İçindekiler


YETMİŞ BİRİNCİ MEKTUP

Kullarda cüzi ihtiyari olduğu meselenin en mükemmel bir şekilde tahkiki ve beyanı, Eşariye ile Matüridiye’ye göre, kesb ile irade-i cüziyyenin arasındaki farkı hakkında şerefli pederinin halifesi Bitlisli Molla Mustafa’yadır.

Bütün hamdler, o Allah’a olsun ki, zatının, sıfatlarının fiillerinin marifetinde ariflerin akılları hayrette kaldı. Sıddıkların en büyük zatları da bunların idrakinden aciz olduklarını itiraf ve ikrar etmişlerdir. Salat ü selam, ilk ve son insanların efendisine, güzel ve temiz ruhlu aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, şerefli efendi, en muhterem dost, Üstadı azamın halifesi ve kâtibi, sıdk ve vefa kaynağı olan Molla Mustafa’yadır. Allah onu, dünya ve ahiretteki afetlerden korusun!

Mektubunuz perverdeye geldi. Ona bakınca, sıhhat ve selametinizden haber verdiği için, yüzünde gülümseme belirdi. Sonra mektubda kulun ihtiyari fiillerinden bahs eden sualiniz çıktı. Hatta onda delil, Kur’an-ı Kerimin;

"Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." Ayeti celilesini de yazmışsınız.

Ey efendim! Bu konu kelam ilminin en derin ve ince meselelerindendir. Hatta El-Şeyh Abdülvahab; El-Şarani, El-Levakit ve El-Cevahir adlı kitabında, Şeyh-i Ekber (El-Muyiddin B. Arabi’den) (Kuddise sirruh) (560-637) naklen demişki: Halku’l-ef’al (fiillerin yaratılışı) meselesinin şekli, arapça alfabesindeki! lam, elif" harfine benzer. Zira bu harf hem la hem elif harflerinin şeklini gösterir. Bu çaprazlı harf şekli kimse, çaprazın hangi lam olduğunu bilmez ki, diğer tarafı elif olduğunu bilsin. İşte kuldan zahir olan fiili de buna benzer. Zira yukarıda geçtiği üzere, Allahü teala Kur’an-ı Kerimde, "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." Diye buyurmuş ve onlara ibadet yapmalarının teklifiyle hitab eylemiştir. Demek ki kuldan sâdır olan fiilde hem Allah’ın hem de kulun müdahalesi olması gerekir. Burada El-Şeyh Abdülvahab, El-Şarani’nin kavli hülasa olarak sona erdi.

İşte, perverde, bunun için bu konuda konuşma istemedi. Lakin beyanı için ısrarda bulunduğundan dolayı, emrinize imtisalen konuştu. Bu konuda hak olan kavlin beyanından maksat anlaşıldığı için, geniş izaha ve bu konu hakkında muhtelif kavillerin nakline ihtiyaç yoktur. Çünkü hak tek bir kavlin beyanı ile mesele hal olup açıklanır. Bu konuda zahire göre, üç kavil olsa da ancak hakikatta doğru olanı birdir. Onlardan birisi, selef alimlerinin kavlidir ki, müteşabih ayet ve hadisler gibi bu konunun hakikatın Allah’ın (Celle ve ala) ilmine havale edip ondan bahs edilmemesidir. Hatta selef alimleri bu hususta ne cebr, ne de tefvid (havale etmek) vardır demişlerdir. Nitekim selefin bu kavlini, Mevlâna Halid Zül Cenaheyn hazretleri El-İkdul cevheri filfarkı beyna kesbeyil Maturidi ve El-Eş’ari adlı kitabında, açıkça bildirerek demiş ki, İmam-ı Maturidi (Rahmetullahi aleyh) verâ için selefin görüşüne mütabeati ve biatçı taifeden uzak olduğundan dolayı kulun ihtiyari fiilleri hakkındaki mezhebini kaleme almamıştır. Bunun içindir ki, ashabı da (talebeleri) bu konuda muhtelif görüşlerde bulunmuşlardır. Mevlâna Halid, daha sonra demiş ki, İmam-ı Eş’ari (Rahmetullahi aleyh) ise, mutezile ve bidatçı taifeleri arasında olup, meşhur olduğu ve kitablarda yazıldığı üzere, ilk olarak kendisi mezkûr taifelerle, akaid meseleleri hakkında münazara etmek belasına düştüğü için, mezhebini hakkıyla beyan etmeye muhtaç olmuş ve ashabı arasında müşterek olarak tevatür yoluyla rivayet edilmiştir. Sora İmam-ı Eş’ari son kaleme aldığı ve mezhebinde ona itimat edildiği El-İbane fi usulüd diyanet adlı eserinde, bidatçı taifelerin bana karşı, devamlı direnişleri olmasaydı, efali ihtiyari hususunda hiçbir şeyden konuşmayacaktım. Diye özür dilemiş ve müteşabihat hakkındaki mezhebi ise, selef alimlerin mezhebi gibi, tefvid olup tevil olmadığını açıkça bildirmiştir. Burada hülasa olarak ve kitabından alınmış ayrı ayrı Mevlâna Halid’in naklen ibaresi sona erdi.

Taftazani eserleri olan Makasıt kitabı ile şerhinde demiş ki, yukarıda beyan edilip anladığın üzere, deriz ki, bu konudaki doğru görüş, bazı selef alimlerinin dedikleri gibi kulun ihtiyari fiilinde hiçbir cebr, ne de büsbütün kendisin terk etme olmayıp lakin bu iki haletin ortasındadır. Burada Taftazani’nin dedikleri sona erdi.

Taftazani’nin bundan maksadı, kul yaptığı fiillerinde mecbur değildir büsbütün kendisine işin yapılması da terk edilmemiştir. Nitekim rivayet edildiğine göre, İmam-ı azam Ebu Hanife, Allah ondan razı olsun! Cafer El-Sadık’dan, (Radıyallahü anh) Allahü Teâlâ, işin yapılmasını kullara terk etmiş mi? Diye sorduğunda, Cafer, (Radıyallahü anh) Allah, (Celle ve ala) kulun fiillerini, herhangi birisine terk ve havale etmekten çok uzaktır. Sonra Ebu Hanife, peki Allah, kulları ihtiyari fiillerin yapmasında zorlamamış mı? Cafer, şübhesiz Allah (Celle ve ala), kullarına fiilleri yaptırmaya zorlayıp da sonra onlara azab vermekten münezzehtir, diye buyurdu.

Bu nakillerden Hakk ehlinin mezhebi bir olup o da selefin mezhebi olduğu zahir oldu.

Mevlâna Halid, (Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın!) yukarıda adı geçen kitabında demiş ki: Bu miskin kulun bu konudaki mezhebi, aynı selefin mezhebi ve Hazret-i Ebu Bekir’e mensub olan tarikatı, sahabiler ve yüce tabiinlerin tarikatı olduğu için, onların yasak eyledikleri konuya dalması, kendisine zor gelmektedir. Lakin anlaşılan lüzum ve ihtiyaç beni bu hususta konuşturmaya sevk etti. Burada Mevlâna Halid’in dedikleri sona erdi.

Biz de onun tabilerinden olduğumuz için, bu meselenin hakkındaki tartışmadan vaz geçip ondan bahs etmemek layıktır. Lakin halkın suali, bizi ondan bahs etmeye mecbur etmiştir. Yukarıda geçen nakillerden kulun ihtiyari fiilleri büsbütün kendisine terk veya cebr yoluyla olduğu hakkındaki fikir tartışmalarını anladığına göre, biz de bir çok ayet ve hadislerle emir ve nehiylerin çoğu ile mükellef olduğumuz düşünülürse, o tartışmaları bırakıp, emir ve nehiylerle amel etmeye önem verip onlar çalışmamız lazımdır.

Mektubunuzda demişsiniz ki, kul için hiçbir fiil ve kesb yoktur. Halbuki bu görüşün, kelamcıların fiilin kesbi, kuldan icadı, Allah’tan olduğu diye açıkça söylediklerine muhaliftir. Kelamcıların bu kavli bütün ehl-i sünnet vel cemaat taifesinden olan Eş’ari ile Maturidilerce sabittir. Ancak kasbin manası hakkında her iki taife arasında görüş itibariyla az bir fark vardır.

Mevlâna Halid, Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın. Mezkûr risalesinde, demiş ki: bilmesin ki Matüridilerce, kulun irade i cüziyesi, kesb demektir. Kulun ihtiyari ve arzusuyla kendisinden sadır olup kendi kudretinin esiridir. Çünkü onların tahkik edici alimlerinin ittifakı ile kul, herhangi bir şeyin mucidi olduğunu men etmişlerse de, lakin kuldan hakiki bir şey kendisinden mevcut olması lazım gelmeyecek şekilde, ona ispat edilen izafe ve nisbetlerin ihtilafına sebeb olacak kadar bir kudret sahibi olduğuna cevaz vermişlerdir. Burada Mevlana’nın dedikleri sona erdi.

Nisbet ve izafe olan vasıflar, hariçte hakiki bir varlık olmadıklarından dolayı, kula ispat edilip, bundan hariçte bir varlık olduklarına sebeb olamaz. Zira nisbetler, izafeler kelam alimlerinin cemaatine göre hariçte mevcut olan şeyler değillerdir. Öyle ise, kuldaki kudret ve güçten hiçbir şeyin varlığında tesiri olması da lazım gelmez.

Sözün hülasası, Allahü teala kulda külli ihtiyari ve külli iradeyi yaratmıştır. Her ikisi de durumları da cüzi ihtiyarlar ve cüzi irade gibi bir şeye taallük etmektir. Bu taallük itibari bir şey olup, hariçten bir varlık değildir. Binaenaleyh bundan, kulun ne bir şey yaratması ve ne de müdahale etmemesi lazım gelmez.

Daha sonra mezkûr imam, yine aynı risalede demiş ki, kulun iradei cüziyesi, Allahü Teâlâ ondan hemen sonra yarattığı fiile bir şart ve âdi bir sebebdir. Fiilin, taat veya masiyet vasfıyla muttasıf olmasına taalluk eder. Bu tıpkı bir yetim çocuğa şamar vurmak gibidir. Şayet ondan maksat, onu terbiye etmek ise, taattır. Hakaretse, masiyettir. İşte bu taalluk itibari bir şey olup, bir varlık değildir.

Mevakıf ve diğer kitabların yazdıklarına göre, Eşarinin bu husustaki görüşü ise, kesgilcatta tesir etmemek şartıyla kulun kudreti, iradesi makdurla (yaratılan şeyle) beraberliklerinden ibarettir. Bu mukaranet (beraberlik) Allahü Teâlâ tarafından makdurun kendisindeki iradenin sarfına tabidir. İradenin sarfı, kul bir fiilin yapması veya yapmamasından birini kendisine tercih etmek demektir. Bilindiği üzere, irade ise ilme ve bilgiye tabidir. İradenin sarfı, kul bir fiilin yapması veya yapmamasından birini kendisine tercih etmek demektir. Bilindiği üzere, irade ise ilme ve bilgiye tabidir. Dolayısıyla iradenin muktezası da ilme tabidir. Mesela; kul taat yapmakla ve günahlardan sakınmakla mükellef olduğunu ve bunlara riayet etmesi karşılığında Allahü Teâlâ kıyamet gününde mükafat olarak, şerefli zatına baktırmayı, ebedi nimet olan cenneti on vereceğini va’d ettiğini bildiğinde, bu bilgi onu taat etmeye sevk eder. Nitekim lanetlenmiş şeytanın vesveseleri, nefsi emmarenin yardımıyla günah işlenmesine sebep olur. Kuldaki iradenin taalluku bir tarafa yani masiyet cihetine yönelir. Kul, iradesinde mecbur oluşu, kendisinden sadır olan fiillerinde cebr olması lazım gelmez. Yani Allahü Teâlâ onda, fiil için cebirsiz irade yaratmış, lakin yukarıda geçtiği üzere, kuldaki kudret, hiçbir şeyin icadında tesiri olmayıp, fiilin yapmasına vaya yapmamasına dair kalbinin kattı azminden ibaret olduğunu anladın.

Matüridi ile Eşari mezheblerinin arasındaki fark şöyle özetlenebilir ki, Matüridilerce, kuldaki kudretin eseri, nisbet ve izafelerdir. Eş’arilerde ise, kuldaki kudretin hiçbir tesiri yoktur. Her iki taife dahi, fiilin icadında kuldaki kudretin hiçbir tesiri yoktur. Her iki taife dahi, fiilin icadında kuldaki kudretin hiçbir tesiri olmayıp belki, tesir Allah’ın (Celle ve ala). Ancak, mecburi değil, adeti üzere, kulun kesbinden sonra, fiilin icadında Allah’ın tesiri olur.

Allah’ın salat ü selamı, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine olsun!