Bazı vâkıaların, yüce manevi makamlara manevi seyri ile ona terettüb eden nübüvvetin, peygamberlik makamının kemâlâtı, kul cüz’i ihtiyari olduğu, kazâ ve kader hakkındaki son tetkik, bu konuda akâid imamlarına (Rahimehümullah) tâklid etmemiz (uymamız) lazım olduğu ve bu konu ile ilgili beyana ait validinin (Kuddise sirruh) halifesi ve kâtibi Bitlisli Molla Mustafa’ya yazılmıştır.
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlarım. Bütün hamdler,
yaptığı işlerden sorumlu olmayan Allah’a mahsustur. Salâtü selâm, bütün
âlemlere rahmet için Peygamber olarak gönderilen efendimiz Muhammed’in, din
temellerini teyid eden âl ve ashabının üzerine olsun.
Besmele hamd, salatü selamdan sonra, bu mektûb, alem kutbu
kaymakamının (radıyallahü anhüma) perverdesinden (ilim ve amelce nezdinde
terbiye görmüş kimseden) doğruluk ve temiz kalb sahibi Seyda’nın (Kuddise
sirruh) sır ve Ahfa manevi makamlarının kâtibi olan efendimiz Molla
Mustafa’yadır. Allah, onu habibi Muhammed El-Mustafa’nın (ona, al ve
ashabına salatü selam olsun!) Yüzüsuyu hürmetleri için, temenni ve
dileklerine kavuştursun.
Cevahir ve kıymetli incilerle dolu, ondan muhabbet kokusu
duyulan ve ondan iltifat ışığı parlayan şerefli mektubunuz, bu hakir kimseye
ulaştı. Dolaysıyla gayet sevindi. Çünkü hatırınıza onun gibi kimsenin
gelmesi, muhabbetle ona bir iltifatınız, kendisi için büyük ni’metlerdendir.
Velilerin hatırlarına gelmekten daha kıymetli ve âlâ ne gibi bir şey vardır?
Hatta bazı kimseler, bir şiirde:
"Benden çirkin sözlerle bahsetmen, eğer beni kötülese de
hatırına geldiğimden dolayı gerçekten beni sevindirmektedir."
Denildiği üzere, velilerden kendisi hakkında sadır olan sövme
ve gıybetlerinden dolayı iftihar etmiştir.
Şüphesiz mektubunuzda zikir edilen konuların izahından,
perverdenin kabiliyeti olmayan şeyleri sordunuz. Taşımasına takâtı olmadığı
yükleri üzerine yüklediniz. Onların beyanından, birçok merhale uzak olan
mes’elelerin cevabını kendisinden istediniz. Bu teklifiniz, ona karşı
şiddetli sevginizden olduğunu zan eder; ki onu bu gibi nadir mes’elelere
ikaz ettiniz. Ey kardeşim! Kendisi, bu mes’elelerin beyanından uzaktır.
Lakin emriniz mucibince, izahları hakkında, aklına geleni söyleyecektir.
Şayet mahalli kabule geçerse, son emelidir. Yoksa, ifrat eylediği beyanı
için, onu uyarınız.
Perverde, üstad-ı a’zam (Şeyh Abdurrahman) ile şeyh-i
Ekber’den (Şeyh Fethullah’dan) (Radıyallahü anhüma) istimdad etmekle,
mes’elelerin tahkik yuları kudretinin elinde bulunan, yüce Allah’tan tevfik
dileyerek sorduğunuz suallerin cevabına başlar, der ki: Mektûbda yazdığımız
üzere, venabınıza tecelli eden göğe yükselip birbiri ardınca toprak
unsurunuzun manevi makamlara doğru, seyrine alamettir. Zira Nakşibendi
tarikatın sadatın (uluların) (Radıyallahü anhüm) nezdinde sabit olduğuna ve
te’lif ettikleri kitablarda beyan ettiklerine, bilhassa İmam-ı Rabbani (Radıyallahü
anh) da kendi kitabında beyan eylediğine göre, tasavvuftaki yüksek
makamlara, manevi seyr, alem-i emirden (kün fe yekünden) alemül halka
(kainata) gelen beş letaifte münhasır olmayıp, ancak latifelerin manevi
seyrleri, tamam olup, makamlarına vasıl olduktan sonra, sıra unsurların
seyrine gelir. Vilayet makamının kemalatı, letaifin seyrine terettüp eder.
Veliliğin kemalatı, ilahi aşktan gelen tedrici bir şuursuzluk, nübüvvetin
kemalatı ise, o aşkın şuursuzluğundan tedricen bir ayrılma haletidir. Allah,
size ve perverdeye ulvi makamların manevi seyrini hasıl eylesin.
Vâkıada, ulvi makamdan, yükseldiğiniz yere dönmeniz,
yükseldiğiniz manevi makamdan dönmeye ve ayrılmaya kabiliyetiniz olduğuna
işarettir. Öyle ise, o kabiliyetin zahir olabilmesi için tâat ve ibadete çok
çalışmanız gerekir.
Vâkıada, karnınızın büyüyüp, onun katiplerle dolu bir çarşı
olduğunu ve bazıları mushaf şerhi ve bazıları da evliyaların eserlerini
yazdıklarını gördüğünüzü demişsiniz. Bu haletiniz geçmiş zamanda, üstad-ı
a’zamın başkalarına, size yazdırmış olduğu mektubların ve size yazdırıp da
bitirmesine Allah’ın iradesi olmadığı ve onu tamamlamasına yakınıp çok heves
ettiğinizdendir. Demek ki bu vakıa, mezkûr haletlere tam bir bağlılığınız ve
size katib ismi verilmesine bir alamettir. Hem de mezkûr vakıada,
mushafların yazıldığından anlaşıldığını göre, şeriatle amelin terk
edilmemesine, hatta Kur’an’ın nisbeti hasıl olduğuna ve evliyanın
eserlerinin yazılmasından da anlaşıldığı üzere, evliyanın izlerinin takip
edilmesine işarettir. Yine onda, geçmiş zamanda işlediğiniz iyi ameller
unutulmayıp terk edilmesine, hatta onlara çalışmak için günden güne
hasretinizin artmasına işaret vardır.
Mektubda, bazı vakitlerde kul işlediği fiilde hiçbir cüz’î
ihtiyari yes olmadığı belki hakiki faili,ancak Allahü teala olduğu, Kur’an
Peygamberler ile hasımlarının arasında vaki olan mücadeleden haber vermiş
olduğu, halbuki o Allah’ın ezeli kelamı olduğundan dolayı, haber verdiği
olayların mutlaka vaki olacağı düşüncesi aklıma gelir diye sormuşsunuz.
Hatta, maktulü ve eceli ile öleni öldüren ancak Allahü teala olduğu cihetle
bu fiiller nasıl kula isnad edilip de dolaysıyla kul onlara karşı ya
mükafatlanır veya cezalandırılır demişsiniz.
Sözünüzün hülasası: bütün vaki olan şeyler, hadiseler, Allahü
tealanın kaza ve kaderiyle olup husûlünde kulların hiçbir muhtariyet hakkı
olmadığını düşünüyorsunuz. Bu benim için geçici bir halet olmayıp daimî
olduğunu da demişsiniz. Burada mektubda dediğiniz şeylerinin hülasası sona
erdi.
Ey doğru ve şefkatli, bu geniş olarak izah edilmesi iktiza
eder. Şâfii, Hanefi mezhebine mensub alimler ile diğer bütün taifelerin
alimleri teker teker bu konudan konuşmuş, hatta bu konu bazı alimlerin
helakine, diğer bazılarının kurtuluşuna sebeb olmuştur. Sadi El-Teftezani,
Akaid ilmindeki Ömer El-Nesefi kitabının" Kulların ihtiyari fiilleri olup
fiilleri tâat ise, sevablanır, masiyet (günah) ise ona karşı
ikablandırılırlar (cezalandırılırlar)" metninin şerhinde, demiş ki, Cebriye
taifesinin kul için asla fiil olmayıp ondan sadır olan hareketi, cansız
mahlukattan sadır olan hareket gibi gayri ihtiyari olarak, onda hiçbir
kudreti ve müdahalesi yoktur, dedikleri gibi değildir. bu davaları batıldır.
Çünkü insanın iradesi ile kendisinden vaki olan hareketi, irade ve hareketi
dışında kendisinden vaki olan hareketi, biribirine mugayır olduklarını,
açıkça fark ederiz. Ki birincisi, kulun ihtiyariyesiyle, ikincisi ise,
kendisinden gayri ihtiyari olarak, vaki olduğunu anlarız. Teftezani daha
sonra demiş ki: " Eğer, Allahü tealanın ilmi, genel olduğu kabul edildikten
sonra, yani kendisi ezelden, halkın başına gelecek hadiselerini ve
işleyecekleri fiillerini, bildiğine göre, kul, yapacağı fiilinde,
mecburiyeti hasıl olması lazımdır. Çünkü ya ezelden Allah’ın ilmi, o fiilin
olmasına taalluk etmiştir ki, vücuda gelmesi vacib olur. Veya vaki
olmamasına taalluk etmiştir ki, vaki olması mümtenidir. Yani ilmi taalluk
etmiş bir şey, ilmine muhalif olsa, cehaletle muttasıf olması lazım gelir.
Halbuki yüce Allah, cehaletten münezzehtir. Vacib olan mümteni olan
vasıflarla birlikte, kulu için, hiçbir ihtiyari ivasfı yoktur."
Denilse, bu suale cevaben deriz ki: Allahü teala, ezelden kul
ilerde kendi ihtiyarıyla (arzusuyla) fiili işleyip işlemiyeceğini bilir.
Öyle ise bunda itiraz yoktur. Şayet durum böyle ise, kulun işlediği ihtiyari
fiili, ya vacib veya mümteni olur. Bu ise ihtiyarilik vasfına aykırıdır
denilse, bu suale cevab olarak Hayali (akaid ilmindeki, Sadi Teftezani’nin
mezkûr şerhi olan kitabın haşiyesinde), demiş ki: Şüphesiz denilen bu itiraz
da diğerleri gibi men edilmiştir. Çünkü ilim malum olan bir şey’e tabidir.
Yani mutabakatta asıl malum (bilinen şey) olup ilim ise, onun bir gölgesi ve
hikayesidir. Öyle ise, kulun fiili vacib olmasına, ondan kudret ve
serbestliği selb etmesi için ilahi ilminin hiçbir müdahalesi yoktur. Burada
Hayali ile, haşiyesi Abdülhakim’den nakl edilen ibareler sona erdi. Zira,
kulun kendi ihtiyarıyla işlediği, fiilin vacib olması, onda ihtiyari
vasfının muhakkıkidir, muhalifi değildir. Yine mezkûr mukaddimedeki itiraz,
Bar-i tealanın yaptığı fiilleriyle de iptal olunur. Çünkü Allah’ın ezeli,
ilim ve iradesi, işlediği fiillere de taalluk eder. Öyle ise, yapacağı
fiillerin işlemesi üzerinde vacib olması lazım gelir. İmam-ı Rabbani (Kuddise
sirruh) bu konuyu daha tamam bir beyanla izah ederek buyurmuşlar ki: " Kaza
ve kader, kuldan cüz’i ihtiyariyi selbetmez. Çünkü Allahü teala, kul, kendi
cüz’i ihtiyariyesiyle o işi, yapacağına veya yapmayacağına hüküm etmiştir.
Hülasa Allah’ın kazası (hükmü), kulda ihtiyari vasfı mevcud olduğuna ve onu
isbat etmesine dair bir muhakkıkdır. Ona muhalif değildir. Bari tealadan
sadır olan fiiller de bu cebir davasını iptal eder. Mezkûr batıl iddiaya
göre, Allah’ın fiili, kazasına nisbetle ya vacib, veya mümteni olması
lazımdır. Çünkü ezeli kazası yapacağı fiilin vücuda gelmemesine taalluk
etmiş ise, vuku mümteni olur. Binaenaleyh eğer ihtiyari olan fiilin vücubu
(sübutu) fiilin ihtiyariyet vasfına münafi olsaydı, Allahü teala yaptığı
fiilinde muhtar (serbest) olmayıp, mecbur olması gerekirdi. Halbuki bu
düşünce küfürdür." Burada İmam-ı Rabbani’nin sözleri sona erdi.
Hayali yukarıda geçen Teftezani’nin " ihtiyari vasıf ile
beraber olan vücub vasfı, kulda ihtiyari vasfının, ispatçısı olup, ona
münafi değildir." dedikleri kavlinin beyanında, demiş ki, öyle ise, iradesi
ile kuldan sadır olan fiilin, cansızların hareketlerine benzemez. Buradaki
beyandan maksad da budur. Fakat kul hiçbir şey’i kendiliğinden icad etmeye
kudreti olmadığı için, onda mevcut ihtiyari vasıf da Allahü tealadan olduğu
ve dolaysıyla cebir lazım geldiği düşüncesi, Ebu-El-Hasan El-Eş’arinin
mezhebidir. Yani söz konusu olan kulun ihtiyari vasfı, ehl-i sünnetin
görüşüne göre, kul hiçbir şey yaratmadığı için ihtiyari vasfı, onun fiili
olmayıp, Allahü tealanın yaratığı olduğundan cebr lazım gelmesini, El-Şeyh
Ebû-el-Hasan El-Eş’ari de kabul ederek der ki: kul ihtiyari vasfı için
mecburdur. (ni hayır ve şerden birisini kendine seçmekte zorunludur. ) Çünkü
o, cebri kendisinde peyda eden iradenin mahallidir. Bu cebr ise, mutavassıt
olup, kulun fiilerinde hakiki cebri istilzam etmez.
İbrahim El-Beycuri de (Tuhfet-el mürid) kitabında bu
mutavassıt cebre işaret ederek demiş ki:" hülasa kul, işlediği fiilinde az
bir te’siri olmayıp, kendisi batında yaptığı fiilinde mecbur, zahirde
muhtardır. Buna göre, eğer kul, yapacağı fiilinde, batınca mecbur ise,
zahirdeki muhtariyet vasfının, hiçbir manası yoktur. Çünkü çübhesiz, Allahü
teala, gelecek zamanda kuldan vaki olacağı fiili ta ezelden bildiği, bilmesi
de lazım olduğu, kul onu işleyebilmesi için, onda kudret yaratmış
olduğundan, illa vaki olması muhakkaktır, denilse, bu soruya" Allahü teala,
yaptığı şeyden sorumlu olamaz" diye cevab verilir. İşte bunun için, efendim
İbrahim El "Düsûki demiş ki: (bu hususta) halka hakikat gözü ile bakan
kimse, onları mazur bilecek, onlara şeriat gözü ile baksa, onlardan
darılacaktır." Demek ki kul hakikatta mecbur, şekil itibariyle yaptığı
fiilde serbesttir.
Sofiye taifesi ise, cebrin kabul edilmesine çok işaret
ederler. Fakat maksadları, haşa zahiri vebirden uzak olup ancak batıni
cebirdir. Burada Beycuri’nin dediği sözleri sona erdi.
İbnu Hacer (El-Haytemi) Hemziye kitabının şerhinde buyuruyor
ki" Asi olan kimseye, işlediği günahı kendinden sıyırması, kaza ve kader,
onu sevk ettiği günahlardan ötürü, kendini cezalandırmaktan kurtarması için,
Allah’a karşı delil olarak getirecek hiçbir özürü yoktur. Çünkü Allahü teala,
bu alemde cereyan eden hadiseleri, sebeb ve illetlere bağlı olduğuna dair,
adetini icra kılıp, sureten onlardan vaki olduğuna nazaran, onlara isnda
edilirler. Gerçi hakikatta hepsi, ancak Allah’ın kaza ve kaderiyle olurlar.
Nitekim bu konuya, Allahü teala’nın:
"(Siz Bedir savaşında) o kafirleri kendi kuvvetinizle
öldürmediniz. Lakin Allah onları öldürdü. (Ey Resulüm!) Düşmanların
gözlerine, bir avuç toprak attın zaman da sen atmadın. Lakin Allah atdı."
Buyurduğu ayet-i celilesi de delalet edip, zahiren öldürmeyi,
Peygamberin (Sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına ve toprak atmasını da
Resulüne isnad etmiş. Fakat, hakiki icad ve yaratmak itibariyle, her iki
fiili de kendilerinden vaki olmadığını buyurmuş, fiilin kuldan vaki olması
hususunda her iki makamı da göz önünde bulundurmamızın, üzerimize vacib
olduğuna işaret etmiştir.
Yani kullar, sureten fail oldukları itibariyle medh ve zemm
olunmaları için, kendilerinden sadır olan fiilleri, şeklen ve sureten
onlara, fakat icad etmesinden kul aciz olup yaratmasında yalnız Allahü teala
münferid olduğu için, hakiki olarak Allah’a isnad edelim. Burada İbnu
Hacer’in sözleri sona erdi. Bu izahımız Eş’ari’nin re’yine göredir.
Matüridiye taifesine göre, kulun yaptığı fiilinde bir te’siri
vardır. Ebul İshak İsferaini, fiil, Cenab-ı Hakk’ın kulda yarattığı hadis
olan kudreti, fiilin aslındaki te’siri ve Allah’ın ezeli kudreti te’siriyle
hasıl olur. Yani her iki kudretlerin bir aslın üzerinde birleşmelerine cevaz
verip sonra demiş ki: El-Kadi Ebu Bekir El-Bakillani de kulun kudreti,
işlediği iyi veya kötü olan fiilin vasfında te’siri olduğuna hüküm etmiştir.
Daha sonra, Ebu İshak sözlerine devamla demiş ki, bu zaif kulun fikrine
göre, kulun hadis kudreti, fiilin hem aslına hem vasfına te’sir eder. Çünkü
vasfına te’siri olup da aslına, yani icadına te’siri olmadığının hiçbir
manası yoktur.
İşte, bu izahtan anlaşıldı ki bu husustaki doğru yol ne
Cebriye ne de Kaderiyye taifesinin yollarıdır. İkisinin ortasındaki yoldur.
Zira Cebriye taifesi hakikaten ve sureten kul yaptığı fiilinde mecburdur
der. Kaderiye taifesinin mezhebi de kulun fiili icad için, Allah’ın kudreti
olmadığını deyip onun icadı için ancak kulun kudretini isbat ederler.
Yani ikisinin ortasındaki doğru yol şudur: Sureten fiiller
kuldan sadır oldukları nazari itibara alınarak onlara sevab ve azab
hükümleri, hakiki mucidi Allahü teala olduğu bakımından onlara ayrı ayrı
hükümler taalluk eder. Çünkü bu görüşte ne ifrat ne de tefrit olup açık
adalet ve apaçık çıkar yoldur.
Mutezile taifesinin bu konudaki akidelerinden lazım gelen
tatil (Allahü tealanın işlerden muattal kalması) yeri de yoktur. Çünkü
Allahü teala Kur’an-ı Kerim’de kullardan sadır olan bütün fiilleri onlara
isnada etmiştir. Buna Alaeddin El-Attar da ( Radıyallahü anh) işaret ederek
buyurmuşlar ki: mürid, zahirde Allah’ın yoluna sımsıkı sarılması, batında da
kalbini Allaha rabt etmesi gerekir. Yani onu seadete kavuşturacak zahiri
sebepleri düşünüp emr olunduğu üzere, o sebeblere çok çalışıp, menhiyattan
kendini koruyacaktır. Hülasa; zahirde kulun, nazari sebeblere hasr olup
hakikatte bütün eşya iş ve gücü hususunda, Allah’a tevekkül edecektir. Şöyle
ki, kortuğu şeylerden dolayı vaktinde kapısını kapayıp, atını bağlayacak,
ekmek yiyip, su içecek fakat onu, hakikaten koruyan, yemekten doyuran, sudan
onu kandıran ancak yüce Allah olduğunu bilecektir.
İşte, bu izahtan anlaşıldığına göre, fiilleri sebeblere
bağlanması hakkında varid olan nass, ayet ve hadisler ile, tevekkül edip de
bütün işlerin Allah havale edilmesi hususunda, rivayet olunan ayet-i
kur’aniyye ve hadislerin arasında zahiri çelişme zail olup mana itibariyle
açıkça birleşmiş olurlar.
Bil ki, Aliyulkari Mişkatulmesabih adlı kitabın şerhinde
beyan ettiğine göre, kaza ve kader, Allahü tealanın sırlarından bir sırrı
olup onu ne yakın bir meleğine ne de halka gönderdiği bir peygamberine
bildirmiş, akıl yolu ile de düşünüp ondan bahs etmek caiz değildir. Belki
Allahü teala, iki taife olarak halkı yaratmış olduğuna fazilet ile birisini
ni’met ve cennet için, diğer bir taifeyi, adaletiyle cehennem için
yarattığına itikad edilmesi vacibdir.
Adamın birisi, Ali b. Ebu Talib’den (Radıyallahü anh) kaderin
ne olduğunu sorar. Der ki: bana kaderden haber ver! (Radıyallahü anh) ona,
bu karanlık bir yoldur, onda yürüme! Adam tekrar sorar, o derin bir
denizdir, içine dalma! Adam yine suali iade edince, Ali (Radıyallahü anh)
gerçekten o senden saklanmış Allah’ın bir sırrıdır, onu kurcalama! Buyurdu.
Burada Aliyülkarinin sözleri sona erdi.
Bundan anlaşıldı ki, kaderin bahsine dalmak, hakkında soru
sormak, layık olmayıp hatta bid’at olduğu da denilmiştir. Urvet El-Vüska
Hace Ma’sum, Şeyh Ebu Said Ebül-Hayrin rubaiyyatı şerhinde, dediği
sözlerinden anlaşılıyor ki, Hak teala subhanehu beliğ hikmetiyle, kâmil
kudretini, zahiri sebeplerin kisveleri altında gizlemiştir. Dolayısıyla
bazıları, görüşünü zahiri hasr edip, yüce Allah’ın kudretinin hepsini ne de
bazısını anlamadılar. Bazıları da bu husustaki düşüncelerini kaza ve kadere
hasr edip parlak İslam şeriatinin ahkam ve sebeplerinin hikmetlerini
faydasız kılıp muattal kıldılar (onunla amel etmediler). Bu iki taife de
doğru yoldan çıkmış, halkı da sapıtmışlardır. Diğer bazı taife ki; anlar
Naciye taifesidir. Ne fiillerin sebeblerini ne de şeriat ahkamının muattal
olduğuna ve yüce Allah’ın kudreti, zahiri sebebler altında gizlendiğine
inanmış her iki şıktan da nasibini almışlardır. Yani, gerçi hiçbir kimse,
sebeblerin hikmetine vakıf olmadığı ve musebbebatin vücude gelmesinde
esbabın hiçbir müdahalesi olmadığı halde, sebeblerinin fiiller için mutlaka
yeterli bir hikmeti olduğunu anlamışlardır.
Beyan ettim bütün bu şeylerle beraber, şerefli sadatımızın (Radıyallahü
anhüm) (seleflerimizin) yolu olduğu, yolu olduğu üzere, bu hususta onları
taklid etmemiz lazımdır. Onlarca, ne tarafa gitmemiz için emr edilmişsek,
gider, o tarafa gideceğimize bir fayda terettüp edip etmeyeceğini
düşünmeyeceğiz. Üstad-ı a’zam (El-Şeyh Abdurrahman) buyurdular ki, Seyyid
Taha Gavs-ı A’zam’a (El-Seyyid Sıbgatullah’a ) ( Radıyallahü anhüm):
"Mürşidim, benden aldığın tarikatı değiştirme!" diye bana tavsiyede bulundu.
Ben de onun buyurduğu gibi sana derim. Gavs-ı a’zam üstad-ı a’zama bu
tavsiyenin benzeriyle emr eyledi.
İmam-ı Rabbani, El-Mebde ve Me’ad risalesinde, buyurdular ki,
Sofiler tarikatından, hatta İslam dininden, en büyük pay, iyi sıfatlardan
başka, kendisinde, taklid yaratılışı ile mürşidine mutabaat cibiliyeti daha
ziyade mevcut olan şahıs içindir. Zira bu tarikatın (Nakşi) medarı, taklid
üzeredir. İşte bu fıtri vasfı, Ebu-Bekir El-Sıddık da (radıyallahü anh)
diğer vasıflardan daha ziyade olduğu için, hemen tabi olup, doğru yola tabi
olanların ilki oldu. Burada kısa olarak İmam-ı Rabbani’nin buyurduğu sözleri
sona erdi.
Zaten kaza ve kader hakkında tefekkür etmek, Nakşibendi
tarikatında yoktur. Çünkü bu tarikat mensublarının görüşleri, herhangi bir
dalalet ve hidayeti düşünmeden hakiki olarak sırf Zat-ı barinin sevgisinde,
mecazi olarak da mürşidinin sevgisinde ve rızasının tahsili, muhabbeti için
yanıp yakınılmaya hasr edilmiştir. İşte bu tavsiyemi muhafaza et.
Bil ki, Allah’a karşı isyan eden kimse, günahının çokluğundan
dolayı, ümidsiz olmaması, salih kişi de işlediği iyi amellerinden dolayı,
Allah’ın azabından emin olmaması, belki korku ve reca arasında bulunması,
kazanın sırlarındandır. Allah’ın salatü selam (rahmetli) Efendimiz
Muhammed’in, al ve ashabının üzerine olsun!