
Bütün hamdler, alemin Rabbine mahsustur. Salat ü selam,
mahlukatının en hayırlısının, (Aleyhisselam) alinin ve ashabının üzerine
olsun!
Bundan sora, bilmelisin ki, yüce Nakşibendi tarikatının
medarı, ihlas, Allah’a muhabbet mürşide teslim olmak üzeredir. Bu üç haslet
ne kadar artarsa sahibinin de o seviyede manevi yükselme ve visal makamları
artar. Bunlar tamam olunca, yakini iman ile şühudi gaybet olan matlublar
hasıl olur. İhlasın en azı, mürid, hidayetine muktedir olan mürşidinin
kapısından başka, onu Allah’a ulaştıran bütün kapıların kendisine kapalı
olduklarını bilmesidir.
Muhabbet ise, müridin nezdinde, mürşidi malından, çocuğundan,
kendi nefsinden daha sevimli olması demektir.
Teslim demek, kâmil olan mürşidi kendisine emr eylediği şeyi,
güzel veya çirkin, caiz ve haram olduğuna bakmaksızın yapmasından ibarettir.
Nakşibendi tarikatının yüce zatları, bu üç esasın tamamlanması için adab ve
adetler kurmuşlardır.
Birincisi: Cenabı Hakk’ın Kuran ı Kerimde:
"Doğru olanlarla beraber olun." Buyurduğu üzere, imkân dahlinde zahiren mürşidin sohbeti, yoksa manevi sohbettir. Ki o da
rabıtadır. Oysa ikinci kısımdır.
Birincisi, icmali ve hayalidir. Ki; Mürid, üstadı daima hatta
tuvalette cinsi münasebet, yemek vakitlerinde sanki üstadı yanında olduğunu
düşünecektir. Keza dostlarının arasında bulunduğu ve himmetinden yardım
taleb etmesi, için, talebelere ders verdiği vakitte, yatmadan önce ve
yattıktan sonra da böyle düşünmesidir.
Diğeri, tafsili ve suri rabıtadır. Ki mürid, namazdaki
teverrükle oturuşun tersine oturup iki gözünü kapatarak, sanki alnında bir
gözü olduğunu farz ederek üstadın suretinin yüzüne karşı olduğunu ve
tarafından bir ışık çıkıp kalbine doğru geldiğini mülahaza etmesidir.
Rabıta, zamanı, akşam namazı ile yatsı namazın vakitleri arasındadır.
Adabın ikincisi ise, şeriatla amel etmek, mutlaka bidatlardan
korunmak, mümkün olunduğu kadar ruhsatlarla amel etmemektir.
Üçüncüsü, kendi varlığını mürşidin varlığında mahv etmektir.
Yani mürid, nefis, onu kabiliyet sıfatıyla aldatmamak için, gayesi mürşidin
gölgesi ile gölgelenmek ve kemaliyet vasfını taleb etmemek üzere, nefsini,
ilim gibi ihtiyari veya güzellik gibi tabii kemaliyet vasıflarından hiç
birisiyle muttasıf olduğunu bilmemek demektir.
Dördüncüsü, peder, Gavs i azamdan (Kuddise sirruh) rivayet
ettiği üzere yapılacak zikirdir. Bu zikir vakitlerinin en efdali, şafak ile
güneş doğduğu vakit arasındadır. Bu şeyler, birçok adabın yapılması ve
riayet edilmesiyle hasıl olur. Birincisi, mürid, yalnız ayağına bakmasıdır.
Zira, Nakşibendi sadatın nezdinde, mutlak nazar şeriat ehlinin nezdinde
kadınlara bakmak gibidir. Hatta sadattan bazısı, nazar mutlaka haramdır.
Mutlaka tarikat nisbetine zarar vericidir, demişlerdir. Onlarca, en sahih
kavl de budur. Bazıları da böyle nazar hakkında şayet şehvet suretiyle olsa,
yani müridin aklı fikri bakılan şeye taalluk ederse, haramdır. Nisbet için
zararlıdır. Veya fitne kasdıyla yani fitne taleb etmek için olsa, yine
haramdır, demişlerdir.
İkincisi: Dünya muhabbetinden ve mülahazasından, yapılan
amellerin sevabına göz dikmekten korunmaktır. Çünkü dünyanın sevgisi,
Allah’ın sevgisine aykırıdır. Amellerin sevabına göz dikmek, amellere zarar
vericidir. Zira her ikiside nefsin payıdırlar.
Üçüncüsü: Farz namazlardan sora, zatı Bari’nin azametine
kibriyasına yakışmayıp ve gereği gibi kılınmadığı zannı ile kılınan namaz,
masiyet olup dolayısıyla Allah’tan af taleb etmek için, üç, on beş veya
yirmi kere istiğfar etmek lazımdır. Ama günah olduğu zan edilen mezkûr
ibadetin terk edilmesi de, lazım gelmez. Çünkü her vakit ibadet etmek
mükellefiyeti bakidir. Öyle ise, mükellef her zaman onu yapması lazımdır.
Kılmasına kalkıp da teklif olunduğu şekilde yapmazsa,
efendisi, kendisine daima hizmet etmekle emr edip, hakkıyla yapmaya gücü
olmayan köle, efendisine af için yalvarıp, efendisi de onu affettiği gibi,
mükellef de Allah’u Teâlâ ve tekaddeseden niyaz ve yalvarmak suretiyle
istiğfar etmesi lazımdır. Böylece, ikinci defa yapacağı amelin hakkıyla
yapılması ümidinde bulunmaktır. Bu durum farz ibadetlerinde olduğu gibi,
diğer yaptığı bütün salih amellerine karşı da durum böyledir. Bu husus
talebelere verilen dersten sonra, daha ziyade istiğfar edilmesi lazımdır.
Zira ilim, bilgi gerçekten müderrisin değil, Allah’ındır. Şayet, sende alim
bir kimse olduğuna dair bir zannın mevcut olmasını görsen, bu görüş birçok
manevi hastalıklara sebep olup, sana ve verdiğin derslere ve mütalaana
zararlıdır.
Dördüncüsü: Bildiğin bir meseleyi, bir alimden sormak değil,
belki bilmediğin şeyi sormandır.
Allahü Teâlâ, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve
sellem) bütün al ve ashabının (Rıdvanullahi teala aleyhim ecmain) üzerine
salat ü selam eylesin!