
Bütün hamdler kendisine layık olan Allah’adır. Salat ü selam,
ebedi olarak en şerefli makam ile muttasıf olan Peygamberimize, aline,
ashabına, zevcelerine ve zürriyetine olsun! Bundan sonra, bu mektup, alem
kutbu kaymakamının (Radiyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki aziz
kardeşi Kelan Molla Abdurrahman’adır. (Kelan: Farsça bir isim kelimesi olup,
muhabbetli, heybetli manasındadır. Bu kelime ayni şekilde İmam-ı Rabbani’nin
(Kuddise
sirruh) Mektubatında, Hace Emkenki oğlu Hace Ebu El-Kasım’a yazdığı 180.
mektubunda da geçer.
Hazret halifesi Molla Abdurrahman’i, adı geçen Hace’ye
benzeterek böyle buyurmuştur.
Kelan kelimesi için Hayat Büyük Türk sözlüğüne bak.)
Perverde, Molla Abbas’ın (manevi makamlara yükselmesi ve
Allah’a olan yakinliği ziyade olsun!) ismiyle, süslü mektubunuzu aldı.
İçindekileri okuyup anladı. Nispetin artmasından kardeşlerin selamette
olduklarından ve şevklerinin ziyadeleştiğinden dolayı Allah’a hamd ü sükr
etti. Ey aziz! Açıkça Allah’a muhabbet sahibi Şeyh Abdülkadir, (Kuddise
sirruh) mürşidi olan Üstadı azama, şevkinin arttığına dair gönderdiği bir
mektubun cevabında, Üstad hülasa olarak şunları yazdı: sizinle üzerine sükr
ve istiğfar etmemiz vacibdir. Şükrün sebebi şudur ki, hakiki mürsid ve
hidayetçi, Allah’u Teâlâ’dır. Başkası için hiçbir şey yoktur. Nitekim Kur’an-ı
kerimdeki. "Ey habibim! Gerçekten sen, her sevdiğini hidayet edemezsin.
Fakat Allah, dilediği kimseyi, hidayet eder." (Kasas suresi, ayeti: 56.) ayet-i celilesi buna kati
bir nastır. Allah Teâlâ bu ayet-i celilesiyle kendi dostu Peygamber’e hitap
buyurmuştur. Artık seninle bu fakirin hidayet durumları nasıldır Zahir ve
mecazi hadi Gavs-ı azamdır. (Yani Üstadı azam için, Üstadı azam da bizim
için) zahirde hidayet sana isnat edilmiş. Halbuki ne zahirde ne hakikatte
senin malın değildir.
İstiğfarın vacib olması ise, halk tarafından malımız olmayan
şey ‘in (hidayetin) bize isnad edildiği içindir ki, ondan bile ücûb, riya
kokusunun husule gelmesi tevehhüm edilir.
İşte, müride hidayet dolayısıyla hasıl olan iştiyak vasfında,
ni’met olduğu cihetten şükür, mezkûr üç afetin husule gelecekleri tevehhüm
edildiği cihetten istiğfar etmeyi gerektirerek ikisi de onda birleşir.
Öyle ise, perverde, üzerinde lanet nazil olan şeytanın ve
kötü nefsin hile ve aldatmalarından korku haleti üzerine bulunmasını,
kendisi, boynunda bir ekmek asılmış köpek gibi olduğunu, etrafında
dolaşanlar da ekmek için köpeğin etrafındaki diğer köpekler gibi olduklarını
düşünsün! Çünkü diğer köpekler boynunda ekmek olan köpeğin etrafında
dolaşmaları, şahsı için değil, belki ekmek için dolaşıyorlar. Zira salih
ameller, tarikatın nisbeti (Allah’ın huzurunda bulunmak) ve başka iyi
şeyler, insanın malı değillerdir. Çünkü insanın aslı yokluktan
yaratılmıştır. Yokluktan iyi şey gelmez şer ve fesat iktiza eder.
Demek ki, perverdeye hasıl olan şey, sadatı-i kiramın (Kuddise
sırruhu) himmetiyle ancak Allah’tandır (Celle ve ala). Nitekim Kur’an-i
kerimde: "Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı
günahtandır" ayeti ile: "Sana gelen her iyilik Allah’ın lütfundandır." Ayeti
de buna delalet eder. Birinci ayet-i celileden maksat, yani şahsiyetiniz,
bozgunculuğu iktiza eder. Musibeti icat eder manasına değildir. Çünkü hakiki
mucidi, ancak Allah’tır (Celle ve ala) demektir.
Üstadı azam (kuddise sirruh): "İnsanın fazileti şükr iledir,
yani taat yapmakladır. O da Allah’tandır (Celle ve ala). Çünkü o kulun
kalbine, taatin yapılmasını ilham eder. Kalbini, onun yapmasına, iyice
azmettirir. Ona güç verip, kul onu kesb ettikten sonra, taatini onda
yaratır. Bunula beraber, o fiili ona mal edip, ona göre karşılığını verip,
insana isnad eder." Diye buyurdu. İşte insan doğru yoldan çıkmaması için,
bunda tefekkür edip, kendisi hiçbir şey olmadığını bilsin! Çünkü ondan
hiçbir şey gelmeyen, ondan ne bir fiil ne bir irade ne de bir hareket bile
hasıl olmayan kimse, halkın örfünde hiçbir şey sayılmayıp, belki madem
(mevcut olmadığı) sayılır. Öyle ise, mürşid, irşad için, halk arasında
dolaşması, kendini tehlikeye atması olduğunu bilmelidir. Lakin mürşid
pirinin emrine imtisal etmesi, gayesiyle, kendine o tehlikeyi seçer. Hatta
birçok mürşidler, halkın onlardan nefret etmeleri, etrafında toplanmamaları
için, birçok şeyler yapmışlardır. Ben dahi, bunu düşünerek, mürşidim ve
kendisine mütabeat ettiğim ve kıblegahımdan, (kuddise sirruh) bunu yani
ekabir (ulu zatlar) bu irşad işinden kaçtıkları halde, Nakşibendi mürşitleri
bunu yapıyorlar, diye sorduğumda; kendisi (Radiyallahü anh) Nakşibendiler
"bunu üstatlarının emirleri üzere yapıp ve aralarına girdikleri halkı
hatırlarına bile getirmeyip, görmezler." Diye cevap verdiler.
İşte Nakşibendi mürşitleri, bu düşüncelerinden dolayı, diğer
mezkûr ekabirin prensiplerinden ayrılmışlardır. Bu nedenle üstadı azam,
(Allah bizi onun sırlarıyla kutsasın!) irşad kutbu El-Seyyid Taha’nın (Kuddise
sirruh) "Nakşibendi tarikatında asla ucub (kendi yaptıklarını beğenmek)
riyakârlık yoktur." Buyurduğu sözün manası; onlar kendilerinden sadır olan
bir şey bilmezler ki onlara ucub ve riya hasıl olsun. Belki mürşitlerinden
biliyorlar, demektir diye buyurdu. Yine Şeyhim (Kuddise sirruh) Seyyid Taha
(Kuddise sirruh) buyurduğu bu sözlerinin manası, bir kimse için ucub
(bencillik) veya riyakârlık olsa, Nakşibendi olamaz, demek de muhtemeldir
diye buyurdu.
Halk arasında hasıl olan cezbenin, tarikatta aslı olmazsa da
zararı yoktur. Belki o, salikin içindeki birinci derece aşkın hararetinden
arasında cezbe ve hararetin yeri, kalbdir. O makamdan yükselme hasıl olduğu
zaman, o hararet mevcut olmaz denilmiştir. Bununla beraber, bu hal senden
değil, belki başkasından olup, o kimse, sana lazım ve layık olan vaktini
bilir.
Perverde, bu günlerde sadatın söylediği sözlerindeki
manalarında çalıştığı için kendisine namazın manası zahir olmuştur.
Dolayısıyla, hülasası söyle beyan eder. Namaz, insanın akli, düşüncesi
Allah’tan başka, her şeyden kesilmesinden ibarettir. Namaz kılan kimse
sonunda, sağında veya solundakilere selam vereceğine niyet etmesi müstehab
olduğunu bilmez mi? Halbuki, namaz haricinde, hazır olana selam vermesi
müstehab olmayıp belki, namaz haricinde iken, ilk mülakatta ona selam
vermek, müstehabdır. İşte, musalli sağ ve solundakilere selam vermesi
müstehab oluşundan, kendisi de cemaatin arasında olduğu halde, ona ilk
mülakatı sayılır. Musalli namaza ilk giriş tekbiri getirirken, sanki halkın
arasından çıkmış, namazın sonundaki selamı ile, onlara kavuşmuş olduğu
demektir.
Öyle ise, musalli aldığı taharrum tekbirinden (Giris
tekbirinden) maksad, yüce Allah’tan başka, şeylerden külliyen alakası
kesilmiş olduğunu düşünsün! Nitekim tekbiri taharrumdan sonra, okuması
sünnet olan:
وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَالسَّمَوَاتِ وَالأَرْضَ
حَنِيفًامُسْلِمًا وَمَااَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ، إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي
وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لاَشَرِيكَ لَهُ،
وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَاَناَمِنَ الْمُسْلِمِينَ
"Ben, sadece ehak dine (tevhide) boyun eğip, yüzümü, gökleri
ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim. Ve ben ona ortak koşanlardan
(Müşriklerden) değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm alemlerin rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur ve bununla emr
olundum ve ben Müslümanlardanım." İftitah duası da buna şahitlik eder. Bu
duada geçen çevirdim. Tabirden maksad yani ben ruh, kalb, zahir ve batin
kuvvetimle, külliyetimle, yüzümü Allah’a çevirdim demektir. Öyle bir durumda
bulunacak ki, o anda musallinin Allah’tan başka bir şeyle meşguliyeti
kalmaz. Yani Allah’u Teâlâ dışını görür, kalbinde olan şeylerin bilicisidir
diye anlayıp ta ki masivayı (Allah’tan başka her şeyi) unutur; öyle ki
Allah’ın (Celle ve ala) huzurunda fani olup, sağında ve solundaki kimseleri
bile aklına gelmeyecektir. Hatta şeyhlerin, mürşitlerin bazısı, musalli
namazda iken, sağında veya solunda bulunan kimseyi bilse; namaz, namaz
değildir, demişlerdir.
Perverde, mektubunda kendi halinden hiçbir şey
bahsetmediğinize hayret eder. Halbuki en mühim olan şey odur. Hidayete tabi
olan kimseye selam olsun!