir,
Yaz ve kış leyl-ü nehâr hep sendedir,
İki âlemde ne var hep sendedir,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Men aref sırrına er, ko gafleti,
Gör ne remzeyler bu insân sûreti,
Haş-ü neşr ile Tamûyu cenneti,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Cânânı, yani Hak-kı bulmak istersen gayre bakma sende bul. Senin Mir’atında
gözle,sen Hak-ka bir aynasın,çünkü ef’âl, sıfât ve zâtı seninle zâhirdir. Ef’âl
sıfata, sıfât da zâta delildir. Şimdi bir fiil sıfatsız zâhir olur mu?
Meselâ, ilimsiz fiil zâhir olur mu ? Kezâ iradesiz ve kudretsiz, semisiz (işitme
olmadan) basarsız (görme olmadan), kelâmsız (söz söylemeden) ve
hayatsız, yaşantısız fiil zâhir olur mu, olmaz. Demek oluyor ki, Ef’âl sıfâtın
vücûduna delildir. Kezâ sıfat mevsufsuz (sıfatlanan olmazsa) olur mu? Her sıfata
behemehal bir mevsuf lâzımdır. Meselâ,irâde, irâde edensiz, kudret kâdirsiz olur
mu,olmaz. Şu halde sıfat da Hak-kın vücûduna delil olmuş olur. Her şahıs
kendisinden zâhir olan ef’âl ve sıfatlarla Hak-kın vücûduna delil ile
anlayabilir.
“Kenz-i mahfî âşikâr hep sendedir
Yaz ve kış leyl-ü nehâr hep sendedir “
Kenz-i mahfî, yani İlâhî sırlar ef’âl, sıfât, zât sende âşikârdır. Yaz ve kış, gece
ve gündüz ve iki âlemde, yani dünyâ ve âhirette her ne var ise hep sende
mevcuttur. Çünkü insan nusha-i câmiadır.Vücûd tek bir vücûd değil midir? Bunların
Hakkın vücûdundan başka müstakil vücûdları var mıdır, yoktur. Yaz ve Kış, gece ve
gündüz dünya ve âhiretin ve senin vücûdun vücûdu Hak-tır. Başka vücûd yoktur.
“Men aref sırrına er, ko gafleti,
Gör ne remzeyler bu insan sûreti.”
Hazreti Ömer efendimize Resûlüllâh (S.A.V) buyurmuştur:
“Men aref-e nekehû fekad aref-e Rabbehû “, yani “ Nefsini arif olan tahkik
Hak-kı ârif oldu ”. Cenab-ı Hak buyrmuştur: “Vettebiû millete İbrâhîme hanîfen
vemâ kâne minel müşrikîn”, yani “ Millet-i İbrâhim olan tevhîde tâbi
olun, İbrahîm müşrikinden olmadı “. İşte cenab-ı Hak bizi babalarımızın sülbünden
analarımızın rahimleri vâsıtasıyla bu âleme getirdiği ef’âl, sıfat, zat,
kendisinin olduğunu bildirmek içindir. İşte “men aref “ sırrı budur. İnsan sûreti
nüsha-i câmiadır. Evvelki derslerde söyledik. İnsan sırr-ı hilâfet, yani ism-i
câmiin (bütün isimlerin) mazharıdır. Melekler ise kuvvet isimlerinin
mazharıdır. İnsan ise hem kuvvet ve hem de sâir tekmil İlâhi isimlerinin
mazharıdır.
“ Haşr-ı sûri hâlin inkâr eyleme,”
Gülşen iken yerini hâr eyleme,
Enfüs-ü âfâkı bil âr eyleme,
Gayre bakma sende iste sende bul.
Haşr iki kısımdır : Bir kısmı burada ki, cümlemiz burada Hak-kı ârif olmak için
haşrolduk. Biri de âlem-i âhirette ki, o haşir bir haşr-i ekberdir, o da
cismânidir, mahşerde haşoluruz. İns ve cin, melekler vesâir toplanıp sırât-ı mîzân
kurulur,cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme gönderilir. İşte bunları
inkâr edip yerin bir gülistan (gülbahçesi) iken, hârîstân (dikenli bir çorak
tarla) eyleme. Beyitte geçen enfüs kendi nefsin, afâk ise,bu görünen âlem,yani
“Tafsîlat-ı Muhammediyye “ dir. Çünkü Cenab-ı Hak önce “Nur-i Muhammedî “ yi
yarattı. Bu âlem “Nûr-i Muhamedî “ nin tafsîli ve şerhidir.
Hak-kın sıfât-ı subûtiyye ve mâneviyyesi yedidir :
Hayat,ilm,semi,basar,irâde,kudret,kelâm. Türkçe olarak: (Yaşantı,bil-gi, duyma,
görme, istek, kuvvet, söz) dür.
Bunların üçü bâtın, dördü zahirdir.Bâtın olanlar Hayat, ilim, irâdettir. Zâhir
olanlar: Semi, basar, kudret, kelâmdır.Anın için hacılar “Tavaf-ı kudüm” ve
“Tavaf-ı vedâ” da üç defa Beyt-i Şerifi pehlivanlar gibi kollarını
sallayarak kurula kurula tavâf ederler.Bu suretle bâtın olan üç sıfatın,yani
hayat, ilm, ve irâdetin zâhir olması için üç defa tavâf ederler. Bunun bir
defası hayat sıfatı için, bir defası ilm sıfatı için, üçüncüsü de irâdet sıfatı
içindir.Ayrıca dört defa da zâhir olan (semi,basar, kudret, (kelâm), sıfatları
için tavâf ederler. Ancak bu dört sifat esasen zâhir olduklarından bu kere
teennî ile (yani bütün bu hususları düşünerek) tavâf ederler.
Kâbe, yani “Beyt-i Şerif” mazhar-ı zattır, insan ise mazhar-ı sıfattır. Bu
sıfatlar Hak-ka nisbet olunduğu vakit kadîmdir,çünkü Hak kadimdir,onun
sıfatlarıda kadimdir.Şahsa nisbet olunduğu vakit,hâdisdir, zirâ şahıs hadis
değilmidir,yani sonradan yaratılmadımı ,evet sonradan yaratıldı.Şu halde
mukyyeddir,yani o sıfatlar şahısla mukayyeddir.Ve sifât-ı cüz’iyye denildiği de
bu sıfatların şahısla kayıdlanmış olduklarından dolayıdır.Hak-kın sıfatları ise
“ Külli sıfatlar” dır. Sıfat-ı cüz’iyye sıfât-ı külliyenin mazharıdır. Meselâ:
İrâde-i cüz’iyye irade-i külliyenin,kudreti cüz’iyye kudreti külliyenin
mazharlarıdır, yani Cenab-ı Hak (insandaki) bu cüz’î sıfatlar ile zâhirdir.
“Zat-ı Hak-kı anla zâtındır senin,
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin.
Sen seni bilmek necâtındır senin,
Gayri bakma sende iste sende bul.
Sûreti terk eyle manâ bulagör,
Ko sıfatı bahr-ı zâtan dalagör.
Ey Niyâzi şark-u garba dolagör,
Gayre bakma sende iste sende bul.”
İlmin mertebeleri üçtür: İlmelyakin, Aynelyakîn, Hak-kalyakîn dir. İlmelyakîn:
Avâmın ilmi, hoca efendilerin ve suhtaların ilmidir. Beni iycâdeden Haktır, beni
babam ve annem iycâdetmiş olsa, ya babamı ve annemi kim iycâdetti? Behemahal
benim bir mûcidim var, şu halde mûcidim Haktır deyip böylelikle Hak-kın vücûduna
istidlâl eder (delil bulur). Bu ilim “İlmelyakîn mertebesi” dir.
İkincisi Aynelyakîndir. Bu tarikat ehlinin ilmidir. Benim mucîdim Haktır ve
benden zâhir olan sıfatlar Hak-kındır der, velâkin bir türlü vücûdu Hak-ka
vermez. Güya vücûdu Hak-ka vermiş olsa hulül ve ittihad iktizâ eder diye korkar.
İşte bu ilim de “Aynelyakîn mertebesi” dir
Üçüncüsü “ Hak-kal yakîn mertebesi” dir ki, gerek ef’al, sıfat ve gerekse zat
Hak-kındır. “Lâ mevcûde illâ hû” der. İşte bu “Ehl-i Tahkîk”in ilmidir, bunlara
“Zâtiyyûn” tabir olunur. Ehl-i tarikat ve ehl-i tarikin evliyâlarına ve
kâmillerine de “Sıfâtiyyûn” tabir olunur. İşte Mısrî efendinin “Ko sıfâtı bahr-ı
zâta dala gör” dediğini “Zâtiyyûn” ol, yani tahkik ehli ol demektir.
Mısri Divan 11
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Evvelimde dinmez idi âh-u efgânım benim,
Gice gündüz bitmez idi zâr-ı giryânım benim.
Düştü aşk ödü bu cânâ yaktı kül etti beni,
Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzanım benim.
Hâr-u hâşâk-i enâniyet yanalı aşk ile,
Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.
Âr-u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan,
Vech-i Hak-kı olmadı yer yüzde seyrânım benim.
Râhat ile istedim vaslını kahretti bana,
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim.
Top ile çevkânı sundu bana canan lütfile,
Bendedir ammma görünmez top ile çevkânım benim.
Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü,
Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim.
Âlem ol vech-i amâdır hayret andandır bana,
Bu vücûdum aybın örttü mihr-i rahşânım benim.
İbtidâ azmeyleyince bu cihân iklimine,
Bir libâsım yoğ idi kim örte uryânım benim.
Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana,
Anların dahi durur eskidi kaftânım benim.
Suya vardık anlar ile kapların doldurdular,
Ben de vardım testimi mahvetti ummânım benim.
Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçün,
Ben dönerdim lîk gözden mahfî devrânım benim.
Halk bir gez dönmeden ben nice devreyledim,
Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim.
“Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.”
Benliğim mahvolalı benim meydânım arş ve kürsîden geniştir,yani arştan daha
genişim.Kudsi Hadiste Cenâb-ı Hak “ Mâ vesianî ardî velâ semâî velâkin vesianî
kalb-i abdil mü’min “,yani “ Mertebeler ve isimlerim ile arza ve semâlara
sığmam,ancak mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurmuştur.Çünkü mü’min kulum
(İnsân-ı Kâmil ) mertebe ve isimlerimi câmidir.Diğer yarattıklarım ise yalnız
bir ismime câmîdir.Meselâ : Melekler yalnız kuvvet ismimin mazhârı,madenler aziz
ismimim mazhârı, insan ise bütün isimlerimi câmidir.
İlk zamanlarda “Sofiyye “ tarıkatinde tevhîd makâmları yalnız bir isimle,yani
“Lâ ilâhe illallâh “ kelimesiyle tarif ve telkin olunurdu. Sonradan İbrâhim
Halvetî hazretleri buna altı isim daha ilâve ederek yediye çıkardı: “Lâ ilâhe
illallâh,Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr “ dır. “Lâ ilâhe illallâh” ile
tevhîd-i ef’âle işaret etti, yani “Lâ hâlika illallâh” Allâhtan başka yaratıcı
yoktur.”demek istedi.” Allâh “ ismiyle ,Tevhîd-i sıfat’a işâret etti, Çünkü
Allâh ismi bütün isimleri câmîdir.” Hû “ ismi gayb-ı mutlaka delâlet etmekle,
anınla tevhîd-i zâta işâret etti.Cem makâmında halk bâtın,Hak zâhir olmakla
“Hak” ismiyle makâm-ı Cem’e işâret etti.Hazretil cemde Hâk bâtın, halk zâhir
olduğundan “Hayy” ismiyle telkin eylediki,şerîat makâmıdır.”Hüvel evvel-ü vel
âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın” âyeti kerîmesi mucibince evvel,âhir,Zâhir,bâtın
her şeyin vücûdu Hak-kın vücûdu olduğundan ve Hak-kın vücûduyle kıyâmı
olduğundan “Kayyum” ismi ile “Cem-ül Cem “makâmına işâret etti.”Kahhar” ismiyle
“Ahadiyyet” mertebesine işâret etti .
“ Derde düşüp ağlayınca cânânım benim “
Allâhın gülmesi te’vilsiz (yani başka bir manâ ile tefsir etmeden) olur.Çünkü
Cenâb-ı Hak bazı zaman mahluk sıfatıyla sıfatlanır ve “Gadab-allâh-i aleyhim” de
olduğu gibi.Öfkelenme,sevinme gibi sıfatlar birer mahluk sıfatı değilmidir?
“Bendedir amma görünmez top ile çevkânım benim”
Top ile çevkân bendedir demek, tevhid ilminde reisim demektir.
“Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlüm
Âşık sevgilisini kavrayamadığından dolayı hayrete düşer, çünkü onun tecellîleri
sonsuzdur. Bu hayret ise hayret-i ilmiyye ve hayret-i şuhûdiyyedir (ilmi
hayretler, gördüklerinde hayrete duçâr oluşu). Bunun çoğalması için Hazreti
Resûl (S.A.V.) efendimiz duâsında : Allâhümme zidnî fîke tahayyüren”, “Allâhım
hayretimi ziyâdeleştir” buyurdu.
“Bir libâsım yoğ idi kim örte üryânım benim,
Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana”.
Bu cihâna geldiğim vakit önce tevhîd elbisesinden yoksun idim. Dostlarım ile
bana kaftan, yani tevhîd makâmı verildi, anlar hala o makamdadırlar, zirâ
çalışmadılar. Ben ise derd edip o makâmı geçtim, suya hep birlikte vardık, anlar
oraya vardıklarında az bir şey aldılar, ben ummân denizinde kendimi mahv edip
yok oldum.
“Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin,
Halk bir gez dönmeden ben nice kez devreyledim”.
Tarikat ehli arasında devdân ve çalgı vardır. Meselâ, Kâdirîler kudüm,
Mevlevîler ney, Rufâîler def çalarlar. Bu harammıdır, helâlmidir ? Ehl-i tarik
uluları derki, bizim aramızda mahcup olmadığından ve o da zuhûrat-ı İlâhiyye ile
şuhûd olunur, haram değildir, hicap ehline göre haramdır. Devrândan murat bütün
mezâhirde birer birer Hak-kı şuhûd etmektir. Anın için Mısrî efendi: “Benim
devrim, devrânım gizlidir. Halk bir gez dönmeden, ben nice defalar dönerim,
fekat dostlarım devrânımın ne olduğunu anlamadılar”.
Yâr ile ahdeyledim gâh dağılıp gâh cem olam,
Tâ ezel budur anınla ahd-ü peymânım benim.
Anınçün gâhı cem’im geh perîşân tâ ebed,
Döndü kaldı üstüme cem’ü perîşânım benim.
Döndürür dâim Muîd ismi takâzâsı beni,
Nokta-i zâtım değil sûrette cevlânım benim.
Devre-i arşiyyeden herkim haberdar olduysa,
Ol duyar ancak Niyâzî ilm-ü irfânım benim.
“Gâh dağılıp, gâh cem olam” demek, Hak ile ahdim vardır. Gâh cemde, ve gâh
farkta olam minel ezel ilel ebed (ezelden sonsuzluğa kadar).Mu’îd ismi Hak-kın
güzel isimlerinden biridir, yani avdet ettirici, geri döndürücü demektir.
“Devre-i arşiyyeden her kim haberdar olduysa”
Devre-i arşiyye nedir ? En önce Hak-kın ilim hazinesinden Nûr-i Muhammedî, Rûh-i
Muhammedî yaratıldı, insan sûretinde yaratıldı. Bütün malûmat mâ-kân vemâ yekûn
(Bütün bilgiler olmuş olacak her ne varsa) dünyâ ve âhirette Nûr-i Muhammedîde
mevcûddur. Nûr-i Muhammedîden nefs-i kül, ve andan tabiat ve andan heyûlâ ve
andan cism-i kül ve andan şekil ve andan da arş yaradıldı. Şu halde Nûr-i
Muhammedî yukarıda adları yazılan beş vâsıta ile arşa ruhtur, yani nefs-i kül,
tabiat, heyûlâ, cism-i kül, şekil vâsıtasıyla arşın ruhu Nûr-i Muhammedîdir.
Anın için dünyâ ve âhirette olmuş olacak her ne var ise hepsi arşda mevcûddur ve
arşın devrânından hasıl olur.Çünkü hepsi arşın devrânının vücûda gelmesi
içindir. Diğer feleklerin devirleri hep arşın devrine tâbidir. Anın için âyet-i
kerîmede : “Er-Rahmân-i alel arş-is-tivâ” buyuruldu, yani “Rahmân isminin
mazharı arşa müstevî oldu”. Çünkü bütün âlemler arştan tasarruf olunur.
---------------------
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Adetim budur ezelden kevnde bir ş’en olurum,
Dirilip geh cem olup gâhi perîşân olurum.
Bu cihânın halkına bir bir yolum uğrar benim,
Cem edip bunca kumaşı bir bezistân olurum.
Geh sehâb-ü geh matar gâhi doluyum gâhi kar,
Geh nebat-ü gâhi hayvân gâhi insân olurum .
Geh Nasârâ geh Yahûdî gâhi Tersân geh Mecûs,
Gâhi Şia gâh olur Sünnî Müslümân olurum.
Gâhi âbid gâhi zâhid gâhi fiska düşerim,
Gâhi ârif gâhi ma’ruf gâhi irfân olurum.
Gâh olur bakır, kalay ve gâh olur altun gümüş,
Gâh olur âlemde her ma’denlere kân olurum.
Gâh olur, benden hakîr hiç kimse olmaz dünyada,
Gâhi Kâftan Kâf’a hükmeden Süleymân olurum.
N’âl tırnak arasından yerim geh dar olur,
Gâhı Arş’u Kürsî’den yek âlî meydân olurum.
Gâh olur bu harmân-ı âlemde ben bir dâneyim,
Geh kamûyu câmî lmuş ulu harmân olurum.
Gâh olur mevcûd mâ’dum geh vücûdiyle adem,
Geh tecelliyle iyân ve gâhı pinhân olurum.
Gâhi dünyâ gâhi ukbâ gâhi mahşer geh sırât,
Gâhi berzeh gâhi cennet gâhi nirân olurum.
Gâhi mâlik gâhi âteş gâhi zakkum geh cahîym,
Gâhi hûrî gâhi gılmân gâhi rıdvân olurum.
Gâhi zerre geh güneş gâhi kamer gâhi nucûm,
Gâhi arz-u geh semâ geh Arş-ı Rahmân olurum.
Bunca sûretler libâsın gâh bir bir giyerim,
Geh soyunup cümlesinden şöyle üryân olurum.
Şimdi kesrette olan Âdem Niyâzî söylenür,
Âlem-i vahdet içinde sırr-ı Yezdân olurum.
Bu bahrı Hak lisânıyla Niyâzi Mısrî hazretleri söylemiş veya Niyâzî lisânıyla
Hak söylemiş.Bu hususu Hoca efendimiz hazretleri zannedersem iki çeşit
söylemişler. Fakat umumiyetle bu şiirin beyitlerini zâhir üzere takrir
etmişlerdir. ( H.M. Efendi).
Geh sehâb-ü geh matar gâhi doluyum gâhı kar,
Geh nebât-ü gâhi hayvân gâhi insân olurum.
Yukadıdaki beyitte geçen nebat sözünde hazreti Âdemin zürriyeti zahrından
çıkarılıp dört saf oldular. “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidası yapıldıktan ve karşılık
olarak “Belî” cevâbı verildikten sonra tekrar zürriyeti âdemin zahrına geri
dönmeyip madenlere, bitkilere ve hayvanlara dağıldı. Sonra benî âdem zamanla
madenlerle beslenen bitkileri ve hayvanları o madde-i âdemiyye ye rast geldiği
vakit insanın vücûdunda meni olur, rahme düşer ve bu sûretle çocuk hâsıl olur.
Şâyet o maddenin madenlerde veyahut bitkilerde gecikmesi olursa, yine meyli
oraya olur. Buna ait ayrı kitap vardır. Bu bir tenâsuhî devir değil, belki bu
bir şer’î devirdir.
_________________
Vezin:Müstef’ilün,müstef’ilün,müstef’ilün müstef’ilün
Ey kudret ıssı, padişâh lûtfeyle açıver yolum,
Bağlandı her yânım şehâ lûtfeyle açıver yolum.
“Şol ism-i zâtın hakkıçün cümle sıfâtın hakkıçün”,
İzz-ü şânın hakkıçün lûtfeyle açıver yolum.
Ol ism-i azâm hakkıçün ol nûr-i ekrem hakkıçün,
Ol Fahr-i âlem hakkıçün lûtfeyle açıver yolum.
“İsm-i âzam” yalnız başına Allâh kelimesi değildir, esas olan Allâh kelimesinin
müsemmâsı olan Zât-ı İlâhiyyedir. İşte bunu hakikaten bilenin her muradı hâsıl
olur, zirâ Allâh, Allâh zikir demek değildir.
Hoca efendimiz bu şiiri yalnız yukarıdaki beyit üzerinde durmuşlar, diğerleri
zâhir üzere takrir edilmiştir. (Hacı Maksud efendi).
Lütfunla ihsân eyledin vaslınla handân eyledin,
Hicrinle hayrân eyledin lûtfeyle açıver yolum.
Saldın şikâre çün beni Âdem olup bulam seni,
Bağladı dünyâ-yi denî lûtfeyle açıver yolum.
Şaşırttı bizi nefs-i bed eyledi hep yolları sed,
Ey lûtfu çok senden meded lûtfeyle açıver yolum.
Bu can yine vuslat dilersen şâh ile vahdet diler,
Varmağâ dil nusret diler lûtfeyle açıver yolum.
Her kanda kâmil görürüz bakıp ana yerinürüz,
Dönüp sana yalvarırız lûtfeyle açıver yolum.
Kulda nola yâ Rabbenâ kim sana doğru yol bula,
Sensin kamû derde devâ lûtfeyle açıver yolum.
Zikrin enîs et bu dile erişe tâ dilden dile,
Yol göstere ilden ile lûtfeyle açıver yolum.
Nitsun Niyâzî derdimend etmiş anâsır kayd-ü bend,
Bilmem İlâhî gayr-i fend lûtfeyle açıver yolum.
_____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Doğdu ol sadr-ı Risâlet bastı ferş üzre kadem,
Saldı ol nûr-i Nübüvvet pertevin fevkal – ümem.
Çalınıp tabl-ı beşâret geldi şâh-ı Enbiyâ,
Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhib âlem.
Sadır, göğüs demektir. Emânet edilen sırlar insanın göğsündedir. Eskiden hükümet
başkanına “Sadr-ı âzam” derlerdi, sebebi devletin bütün sırlarına vâkıf olduğundan
dolayı bu isim ona verilmiştir. İşte Fahr-il-Enbiyâ-ya da “Sadr-i Risâlet”
denildiği, bütün Enbîyânın sırları anda bulunmasından dolayıdır, yani diğer
Peygamberler onun vekilleridir. Esas Enbiyânın sultânı, başı odur.
“Bastı ferş üzre kadem” deki beyitte geçen ferş bir nûr demektir.
“Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhip alem”
Beyitte geçen “alem “ sancak, yani bayrak manâsınadır. Bu sebeble Hazreti Resûle
“Sâhib-i alem “, “Sancak sâhibi”, denildi. Zirâ diğer Nebîlerin zamanında alem
yoktu. İlk önce Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) efendimiz sancak çekti (Livâ-ül-hamd).
Sancağında bir sırrı vardır, muharebelerde harbeden askerlerin onu görerek
çevresinde toplanıp birleşmelerini temin içindir. Alem de İlâhi tecellîlerden bir
tecellîdir.
“Nûr-i vechinden alındı encüm-ü şems-ü kamer,
Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh-u kalem.”
Yıldızların, güneşin, ayın hakikatları Nûr-i Muhammedîdir.”Kasîde-i Bürde” de
Hazreti Resûle “Kamer” denilmiştir. Kâsîdeyi şerh eden burada benzetme var diye kelkamer olarak yazmış. Bunu bize birisi sordu. Bizde cevaben : “Hayır burada
teşbih (benzetme) yoktur, kamerin hakikati Nûr-i Muhammedîdir, bunda teşbih
kendisidir, düşün dedik”. Sonra gitti ve iki üç gün düşünüp tekrar geldi ve
sözlerimizi tasdik etti. Levh, Levh-i mahfuzdur. Yani nefs-i küldür. Kalem
ise, kalem-i âlâdır, yani Nûr-î Muhammedîdir. Evvelce “Evvele mâ halak-allâh-i
nûrî, evvele mâ halak-allâh-i rûhî , evvele mâ halak-allâh-il-kalem “, hadislerinde
bunu açıklamıştık. Velhâsıl Kalem-i alâda ve Nûr-i Muhammedîde dünyâ ve âhiret
her ne olmuş ve olacak var ise hepsi mevcûddur. Nûr-i Muhammedîde olan Levh-i
mahfuzda, yani Nefs-i külde tafsîlatıyla vardır. Nûr-i Muhammedîde olan icmâl
nefs-i külde, kezâ tafsîlen olmuştur. İşte Fahr-i Risâletin sonsuz olan ilm
deryâsından levh ve kalemin hikmeti böylece bilindi.
“Merhabâ yâ Mustafâ ey nûr-i ayn-ı asfiyâ,
Merhabâ ey Sâhib-ül-mi’râc-ı fid-dacil zulem”
Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân,
Dostluğuna yaratıldı ey Nebiyy-i muhterem.
Biz günahkâr ümmete sen Şâhı irsâl eyledi,
Hamdü-lillâh sana ümmet eylemiş ol Zikerem.
Yâ Resûlallâh şefâat kıl Niyâzî bendene,
Şol zaman kim baş açık yâlın ayak kan ağlıyam.
“Asfiyâ” hakikat ehlinin büyüklerine derler. “Sâhib-ül-mirâc” yani Mîrâc sâhibi
demektir. Hazreti Resûlün otuzbeş mîrâcı vardır. Bunlardan otuzdördü rûhânîdir,
uykuda iken onun güzel rûhu yükselerek arşı, kürsî’yi seyrederdi, biri de
cismânîdir. Bu cismânî olan Mîrâc Receb-i şerif ayının yirmiyedinci gecesi bir
kış vakti amcasının kızı Ümmehân'ın evinde misâfir iken Cibril-i Emin gelip dâvet
etti ve Bürâk getirdi. Oradan ona binerek “Beyt-il Mukaddes” e geldi. Kendisini
cümle Nebîler karşıladı ve onlara imâm olup iki rekat namaz kıldırdı. Burada
Nebîlerin rûhları karşıladı denildiği doğru değildir, belki Nebîler cesedleriyle
idi, çünkü Nebîlerin cesedleri çürümez. Oradan “Sidre-i müntehâ”, ya kadar
meleklerle gitti, orada Cibril kaldı. Oradan itibaren “Dürr-i ahzara” bindi,
sonra Arş’a kadar “Refref” ile gitti. O gece Hazreti Resûlün bindikleri şeyler
bunlardır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Levlâke lemâ halaktül âlem”,
yani “Yâ, Muhammed sen olmasaydın âlemi yaratmazdım”. Niyâzî hazretleri de bunun
için “Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân” demişlerdir.
___________
Vezin:Mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün, mefâîlün
Ayağı tozunu sürme çekelden gözüme cânım
Görünür oldu her gâhı gözüme veç-hi cânânım.
Niçün sevmeye cân anı ki anda buldu cânânı,
Yıkıldı kal’a-i fikrim yapıldı dinim îmânım.
Çü bildim vech-i cânânı kamûda sezdim Allâhı,
Fenâyım Hak-ta Vallâhi ne bilim kaldı ne dânım.
Ki bildim cümle Hak imiş arada gayri yok imiş,
Bi-külli anda gark imiş ne ben vârım ne irfânım.
Buluştu bir ten-ü bir cân bu mülkü ettiler seyrân,
Niyâzî, den görünen ol ben ancak ad ile sânım.
İkinci beytte geçen “Yıkıldı kal’a-i fikrim”, yani aklî olan ilimlerim (aklım
ile bildiğim bilgilerim) mahvoldu. Zirâ ülemâ-i rusûm (eskiden medreselerde
tahsillerini yapanlar) denilen kimselerin okudukları veya okuttukları ilim
efkârdır, yani düşünce mahsülü olan bilgilerdir. Meselâ, mantık ve buna benzer
diğer ilimleri de hep düşünce üzerine oturtulmuştur. Din ve îmân ise düşünce ile
bulunmaz. Akıl ve düşünce dünyâya âit olan şeylerden bile âcizdir. Her şeyin
anası “Tevhîd ilmi”dir. Muvahhid olmayanın aklı da, düşüncesi de kısa ve
sınırlıdır.
Zâhir ülemâsının medreselerde okudukları “Kazimir” in sonlarında şöyle denir:
Hak-kın vücûdu hakkında üç mezhep (yol, tutum) vardır:
1 --- Vücûd müteaddid (çok, birden ziyâde, sayılabilir), mevcûd da-müteaddid. Bu
cühelâ mezhebidir (Bilgisizlerin yolu, tutumudur). Böylece her şeyin müstakil
vücûdları vardır demiş olurlar.
2 --- Vücûd vâhid (tek, bir, sayılamaz), mevcûd müteaddid (Çok, sayılabilir). Bu
hükemâ mezhebidir, (hakîmler, âlimler, her şeyi bildiğini sananların tutumudur),
Anın için onlar âlem tek bir vücûddur derler, fenâ bulmaz, bu sûretle âlemin
bekâsına hüküm verirler (âlem yok olmaz demekle âlemin kalıcılığına inanmış
olurlar).
3 --- Vücûd vâhid, mevcûd vâhiddir derler.
Bu üç mezhep de bâtıldır (hak ve gerçeğe aykırıdır).
Tahkik ehli mezhebi ise, vücûd Hak-kın vücûdudur, gayri için vücûd (başka
herhangi bir şey için) vücûd yoktur. Bunun için onlar “Lâmevcûde illâ Hû”
(Allâhtan başka vücûd yoktur, vücûd ancak O’nun vücûdudur) derler. Bu görülen
kesret (çokluk, kalabalık) şuûnât ve ahvâl-i İlâhiyyedir (İlahi hallerdir).
_____________
Vezin: Fâ’lün feûlün fa’lün feûlün
Aşkın meyine ben kana geldim,
Şevkin ödüne hoş yana geldim.
Şem’i tevhîdi gördüm yakılmış,
Gitti kararım pervâne geldim.
“Halka-i zikri kurmuş âşıklar,
Ben de sahnında cevlâne geldim.”
Hazreti Resûl : “Mescitler salât ve ve zikir için binâ olunur” buyurmuştur.Hatta
Medine-i Münevverede inşâ olunan “Mescid-i Nebnevî” de sahâbeler halka olup
zikretmişlerdi. Bu halka-i zikri melekler de çep çevre sarıp anlarla birlikte
zikrederlerdi.
“Mecnûnum bu gün Leylâ derdinden,
Neylerim aklı dîvâne geldim”
Tevhid ehli, akl-i maâş ve akl-i maâdı istemez, çünkü akl-i maâşın dünyâya ait
olan işlere, akl-ı maâdın da âhirete ait olan işler akılları erer. Halbuki
tevhîd ehli dünyâ ve âhiret istemez, o akl-i kâmil eshâbıdır. Bu sebebdendir ki
anlara “Ukalâ-i meczûbîn” derler.
Derdi cânânın açtı yâreler,
Bağrım üstünde dermâne geldim.
Ümmî Sinânın hâk-i pâyine,
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim.
Yâremi bildim Yârimden imiş,
Bunda Niyâzî Lukmâna geldim.
___________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ol menem kim vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i Âdemim,
Kâşif-i genc-i hakikat hem hayât-ı âlemim.
Bende menfî oldu gaybül-gaybın esrârı hemîn,
Bendedir sır-ı emânet ana kenz-i mübhemin.
Ben cemâl-i Hak-kı cümle şeyde zâhir görmüşem,
Bu merâyâya anınçün baktığımca hurremim.
Her sözüm miftâh-ı kufl-i künt-ü kenz olmuş dürür,
Hem dem-i İsâ ile herbir nefiste mahremim.
Yukarıdaki beyitte geçen “Her sözün mifâh-ı kufl-i künt-ü kenz” sözleri Resûl-i
Ekremin : “Künt-ü kenz-en mahfiyyen fe ahbebtü en u’raf-e fe-halakt-ül halk-a li
u’ref” hadisinde bildirilen hazinelerin kilidinin (kufli) birer anahtarı
olduklarını bildirmektedir. Hadisin anlamı : “Ben ilm-i zâtiyede mâlûmatla
mütecellî idim, istedim ki bilineyim, halkı halk ettim. Halk mahzâ Hak-kı bilmek
ve vech-i Âhadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi”.
Cümle mevcûdâtı verdim ben vücûd-ü vâhide,
Zât-ü esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim.
Yerde gökte her ne kim var bağludur bâşı bana,
Âşikâre vü nihâne ben tılsım-ı â’zâmım.
Ben o Mısrî’yem vücûdum Mısrına şâh olmuşum,
Hâdisim gerçi Velî ma’nâda sırr-ı akdemim.
_____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ol cihânın fahrının sırrına kurbân olayım,
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,
Kâb-ı kavseyni ev ednâ’sına kurbân olayım,
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.
Burada “sümme denâ” dan maksat “Seyr-i İlallâh “, “Fetedellâ” dan murad edilen
“Seyr-i an-illâh, “Fe kân-e kaab-e kavseyn” den de “Cem-ül cem” ve “Ev ednâ” dan
da “Ahadiyyet” makâmları anlaşılır.Bunu (Meslek-i celîl-i Muhammedîye mensub
olan bütün) ihvân bilir.
Hazreti İsânın asâleten makâmı “cem” makâmı idi ki, “Hakîkat” makâmıdır. Hazreti
Mûsanın asâleten makâmı “Hazretil cem” makâmı idi. Hazreti Dâvûdün makâmı ise
tevhîdin “Cem-ül cem” makâmı idi.Velhâsıl enbiyânın asâleten her birerlerinin
özel makâmları vardır. Ancak uyumları derecesinde “Makâm-ı Muhammedî” ye yani
“Âhadiyyet” makâmına ulaşırlar.
Bu yüce makâma yalnız Enbiyâ ve Resûl değil, belki “Verese” (Vâris-i Ulum-i Nebî
olanlar, İnsân-ı Kâmiller) dahi vâsıl olurlar.
“Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım”
Mi’râcın sırları nedir ?
Hazreti Resûl arş-ı alâya vardığı vakit “Ettehıyyât-ü lillâh-i ves-selavât ü
vet-tayyibât-ü” dedi. Yani “düâ Allâh içindir, namazlar Allâ içindir tayyibât,
yani güzel olan nesneler Allâh içindir. Cenâb-ı Hak tahiyyâta karşı şöyle
buyurdu : “Esselâm-ü aleyke eyyühen-Nebiyyü,” salevâta, yani namâzlara karşı ve
rahmetullâh-i”, tayyibâta, yani güzel nesnelere karşı “ ve berekâtuhû”. Sonra
Hazreti Resûl yine “Esselâm-ü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîyn” dedi. En
sonunda bütün melekler hep birden “Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne
Muhammeden Abdühû ve Resûlüh-ü” dediler. Anın için öğle namazı kılındığı vakit
her namâzın birinci ve ikinci oturuşlarında “Ettehiyyât”ın okunması emrolundu.
“Ol Ebûbekr-u Ömer Osman Ali dört yâridir,
Ol Risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır,
Cümle Eshâb hidâyet râhının envârıdır,
Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım,
Ben anın Ashâb-ü ahbâbına kurbân olayım.”
Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ,
Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ,
Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,
Ben anın evlad-ü ensâbına kurbân olayıum,
Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,
Ümmetine cümleden artık eder Hak rahmeti,
Enbiyâ anınla buldu bunca lûtf-u izzeti,
Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım,
Ben anın envâ-i eltâfına kurbân olayım,
Her ne denlü Enbiyâ vü Mürselîn kim geldiler,
Ümmeti olmaklığı Hak-tan temennî kıldılar,
Evliyâ ana Niyâzî kul-u kurbân oldular,
Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım,
Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.
Eshâb-ı kirâm hakkında : “Eshâbî ken-nucûm bi-eyyihim ikdeteytüm ihtedeytüm”
hadis-i şerifi vârid olmuştur. Yani “Eshâbım yıldızlar gibidir, anların
hangisine rast gelirseniz iktidâ edin, yani uyun, onlar sizlere hidâyet eder”.
İmam-ı Alî (R.A.) hın vefâtından sonra İmâm-ı Hasan (R.A.) büyük olmakla İmâm-ı
Hüseyin (R.A.) anınla istişâre ederdi. Babalarının vefatıyla şimdi “Hilâfet-i
Resûl” sona erdi. Çünkü Hazreti Resûl: “Benim hilâfetim benden sonra otuz
yıldır” buyurmuştur. İşte bu süre tamam oldu, her ne kadar hilâfet-i
bâtiniyyemiz var ise de, hilâfet-i zâhiriyyemiz bundan sonra yoktur, haydi
Medineye gidelim dediler ve Hilâfeti terk ederek Kûfe’den kalkıp Medineye
geldiler. Orada iken Emevî halifesi ilân edilen Muâviyenin oğlu Yezid kendi
korkusundan hazreti Hasan efendimizin zevcesine gizlice şu haberi gönderdi:
“Evvelce sen bir halife zevcesi idin, şimdi ise Hilâfet bendedir. Eğer İmâm-ı
Hasanı şehid edersen seni zevceliğe alırım ve yine Halife zevcesi olursun”.
Kendisini hırsa kaptıran zevcesi elması döğdü, toz haline getirdi, şerbetin
içine döküp İmâm-ı Hasan efendimize içirdi ve onu şehîd etti. Hazreti Hasan
(R.A.) mütessiren vefat etti, çünkü elmas zehirdir.
Geriye “Evlâd-ı Resûl” den İmâm-ı Hüseyin (R.A.) efendimiz kaldı. Sonra kûfe
halkı kendisine mektup yazdılar: “Buraya gel, biz sana bîat ederiz ve seni
Halife yaparız” dediler. Hazreti İmâm-ı Hüseyin (R.A.) bu yapılan dâvete uymak
üzere Medineden hareket etmişti ki, bunu haber alan Yezid üzerine asker gönderdi
ve Kerbelâ da karşıladı ve susuzlukla onu şehîd etti. Bu sırada bir rivâyete
göre Muâviye sağ veya diğer rivâyete göre vefat etmişti. Bunlardan doğru olanı
vefat etmiş idi.
_________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Hüdânın sun-una âyîne âlem,
Düşüptür sâniin mir’âtı Âdem.
Hüdânın sanatına âyîne âlemdir, zirâ âlem Hak-kın vücûduna alâmet olduğundan
dolayı âlem denildi. Sâniin (Yaradan yüce Allâh) de mir’âti, yani aynası
Âdemdir. Fakat her bir Âdem değil, nefsini tanıyan kimse ancak Âdemdir. Âdem,
“Men aref-e nefsehû fekad aref-e Rabbehû” hadisi şerîfine mazhar olandır.
Odur Âdem ki nefsin tanımıştır,
Oluptur Hızr-ü İlyâs ile hemdem.
Ne görürse iyü kem zîr-ü bâlâ,
Görür öz nefsini her baktığı dem.
Eğer râî eğer mer’î ve mir’ât,
Kamunun aslıdır Âdemdeki dem.
Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu,
Anın emvâcı bil ol şad-ü hurrem.
Gör imdi bahr-ı kândan bunca emvâc,
Olur zâhir gider yine kalûrem.
Kur’ânı Kerîmde: “Ve men yergabü an millet-i İbrahîm-e illâ men sefihe nefsehû”,
yani “Ehli tevhîd olan İbrahim milletinden kimse i’râz (yüz çevirme) etmez,
yalnız nefsini tanımayanlar tevhîdden kaçar”. Tevhîdden yüz çevirmeyen, kaçmayan
kimse nefsini işte ârif olandır ve Âdem de odur. Bu nefsini ârif olan Âdem Hızır
ve İlyâsla birdir. Velâyet makamından aralarında hiçbir fark yoktur. İlyâs,
İdris (A.S.) dır, lakabı İlyâstır. Bir süre semâya kaldırıldı, sonra Balebek’e
Resûl gönderildi. Halen hayattadır, nasıl Hızır (A.S.) deryâlarda koruyucu ise,
o da karalarda koruyucudur.
“Ne görürse eyü kim zîr-ü bâlâ,
Görür öz nefsini her baktığı dem.”
Âdem olan her nereye baksa özünü görür, yani Hak-kın Rubûbiyyetini müşâhede
eder.
“Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu,
Gör imdi bahr-i kândan bunca emvâc.”
Âdem’in balçığına lüzumlu toprak “Beyt-i Şerif” in bulunduğu yerden alındı ve
Mekke ile Tâif arasında bulunan “Nu’mân” vâdîsinde sûreti Hak-kın emriyle
binlerce yıl yağmur ve güneş altında bırakıldı. Sonra isti’datı tamamlanınca
balçık halindeki sûrete ruh nefholundu, hayat buldu. Melekler kendisine secde
ile emrolundu, hepsi secde etti, yalnız Canın oğlu İblis ile ona uyanlar secde
etmedi. İşte o zaman İblis de hazreti Nuh (A.S.) mın oğlu gibi kâfir oldu.
Beylece Âdem’e nefholunan İlâhî nefes herbir şeyin aslıdır.Nefes Bahr-ı zattır.
Anın harfleri o bahrın (İlâhî deryâ, İlâhî deniz) dalgalarıdır.
Bu âlem de bahirdir hem mevâlid,
Anın emvâcıdır şek ile demem.
Hezârân mevci bir anda yoğ edip,
Eder emsâlini tecdid demâdem.
Aceb misli demek gayri demekmi,
Yahut ayni mi, yâ cem’imi desem.
Bilen ayn-ü bilmeyen gayr demek,
Budur şâfî cevap Vallâh-ü â’lem.
Özü evvelkidir sûretle dürür gayr,
Ki yani can odur terkib o demem.
Ki zirâ can bir oldu çok sûret,
Budur kavl-i muhakkik hem müsellem.
Disen niçün bilinmez hâl-i ûlâ,
Çün oldur sonra niçin der ki bilmem.
Tegayyürden bilinmezlik zuhûru,
Birlikten dürür dedeği bilsem.
“Bu âlem de bahirdir hem mevâlid,
Anın emvâcıdır şekkiyle demem.”
Bu âlem de bahadır, yani Tanrısal bir denizdir. Mevâlid-i selâse: Üç ana madde,
yani madenler, bitkiler ve hayvanlar da bu Tanrısal denizin dalgalarıdır.
Bunlardan madenler denince; altın, gümüş ve mücevherat gibi şeyler ve toprak
vesâiredir. Nebat, yani bitkiler otlar, ağaçlar ki, bunlara tüm çiçekler de
dahildir, hareket etmez irâdesiz birer cisimlerdir. Bunlar büyür ve gelişirler,
lâkin Hak-kın emriyle olur. Hayvanlar, işte konuşan olsun, konuşmayan olsun buna
dahildir, insân konuşan kısma dahil bir hayvandır.
“Hezârân mevc-i bir anda yoğ edip,
Eder emsâlîni tecdid demâdem.”
Velhâsıl âlem denizinin dalgaları olan bu mevâlid-i selâseden madenler bitkiler
ve hayvanlardan her an nice bini gider, yani yok olur, nice bini iycâd olunarak
gelir.
“Acep misli demek gayri demek mi,”
Acaba bu yeniden iycâd olunan, yok olanın mislimidir, başkası mıdır, aynimidir,
yoksa hepsinin toplamımıdır?
“Özü evvelkidir sûret dürür gayr,
Ki yani can odur terkip o demem,”
Bilindiği Hak-kın vücûdu aynidir, bilinen, yani şahıs gayridir, yani başkadır.
Çünkü özü Hak-kın vücûdudur, yanı can odur, derim. Lâkin tertip olunan sûret
odur diyemem. Kitaplarda yazıldığı gibi Mansûrun: “Enel Hak” demesi, şâyet ruhu
cihetiyle “Enel Hak” denilse doğrudur, eğer şahıs cihetiyle denilse küfürdür,
çünkü şahıs mukayyeddir. Hak ise kayıddan münezzehtir, çünkü can birdir, lâkin
sûret yani şahıslar çoktur. Şimdi burada anlaşılan budur ki, bu âlemde gerek
insan, gerek bitki ve gerekse hayvandan nice bini yok olur, nice bini bir anda
vücûda gelir, bu her an devam eder gider. Şimdi gelen gidenin can cihetiyle
aynidir, çünkü Hak-kın vücûdundan başka mevcûd varmı, yoktur. Mevcûd olan
Haktır. Lâkin şahıslanma cihetiyle gayrıdır, yani başkadır. Çünkü Ahmedin şahsı
başka, Mehmedin şahsı başkadır, ama canları başkamıdır, değildir.
Niceyse neş’e-i ulâda gönlü
O zevki arzular Sânî de bîkem
Teleb evvelki zevkî hükm-i candır,
Cehl terkibinin hükmü ol epsem.
Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost,
Çoğaldıkça dolar kalbe hem-u gam.
Niyâzî taht-ı bâ-da nokta oldu,
Ali’nin sırrına olalı mâhrem.
“Niceyse neşe-i ûlâda gönlü,
Zevki arzular sâni de bikem”
İnsanın iki neşesi vardır: Birinci neşesi ruhlar yaratıldığı zaman, ikinci
neşesi de cesedlerin yaratıldığı zamandır ki, ruhlar cesedlerden yüzbin yıl önce
yaratıldılar.
“Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost,
Çoğaldıkça dolar kalbe hem-ü gam.”
“Kamû bir noktadır ilm” demek ilmin tümü bir noktada toplanmıştır demektir.
İmâm-ı Ali (K.V.): “El ilm-i nokta-tüm kesrehel câhilûn” yani “İlm bir noktadır,
cahiller onu bilgisizlikleri hasebiyle çoğaltırlar”. Hazreti Resûl buyurmuştur:
“İlâhi sırlar Allâh tarafından inzâl olunan kitaplardadır. (Zebûr, Tevrat, İncil
ve Kur’ân). İnzâl olunan kitaplarda olan Kur’anda, Kur’anda olan “Fâtiha-i
Şerîfe” dedir. Fâtiha-i Şerîfede olan “Besmele” dedir.” Hadisi şerîf buraya
kadardır. Devamı olan “Ve besmelede olan “be” de olan anın altındaki
noktasındadır” sözlerini İmâm-ı Alî (R.A.) ye isnad ederler. Lâkin bu sözler
“Ebu Bekir-i Şiblî” hazretlerinin sözüdür. Arabcada heceli harfleri birbirinden
ayırt eden noktalarıdır. Önce nokta ile müşerref olan “be” harfidir. “Berâe”
sûresinde “be” harfiyle başladığından ve “be” harfinde “Besmele” nin sırrı
bulunduğundan diğer sûrelerde olduğu gibi başına besmele gelmedi. Bütün arabca
harfler “elif” den terkip olunmuştur, yani harflerin aslı eliftir. Bir eliften
olan meselâ, be, te, se, nun, vesâir harflere basit harfler denir. Çünkü bir
elifin iki başını bükersek be olur, iki elif veya üç elif ten meydana gelen cim,
ha, hı harflerine mürekkebe denir.
Eshâb-ı Kirâm İmâm-ı Alî (K.V.) ye: “Senin ilminden bize haber ver yâ Alî”
dediler. Cevaben yukarıda Hazreti Resûlün hadisi ile Şiblînin “be” de olan
noktasındadır” sözlerine ilâveten: “İşte o nokta benim” buyurdu. Eshâb daha
isteriz dediler. Bunun üzerine: “İlim bir noktadır cahiller anı çoğalttılar”
sözünü söyledi. Çünki ilim bir noktadır, cahiller hep onu bilmek ve o noktayı
anlamak için onsekiz fen düzenlediler.
____________
Arabca Şiir :
Ya men tevahhede bilgufrâni velısmı
Yâ men kibârüzzunûbi ledeyhi kellemem
Yâ men terahhem dem’ül ayni keddiyem,
Yâ men yuhibbu enînül abdi minnedem
Yâ men ledeyhi devâüddâ-i vessakam
Lem ektedir sarfe nefsî min gavâyetihâ
Vezâde tuğyanuhâ cemhen vemâ semuhâ
İnnî vakiftü alâ bâbirrecâi lehâ
Eznebtü küllü zunûbin va’tereftü bihâ
Lâkin areftüke bittevhîdi velkelem
Kad fâtenil ömrü veşşeyhuhatü nâzileten
Birre’si mâlil abdi eleyse râhiletün
Vennefsü fî kesretül isyâni hâimetün
Nâmel uyûnu ve aynül abdi sâhiretün
Tebkî alel bâbi vastel leyli bilkerem
Sâret zunûbî kemevcil bahri fî meded
Udtu anirremli vennucûmi biladed
Biizzi men filavâlimi hayru muktesidin
Lâ taktaanne recâî fîke yâ senedî
Yâ gâfirezzenbi lirrâcine bilkeremi
Mâ maletinnefsü littaâti min kesel
Vema’tedet lihisâbil haşri min amel
Fesâletil aynu lil Mısrîyyi min vecelin
İrham bifazlike lâ tanzur ilâ zelel
İnnel kerîme yuhibbul afve an hademi
“Ya men tevahhede bil-gufrân-i vel-ısmı
Yâ men kibâruzzzunûb-i ledeyhi kellemem”
Şerhi :
Ey,güfrân ve ismetle tevehhud eden zat, Ey,büyük günahlar senin katında ekmek
kırıntısı gibi olan zat.Çünkü ekmek kırıntısı yemeğe müsait olmadığından üzerine
basılması dahi günâh değildir.
“Yâ men terahhem dem’ul ayni keddiyem”
Ey,göz yaşlarına merhamet eden zat.Ey kulunun pişmanlığından,onun ahlarına ve
inlemelerine sevgi gösteren zat.
“Yâ men ledeyhi devâüddâ-i vessekam”
Ey, katında azab ve derdin devâsı olan zat. Ben nefsimi azgınlıktan
çevirmeğe,yani döndürmeğe, terbiye etmeye gücüm yoktur, buna muktedir
değilim.Kızgın at gibi nefsim sınırı aştı beni dinlemez.
“İnnî vakiftü alâ bâbirrecâi lehâ”
Bu nefsimin azgınlığından dolayı senin reca kapında durdum ve her günahı işledim
ve yaptığım günahlarımı itiraf ederim velâkin seni tevhîdinle ve Kur’ânınla
bildim, yani ârif oldum.
“Kad fâtenil ömrü veşşeyhûhatü nâzileten”
Ömrüm tamam oldu,ihtiyârlık nâzil oldu,yani başımda saçım,sakalım ağardı.Ortada
kaldım,bir yerinecek şey yokmu?
“Vennefsü fî kesîretül isyâni hâimetün”
Nefis çok günah işlemekte çılgın gibi.Herbir göz uyur,benim gözlerim uyumayıp
gece yarısı kerem kapında ağlar.Günahlarım denizlerin dalgaları gibi
,kıyılardaki kum gibi,gökteki yıldızlar kadar çoğaldı.
“Bizz-i men filavâlimi hayru muktesıdin
Lâ taktaanne recâî fike yâ senedi”
Âlemlerde hayr-i muktesid olan Resûl izzetiyçün, yani mahbubun (Sevgilinin)
Hazreti Muhammed (S.A.V) min hakkıyçün senden ümidimi kesme ,yani Hazreti
Muhammed de benim için rica etsin.
“Ya gâfirezzenbi lirrâcîne bilkerem”
Yâ,gâfirez-zunûb (ey günahları affedici ),yani keremini ümid edenlerin
günahlarını mağfiret edici.Benim mahşerde hesaptan utanmaktan yüzüm yoktur.Ne
olur fazlınla merhamet et. Benim zilletime bakma,kerîm olan,hademesinin
(kendisine hizmette bulunanların) kusurlarını afla muhabbed eder, yani Sultan
hademesinin kusurlarını affetmeği sever.
_______________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün
İbn-i vaktım ben Ebul-vakt olmazam,
Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem.
Ân-ı dâimdir hakîkat güneşi,
Ânım ben gitmezem, ben gelmezem.
Meryem içre ben doğurdum bir gulâm,
Hem bu kevnde bir gülüm kim solmazam.
Ben doğurdum atasın İsâ’yı hem,
İttisâlim var ana ayrılmazam.
Sanma kim Mehdî benim, Mehdî odur,
Adı Yahyâdır anın yanılmazam.
Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ cümleten,
Bu sözü isbata âciz kalmazam.
Sırr ile bana içimden söylenir,
Mısrıyâ ben doğmazam, ben ölmezem.
“İbn-i vaktım ben Ebul-vakt olmazam,
Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem.”
Zaman üçe bölünür: Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman. İbn-il vakt olan
kimse, geçmiş zaman ve gelecek zamana bakmaz, yani geçmişte ne olmuş ve
gelecekte ne olacak, bunlara bakmaz, belki o şimdiki halin zuhûrâtna bakar ve
şimdiki zamânın haline göre hareket eder.
Ebul-vakt ise, her geçen zamana bakar, yani geçmişte ne olmuş, halde ne var,
gelecekte ne olacak, onların hepsini dikkate alır ve bilir. Bunun makâmı
diğerinden daha yüksektir. İbn-il vakt abd-i mahzdır (saf ve halis kul).
Ebul-vakt tasarruf edendir, yani kevni kerâmet (hârikülâde şeyler) gösterir.
Halbuki İbn-il-vakt olan böyle şeyden hoşlanmaz. Esasında Ehlullâh ve
Peygamberler kerâmet göstermeğe ve mu’cize izhârına rağbet etmezler. Çünkü
mu’cize ve kerâmet Allâhın işidir. Halbuki halk ana inâd edecek ve îman
etmedikleri takdirde fiilullâha îman etmedikleri cihetle kendilerine İlâhî gazab
nâzil olacaktır. Bunun için Nebîler mu’cize göstermekten çekinirlerdi. Zirâ
ümmetleri gösterdikleri mu’cizeye inanmadıkları zaman İlahi cezânın da
geleceğini bilirler, çekinirlerdi. Esasen Nebîler şefkatla muttasıf
olduklarından ümmetlerine mu’cize izhârı kendilerine gayet ağır gelirdi.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri çok kevnî kerâmet izhâr ederdi, derviş olan
Ebussuûd İbn-i Şibli hiç kerâmet izhâr etmedi, yani ondan herhangi bir kerâmet
zâhir olmadı.
“Ân-ı dâimdir hakikat güneşi,
Ânım ben gitmezem ben gelmezem”
An dediğimiz şudur ki, bölünmez zaman demektir. Zaman ise senelere, seneler
aylara, aylar haftalara, haftalar günlere, günler yirmidört saate, saat
dakikalara, dakikalar sâniyelere vesâire bölünerek devam eder. Halbuki “Hakikat
güneşi” ân-ı dâimdir, hiç bölünmez.
Yukarıda ikinci beyitte Mısrî efendinin “Ben ânım, ben gitmezem, ben gelmezem”
demesi şu âyet-i celîleye müstenittir: Cenâb-ı Hak Kaf sûresinin 15. Âyetinde
buyurmuştur: “ Efe-aîymâ bil-halkıl-evvel-i bel hüm fî lebsin min halk-in
cedîd-in” yani “Halk her anda yok olur, mevcûd olur yok olur var olur”, çünkü
Hakkın her anda bir tecellîsi olur, bir anda iki tecellî veyahut iki anda bir
tecellîsi olmaz. Eğer bir anda iki tecellî (görünme, gayb âleminden bazı
hususların görünmesi) olsa hasıl-ı tahsil (yani tecellînin meydana gelişinin
bilinmesi gerekir) lâzım gelir, yok eğer iki anda bir tecellî olsa abes (beyhude
şey) olur. Kısacası hâsıl-ı tahsil ve abesten Cenâb-ı Hak münezzehtir. Allâh her
anda bir tecellîde bulunur. Mevcûdat (cümle yaratıklar) her an yok olur, yine
vücûda gelir. Velâkin bu yok olup var olmayı Ehlullâhtan başkası görmez. Bu
şunun gibidir: Meselâ bir çeşmeden gayet hızlı olarak su akıyor ve hızından su
durur gibi, sanki hiç akmıyormuş gibi görünür, halbuki gelen bu su bir daha geri
döner mi? Dönmez, dâima yenisi gelip akmaktadır, giden su geriye gelmez. İşte bu
da anın gibidir. Usam denilen bir zat “Akâid” şerhinin hâşiyesinde bu hususa
temas etmiştir. Kendisine soruldu ki, halk her an yenilenip değişmektedir, o halde
azap nedir, teklif nedir? Buna cevap vermedi, veya cevap veremedi. Bunun cevabı
şudur: Her an değişen insanın ahvâl ve şuûnâtıdır. (onun halleri ve şe’nleri
yani izâfî vücûddur, hayaldir daha açıkcası sırr-ı vücûd-u bî vücûddur). İnsanın
mertebesi ise sâbittir, yani değişmez, çünkü bu mevcûdâtın sûretleri Hak-kın
ahvâli ve şuûnâtıdır. Meselâ kalb her an bir halde değil midir? O bir anda iki
halde, iki anda bir halde bulunmaz.
Teceddüt (yenilenen) eden ahvaldir. Kendi teceddüt eder mi? Kezâlik insanın dahi
mertebesi teceddüt etmez. (yenilenmez) ancak anın sûreti teceddüt eder, yani
yenilenir. İşte bundan dolayı Mısrî efendi buyurmuştur: “Ben ânım, işte ben o
bölünmez bir ânım, gitmezem, yani yok olmazam, gelmezem, yani mevcûd olmazam”..
“Meryem içre ben doğurdum bir gulâm,
Hem bu kevinde bir gülüm kim solmazem.”
Zekeriya (A.S).ın yaşlı bir kız kardeşi vardı. Kocası Ümran idi, Cibril
(A.S).geldi, Meryem'i ona müjdeledi, o da gelip zevcesine söyledi. Yaşlı zevcesi,
eğer bir kızım olursa “Beyt-i Mukaddes” e adarım”. Meryem dünyâya geldi ve
gerçekten Beyti Mukaddese adandı. Zekeriyya (A.S) yüksek bir kuleyi kapısız
olarak yaptırdı ve anın terbiyesinde bulundu. Hatta ipten yapılmış bir merdiven
ile Meryeme yiyecek ve içecek taşırdı ve yanına ne zaman gitse, hatta kış
günleri de olsa üzüm vesâire bulurdu. Bir gün ona sordu: “Yâ Meryem, bunlar
nereden sana geliyor?” O da cevaben: “ Cenâb-ı Hak tan gelir, Hak dilediğini
hesapsız rızıklandırır, bundan sonra yemek, içmeğe ait bir şey getirme, yalnız
görüşmek için gel “ dedi.
“Ben doğurdum atasız İsâyı hem,
İttisâlim var ana ayrılmazam.”
Sonra Meryem büluğa erince “Şâb-ı Emred” (henüz bıyıkları terlememiş delikanlı)
sûretinde Cibril geldi. Hazreti Meryem anı görünce korktu. “Sen kimsin ve sen
burada ne ararsın” deyince hazreti Cibril: “Cenâb-ı Hak-kın emriyle bir veled-i
sâlih (sana yaraşır bir erkek çocuk) için geldim” dedi. Meryem Hak tarafından bu
gelenin Cibril olduğunu anlayınca rahatladı. Sonra Cibril Meryemin yakasından
üfürdü. İşte Cibrilin nefesinden ve Meryem'in inbisâtından (rahatlamasından) o
anda hazreti İsâ yuvarlamıştı. Niyâzî efendi “Hazreti İsâ’ya ittisâlim var”
demekten maksadı: “Sanma kim Mehdî benim. Mehdi odur” “Ben Mehdî olduğum
anlaşılmasın, Mehdî odur, yani İmâm-ı Hasan-ı Askerînin oğlu İmâm-ı Mehdîdir.
Çünkü evvelce bunu açıkladık. İmâm-ı Mehdî hazreti Fâtıma evlâdındandır. Oniki
İmâm birbiri ardından İmâm-ı Mehdî’ye ulaşarak sona erer. Abbâsî Halifelerinin
herbiri Evlâd-ı Resûle kasdetti ve anların zamanında şehîd oldular. İmâm Mehdî
sırroldu, âhir zamanda zuhûr eder. Nihayet hazreti İsâ İmâm-ı Mehdîyi İmâm-ı
Cağfer-i Sâdıkın ayak ucuna defin edecektir.
“Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ cümleten
Bu sözü isbâta âciz kalmazam.”
Esmâ-i Hüsnâ (Allâhın güzel isimleri) İmâm-ı Mehdînin vasfıdır (niteliğidir),
çünkü ondaki kemâller Hazreti Resûlün vücûd-ü rûhânîsinden zâhir olandır, bütün
kemâller yerine geçen Halifesinde zuhûr eder. Hatta “Ebûbekir-i Şiblî”
hazretleri bir dervişine sordu: “Benim Resûllüllâh olduğumu görür müsün?”. Derviş
cevâben: “Evet efendim görürüm”. Yazıcıoğlu Mehmet efendi “Muhammediyye” adlı
eserinde şerefli hadislere işâret buyurarak “El-Hüseyn-i minnî ve ene
min-el-Hüseyn”, “El Abbâsı minnî ve ene min-el-Abbâs”, “El-Aliyyün minnî ve ene
min-el-Aliyyün”, yani Hüseyin benden, Hüseyinden ben, Abbâs benden, Abbâstan
ben, Alî benden, Alîden ben” bildirmişlerdir. Hazreti Resûl bu şerefli hadislerle
demek isterlerdi ki. “Hüseyin benden”, yani Hüseyin benim sülâlemden gelmiştir
ve “Hüseyinden ben” demek Hüseyin benim halîfemdir. Hüseyin'den zâhir olan
kemâller bendendir, benim kemâllerim de Hüseyin'de görülmüştür, çünkü o benim
Halifemdir, Halife ise benim yerime geçendir”. Kısacası müstahlefin (daha önce
Halife olan, gerçek Hak-kın Halifesi) kemâlleri noksansız olarak Halifeden zâhir
olur (görülür). İşte Halife, bütün isimleri câmidir (kendisinde toplamıştır)
“Sırr ile bana içimden söylenür”
Yani gönül sözüyle bana söylenir: “Ben doğmazam, ben ölmezem”. Bu hususa dâir
“İhlâs” sûresinde: “Lem yelid velem yûled” buyurulmuştur, yani “doğmadı ve
doğurmadı” demektir.
------------------
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün
Bir kimse aceb yokmu ki ana sînemi yârem,
Şerh ede ana hâlimi sînermdeki yârem.
Ol şevk ile ki, cân-u dili pür taleb olsa,
Dise ne zaman ağıra işbu dil-i kârem.
Çün nefsini bilen kişi Allâhı bilürmüş,
Bu manâya yok bende ilâcım nola çârem.
Terkeylese hem âr ile nâmûsunu ol er,
Ol şevk ile ki cân-u dili pür taleb olsa.
Derdsizler diken görünür gerçi Niyazî,
Pervâneye öd, bülbüle dâim gül-i zârem.
Zâhir üzre takrir olunmuştur. (Hacı Maksud efendi).
------------------
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün
Cânâna görünür bana cânâ neye baksam,
Kâşâne görünür heme virâneye baksam.
Mest olup ayağım nere bastığımı bilmem
Her bâr ol iki gözleri mestâneye baksam
Mahbub sevişinden bizi men eyleye vâiz,
İşitmez olur kulağım efsâneye baksam.
Cümle bu cihân ol sanemin veçhidir elhak,
Ger mescid-ü, yâ deyre, yâ büthâneye baksam.
Her zerre Niyâzî heme hurşîd-i münevver,
Her katre hemin lücce-vü deryâ neye baksam.
“Mahbub sevişinden bizi men eyleme vâiz”
Âyet-i kerîmede: “Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehû”, “Yâ mü’minler siz Allâhı
severseniz, Allâh dahi sizi sever” vârid olmuştur. Şimdi mü’min ile Allâh
sevişir desek, hayır vâiz bu sözden korkar, men eder. Ya mü’min Allâhı sever,
Allâh da mü’mini sever. İşte mü’min ile Allâh sevişir demek sözlerinden neden
vâiz korkar?
“İşitmez olur kulağım efsâneye baksam”
Senetsiz sepetsiz artık vâizin efsânesine (asılsız sözlerine) kulak vermem. Bu
efsâne bunamış kadınların sözleri gibidir, kulak verilmez.
“Cümle bu cihân ol sanemin veçhidir elhak,
Ger mescid-ü yâ deyre yâ büthâneye baksam”,
Cümle görünen bu cihân o mahbûbun (sevgilinin) yüzüdür. Âyette: “Fe-eynemâ
tüvellû fesemme vech-ullâh”, “ne tarafa yönelirseniz Allâhın vechi (zâtı)
ordadır”. Gelmiştir.
Yani gerek mescid, gerek kilise ve gerek puthâne hep İlâhî yüzdür, bunda abes
bir şey yoktur. Hak-kın vücûdundan başka bir şey varmıdır? Yoktur. (Lâ mevcûde
illâ Hû, Allâhtan başka mevcûd yoktur, ancak O vardır).