
Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih ekmesin. Slât ü
selâm Allah’ın mahlûkatının en hayırlısı olan efndimiz Muhammed’e, (Sallâllahü
aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına, ev halkına olsun! Sonra bu mektûb,
âlem kaymakamı (Kuddise sirruh) ve (Radıyallahü anh) ın perverdesinden Allah
yolundaki kardeşi, gözünün nûru Şeyh Alâüddin’edir. Allah, onu kendine yakın
olanların temenni eylidikleri şey’e ulaştırsın!
Hasret ve kederle karışık sevgiden haber veren mektûbunuz,
perverdeye ulaştı. Dolayısıyla Allah’a (Celle ve alâ) hamd ve şükr etti.
Çünkü hülâsa olarak bu işin temeli, muhabbet üzeredir. Hattâ muhabbetsiz
mümkün değildir. Nitekim, Muhabbet sofuların beniğidir. O olmasaydı,
mahbûbuna (Allah’a) vâsıl olmazlardı denilmiştir. Câmi (Kuddise sirruh) (Abdurrahman)
şiir:
"İşittim ki mürid bir mürşidin yanına gitti ki mürşid manevî
seyri sülûkte ona yardımcı olsun. Mürşid ona dedi ki, eğer aşk yolunda ayak
yerinden kalkmazsa, git! Âşık ol, sonra yanımıza gel." diye buyurdu.
Bâhusus aşkın içine hüzün de karışsa daha iyidir. Çünkü bu
durum, mahbûbun ayrılmasından haber verir. Mahbûbundan ayrılan kimse,
mahbûbuna kavuşması için çalışarak kat’iyyen durmaz. Ayrılığın hilâfı ise,
(visal) sevgili ile âşıkın birbirine vuslattan ibarettir. Halbuki vuslat
(kavuşma) sahibine bazen aşkın duraklaması peyda olur.
Birçok vakitlerde bana şaşkınlık acz ârız olur. Bedenim
gevşeyip ağırlaşıyor diye mektûbda yazılmıştır. Ey kardeşim! düşün ki, bu
hâllerinin neden peyda olduklarına anlıyasın. Zira bunlar sebebsiz olamaz.
Mühim olan şey sebeblerinin bilinmesidir ki, onlara münasib olan konudan
bahs edilsin. Açık olan bu husustaki fikir şudur: Sâlik ortadan kendi
nefsini atıp aklında yalnız üstâdını düşünmesi kalırsa, bu haletler, ne
sebebten olursa olsun, velev aşktan da peyda olmuşlarsa da zâil olup
gideceklerdir. İşte, bunda düşünürsen, mezkûr haletler, nefsinden
olduklarını bileceksin. Çünkü nefsi görmeden ancak mücerred üstadın emrine
imtisal edilerek halkla sohbet yapılıp konuşulurken, bu haletler
sıyrılırlar.
Mektûbda, halka sohbet ederken, cemâatin durumuna lâyık olan
sözler mi veya akla gelen sözler mi konuşayım, diye yazılmıştır. Ey kardeş!
Tarikatın sâdâtı (uluları) sohbet ile vaaz arasında fark etmişlerdir. Şöyle
ki. Sohbet, hiçbir şey düşünülmeden kalbe, dile gelen hitabettir. Belki o,
kalbin galeyana gelmesindedir. Sohbet edenin yaptığı bütün konuşması,
kendisine ârız olan şevki veya hüznü ya Allah’tan olan korku veya iştiyakı
veya mahbûba kavuşmasına olan hasretinden olur. Hattâ bu durumdan olan
sohbetçi çok def’a karşısında cemaatin olduğunu da unutur. Vaaz ise,
sohbetin hilâfınadır. Bazı zamanlarda sohbetçi yanında oturan kimseleri ve
durumlarına lâyık olan sözleri düşünerekten konuşur. Bu çeşit konuşmada
sözcü cemaatin arzu ettikleri şey’i kendi nefsânî arzularına tercih etmesi
şart koşulmuştur. Yoksa durumundan korkulur. Nitekim, birisi mürşidine,
halka konuşmak isterim der. Sebebi nedir diye sordu. Adam bütün insanlar
cehennem ateşinden kurtulup içinde yalnız ben kalmamı istediğimdendir,
deyince, şeyhi ona, işte o, yani ondan bahs ettiğim makam, çıkıp halka
konuşma makamıdır, diyerek onu minbere oturttu. Kendisi de konuşmasını
dinlemek için minberin ayağının yanında oturdu. Adamın konuşması esnasında,
bir dilenci gelip, Allah için bana bir şey verin dedi. Mezkûr sözcü, hemen
minberden aşağı inip ona cübbesini verdikten sonra, yine minbere çıkıp
konuştu. Şeyhi ona Ey kezzâb, (çok yalancı kimse) in aşağı! Diye seslendi.
Hemen aşağı inerek şeyhinin elini öpüp yalan söylediğim şey nedir? diye
sorunca; şeyh, sen ilkin bana, halkın arzularını kendi arzularıma tercih
ederim dedi. Eğer durumun öyle olsaydı, herkesten önce, cübbeyi dilenciye
vermekte acele etmezdin. Belki ilkin halkı o sevâba teşvik eder, onların,
dilenciye bir şey vermekten ümidini kestikten sonra, cübbeyi dilenciye
verecektin.
Hülâsa, halka vaaz ve sohbet eden kimse, her iki halette de
nefsini görmemelidir.
Mektûbda, bugünlerde yaptığım râbıta güzel olup, bu durum
dururken, hareket ederken gözümü kapatıp açarken, hattâ uyuyup uyanırken
bütün hallerimde devam etmektedir diye yazılmıştır. Ey kardeş! Bu büyük bir
ni’mettir. Sadât-ı kiram (Kaddesallahü esrârehüm) vasıtasıyla o ni’meti
verene sığınıp ona muhtac olduğun niyetiyle kendisine şükr et. Çünkü bu
tarikatda en büyük temel râbıtadır. Şübhesiz Hâce El-Ahrar:
"Rehberin gölgesi, halkın zikrinden daha iyidir" demiştir. Râbıtaya öyle devam et ki, onda fâni olup, râbıtanın kendisi, halkla
konuşan, teveccüh eden, hareket edip duran bir halet olsun. Zira râbıtadaki
fânilik haleti, yüce Allah’ın aşkında fâni olmasının mukaddimesidir. Hattâ
Allah aşkındaki fânilik makam-ı râbıta makamındaki fâniliğe göredir.
Şeyh-i ekberin (Şeyh Fethullah) (Kuddise sirruh) hareminden
(zevcesinden) ve ev halkından dua dileriz. Şimdiye kadar Şeyh-i ekberin (Kuddise
sirruh) ve (Radıyallahü anh) merkadini ziyaret etmek mümkün olmadı. Mümkün
olup olmayacağını da bilmiyoruz.
Huyuta gitmeniz mes’elesi ise, yol, hava iyi ise hemen git!
İyi değil ise, hastalık korkusundan gitmenizi istemiyoruz. Sana v nezdinizde
bulunanlara, Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatına tabi
olanlara selâm olsun! O şeriatın sahibine, âl ve ashâbına da salâvatın
efdali, selâm ve senânın en kâmili olsun!