
Hamd o Allah’a olsun ki, bizi bu nimete kavuşturdu. Eğer,
Allah bizi hidayet etmeseydi, kendiliğimizden hidayet yolunu bilemezdik.
Şübhesiz Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdir. Özel
olarak Peygamberlerin efdallarına ve umumi olarak da diğerlerine,
Peygamberimizin (Sallallalü aleyhi ve sellem) ve onların al ve ashabına
Allah’ın salat ve selamları olsun!
Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü
anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu Şeyh
Mahmud’adır. Allah, onu nefsani arzularından sıyırıp Allah’ın (Celle ve ala)
irade eylediği şeylere amel etmek için, ömrünü uzatsın!
Molla Muhammed Emin adresi üzerine gönderilen mektubunuz
perverdeye ulaştı. Ona baktıktan sora, neşesi arttı. Çünkü o, Allah’a giden
bütün yolların en ala ve yakını olan Allah’ın muhabbet bahsini içine
almıştır. Muhabbet nasıl en yakın yol olmasın ki? İnsanın kalbinden masivayı
yakma ve yok etme keyfiyeti ancak onunladır. Ondan mahrum olan kimse,
hayvanlar sınıfından olup, ruhtan boş olan su ile çamur kısmından
sayılmaktadır. Nitekim bu mealde Farsça bir şiirde şöyle denilmiş:
"(Allah’ın) aşkından boş olan yürek hakikatta kalb değildir.
Gönlünden Allah aşkının derdi olmayan bir beden, su ile topraktan başka bir
şey değildir."
Gönül Allah’ın aşkı vasıtasıyla, sayılmayacak ilahi feyzlerin
tecelliyatının merkezi olur. Dolayısıyla gönül, hayvanlara, köpeklere ahir
olmakatn da kurtulur. Şiir:
"Ey kardeş! Sen, ancak düşünceden içindeki düşündüğünden
ibaretsin. Diğer kalan kısmın kemik ile kılsın. Eğer içindeki düşüncen,
manevi varlığın gülse, gül bahçesisin, dikense külhanesin."
Mektubunuz, size haletlerden hiçbir manevi halet, onunla
ölçülmeyen şiddetli talebin hasıl olduğuna da şamildir. Çünkü şiddetli taleb,
Allah’ın muhabbetinden peyda olur. Üstad-ı azamı (Kuddise sirruh), Gavs-ı
azam (Kuddise sirruh) yemeğin tadını almaz diye medh ederken yemekten zevk
almaması, yani talebinin şiddetindendir, der. Yani ondan tad duyulmaması
hasıl olan sekr haletindense, bu bir noksanlıktır. Şiddetli talebtense,
methin son derecesinden ibaret olduğuna işarettir.
Mektubda, kainattaki şeyleri görmekten, onları yaratan Allah
ü Sübhanehü ve Teâlâ’nın azametinin tefekkürü bana hasıl olur, diye yazılan
halet Allahü Teâlâ’nın efalinin manevi tecelliyatları kısmından olup bu
haletin devamı, yaratan ile mahlukun (yaratıklarına) maneviyatta birleşme
peyda olmasına sebeb olur. Ki ehli tasavvufun nezdinde bu ittihad, bütün
eşyaların kendilerine nazar her ne kadar varlıkları madum (yok) olsa bile,
yine Allah’tandırlar diye tarif edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, ehli
tasavvufça eşyalar, gözle görüldükleri halde varlıkları düşünmeksizin
Allah’ın icadıyla olduğu düşünülür. Ta ki o düşünce, kainattaki varlıkların
bekaları için Allah’ın inayetinden olduğu görüşüne sebeb olsun.
Bazı vakitlerde sizden gayri ihtiyari sadır olan sesin
hikmeti, kalbinize varid olan Allah’ın manevi tecelliyatındandır. Ki onlar
yukarıda bahsi geçen ittihad haletinden aladır.
Sırf hayalinizle, kainattaki eşyalara, vücut ve hakikat
olmadığını görmek meselesi ise, o halet, eşyeların hakikatte mevcut
oldukları veya mevcut olmadıklarını bilmekle midir? Yoksa yalnız mıdır? Diye
mektubda beyan edilmedi. Çünkü, tasavvuftaki bu halet, vahdetül vücud
makamındadır. O ise, iki kısımdır. Birincisine: Şuhudi vahdetül vücud
denilir. Ki sabahleyin güneşin doğuşundan batışına kadar, gökte yıldızlar
mevcut olduğu, lakin güneş ışıkları onlara öyle galebe etmiş ki, yıldızlar
onun karşısında, mahv olup, eserleri bile görünmez bir hale geldiklerini
bilen bir kimse gibi salikin üzerinde, Allah’ın varlığından başka, kâinatta
bulunan eşyaları görmeyip bununla beraber, eşyaların mevcut olduğuna dair
bilgisi vardır. İşte, aynı şekilde kalbi Allah’ın muhabbetiyle dolup ona
taalluk ederek, Allah’ı (Celle ve ala) tefekkür etmekten başka, kalbinde
hiçbir şeyin düşüncesi yerleşmemiş, bu tefekkür kalbinin bütün etrafını
doldurmuş kimsede hariçte eşyalar mevcut olduğunu bildiği halde, Allah’tan
başkasını görmez. Bu halet El Vahdetül Şuhüdiyye diye tesmiye edilir. Yüce
zatlar, bu kısmından uzaklaşmayıp, ancak parlak şeriat alametlerinin
eserleri silindiği bir zamanda onları halka tebliğ etmek nedeniyle bu
haletin talebini terk ederler. Fakat bu terkleri, haşa ve kella bu halette
bir noksanlık olduğu için değildir.
İkinci kısmı, ilmi vahdetül vücuddur. Ki bu kısmın üzerinde
durmayıp ondan geçmek lazımdır. Bazı zatlar, bunda hayret edip kalmışlardır.
Bu kısım şöyle tarif edilir ki: Salik kâinatta yalnız, tek bir varlık
olduğunu bilip görmesidir. Fakat o vücut uluhiyyet mertebesine, mabud ve
vacibül vücuddur. İmkân mertebesinde, mümkün olup ilahi hüküm ve teklifleri
ona taalluk eder.
Bu düşünce Sofestaiyye mezhebine muhaliftir. Çünkü onlar,
cehalet ve inatla ifrat ederek, hiçbir şey hatta yüce Allah’ın mevcut
olduğunu da ispat etmezler. Ama ilmi vahdetül vücut kısmı hakkında, mezkûr
bu kavlin sahibi bütün eşyanın hakikatlerini ispat eder. Ancak kalbi üzerine
Allah (Celle ve ala) azameti şiddetle zahir olmasının tecellisinden çeşitli
imtiyaz düşüncesi aklından silinip, mümkün ile vacibin arasındaki sırf
müşterek noktası olan vücut zihninde kalır.
Rivayet edilir ki, şeyhin birisi Ey, Rabbim! Firavun, kavmine
"Ben sizin en yüce rabbinizim." Deyince, onu rahmetinden kovdun. Mansur (El-Hallac)
(Kuddise sırruhu)
"Ben hakkım (Allah’ım)." Dediğinde, onu kendine yakın dost
edip yaklaştırdın, dediği üzerine, gaybiyeden ona cevab verildi ki:
Firavunun kalbine inat serkeşlik, kibir galebe ettiğinden, beni görmedi de
kendine uluhiyyet ispat etti. Mansur ise, ona, benim aşkım ve azametim
galebe edip, kâinatta benden başka hatta kendi nefsini bile görmediği için,
aklında benden başka bir şey kalmayıp, "Enel hak (Ben Allah’ım)" dedi. O,
kullandığı bu cümledeki, ben kelimesinden kendi nefsini kasd etmeyip, belki
Allah’ı (Celle ve ala) kasd etti.
Bu ikinci kısım ilmi bir mesele olup, manevi haletler ile
ilgisi yoktur. İzah edilmesi bu mektubda layık değildir.
Şayet size hasıl olan halet, mezkûr vahdet-i vücudun birinci
kısmındansa, onu azı dişlerinle ısır tut, bırakma! İkinci kısımdansa, ondan
korkma! Çünkü birçok manevi şeylerin husulüne sebeb olması mümkündür. Keşke
o halet sizden zail olmayıp da mektubla arz ettiğin zaman kadar sabit
kalsaydı, mektubu gönderdiğin vakte kadar da o haletten sizde bir nebze
kokusu kalmıştı. Şayet birinci kısımdansa, kâinat zerrelerinin vücud
düşüncesi kalbinden gaib olup manevi görüşünde Allah (Celle ve ala) dan
başka bir şey kalmayıncaya kadar çalış! Celal lafzının (Allah kelimesinin)
zikrine devam et ki, bahs ettiğin sendeki titreme gidip sükûnet hasıl olsun.
Kalb cemiyyeti, (Allah’tan başka bütün eşyaların düşünceden
sıyrılması) ile kuvvetli manevi huzur size hasıl olduğundan bahs ettiğin
haletler ise, Allah seni her iki halet üzere sabit eylesin. Sende en tamam
bir şekilde tekâmül olmaları için, rabıtaya devam et! Çünkü rabıtanın o
şekildeki olması, her iki haletin en tamam bir şekilde hasıl olmalarına
sebeb olur. Kalbde rabıtanın tecellisi ne kadar tamam ise, Allah’ın manevi
huzuru, ondan daha üstün olarak zahir olur.
Sendeki bu haletlerin husulü ile beraber, kendini kusurlu
görmeniz ise, Allah’ın (Celle ve ala) kendi kusurunu görene ihsan eylediği
nimetlerdendir. Topraktan yaratılan ile, sahiblerin sahibi olan arasında ne
gibi bir münasebet olduğu düşünülse, insandaki kusur nasıl görünmesin?
Şeyh Abdullah El-Ensari (Kuddise sirruh), buyurdular ki,
Allah’u Teâlâ ibadete müstahak olduğu için ona ibadet etmiyorum. Ben nerde?
Ta ki ona müstahak olduğu ibadetini yapmam nerde? Onu sevdiğim için de
etmem. Çünkü muhabbette de nefsin görünmesi vardır. Hiçbir menfaat
mukabilinde de yapmam ki, ücretli bir işçi gibi olayım. Belki ona yaptığım
ibadetten maksadım, yalnız emrine imtisal etmek içindir.
Bu haletlerin nef’i ile isbat (La ilahe illallah) zikrini
yapmaktan sana peyda olduğunu demeniz ise, o mümkündür. Belki birçok
zamanlarda o halet her ikisinden hasıl olur. Bazı vakitlerde, zikri
Celal’den (Allah) lafzı zikretmeden hasıl olan Allah’a (Celle ve ala) karşı
kalbin cezbesinden de olur. Zikri Celal dan hasıl olan bu halet (Vahdetül
vücud), Celal’deki haletten kulun hayaline bile o sıfat gelmeyip belki ancak
sırf ona Allah’ın (Celle ve ala) keremindendir.
Mektubda, Masumun annesinin hastalığından bahs etmediğinizden
taaccüb edilir. Şayet hastalığı iyileşmesi dolayısıyla, bir yere gitmeniz
mümkünse ve bundan başka arz edilecek bir şey’e ihtiyacın kalmışsa, buraya
gel! Yoksa, Atmankan kabilesine git! Sizden, annenizden dua taleb edildikten
sonra, size, çocuklarınıza, yanınızda hazır bulunanların ve hidayete tabi
olanların cümlesine selam olsun!