
Bütün hamdler, alemin Rabbine mahsustur. Kurtuluş, Allah’tan
korkanlar, pişmanlık, ondan gafil olanlar içindir.
Allah’ın ismiyle başlarım. Kâinatta hiçbir şey yok ki, onu
hamd ile tesbih etmesin. Sala tü selam, Allah’ın yarattıklarının en
hayırlısı olan Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün aline,
ashabına, ensarına, dünürlerine, komşu ve tabilerine olsun!
Bundan sonra, bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden,
Allah yolundaki kardeşi, muhterem Abdülkudüs efendiyedir. Allah (Celle ve
ala) onu sevdiği kimselerin zümresine dahil edip, Nakşibendilerin (Kuddise
sirruhüm) muhabbet şarabından bir şerbet, üzerine nazil eylesin!
Malumunuz olsun ki, mezkûr hizmetçi ve gelip emeller
kâbesinin merkadının ziyaretiyle – Allah bizi sakinin sırlarıyla kutlasın –
visal ve teşerrüfi vaki oldu. Bu ana kadar ne onun ne de kardeşlerin bir
üzüntüleri olmayıp, hepsi de selamettedirler. Size ve oğlunuza, oradaki
kardeş ve akrabalarınızın hepsine selam edip hepsinden dua diler.
Sonra, ey kardeş! İnsan ya aşağı çirkin olan dünyaya talibdir
ki, çirkinliği hiç kimsece gizli değil. Hatta izahına ihtiyaç olmayan
içindeki inkılaplar, değişiklikler, dolayısıyla neticesiz ve vefasızlığı
herkese zahir olur. Öyle ise, akıllı kimse, Allah’ın (Celle ve ala) gazabına
uğramaması için dünyaya önem vermeyip, büsbütün düşüncesine dalmaması
lazımdır. Hatta hadisi şerifte:
"Dünya sevgisi bütün günahların başıdır. "Diye rivayet
edilmiştir. Mevlâna El Şeyh Abdullah El Dehlevi de (Kuddise sirruh) bu
cümleye her günahın başı küfürdür." Diye birleştirmiş ve bu iki mukaddime
mantık ilminin kuralına göre dünyanın sevgisi, küfürdür. Yani büsbütün
Allah’ı unutup da gaye hep dünya olsa, insanı küfre doğru sürükler, demek
neticesini verir. Nitekim Mevla’mız üstadımız El Şeyh Fethullah, (Kuddise
sirruh) Allah, bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlayıp ona tabi eylesin.
Akıllı kimse, mümkün olduğu kadar, dünyadan yüzünü çevirmesi lazımdır, diye
buyurmuştur.
Veyahut insan, Allah’a (Celle ve ala) talibdir. Ki en doğru
ve kuvvetli yol budur. O talebde bulunmak insan için dünya ve ahirette
manevi bir yükseklik ve kıyamete kadar Allah (Celle ve ala) ile Peygamber’in
(Sallallahu aleyhi ve sellem) nezdinde makbuliyet vardır. Allah’a (Celle ve
ala) diden yollar, pek çoktur. Hatta, canlı mahlukatın alıp verdikleri
nefeslerin sayısı kadar olduğu denilmiştir. Nakşibendi olmayan, İmam-ı
Gazali ile Ahmed Bin Hacer gibi imamların açıkça dediklerine göre, en yakın
ve doğru yol, Nakşibendi tarikatına mensub olan büyük zatların seçtikleri
yoldur.
Bu tarikatın binası, sünneti seniyye ile, Allah’ın muhabbeti
üzere kurulmuştur. Nitekim Hazreti Behaeddin Şahı Nakşibend (Kuddise sirruh)
vakıa halinde, Hace Abdul Halik El Gucdüvani (Radıyallahü anh)
ruhaniyyetinden muhabbetle emr olunmuştur. Rivayet edilmiş ki, bir gün,
Behaeddin’e (Kuddise sirruh) seni ne gibi bir şeyle tanıyalım? Denildiğinde,
"sünnete tabi olmamla" diye buyurdu.
İşte Şah’ın (Kuddise sirruh) buyurduğu bu sözü, tarikatı,
sünneti seniyyeye mütabeat etmekten başka bir şey olmadığına dair ne kadar
kuvvetli bir delildir. Çünkü bilinip tanınmasına ancak mütabeate hasr
etmiştir. Öyle ise, tarikatını arzu eden kimse, mutlaka, Peygamber’in (Sallallahu
aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olması dinde bidat ve ruhsat olan şeylerden
zayıf olan kavillerden kendini muhafaza etmesi lazımdır.
Hace Muhammed Parisa, Risaletül Kudsiyye kitabında Şah-ı
Nakşibend’den (Kuddise sirruhüma) rivayetle, buyurduğu sözlerinin hülasası:
Evliyadan bazısı, insanların faydaları için, dindeki ruhsatlarla amel
ederler. Gerçi onların yaptıkları bu hareketlerin bir meyvesi, faydası
olduğu düşünülürse, fakat o meyve tahakkuk etmeyip nihayet o meyve ağacı
kurur.
Öyle ise, Şah’ın tarikatını arzu eden kimse, mezkûr ağaç
yeşillenip meyve vermesi için, parlak İslam şeriatından, hatta şeriattaki
azimetle amel etmekten ayrılmaması gerekir. Nakşibendilerin tarikatı,
tafsilen sayılamayacak kadar ise de icmalen üç şeyde hasr edilmiştir:
1) Gizlice zikri
Celal (Allah) kelimesi veya kalb ile kelime-i tevhidi (La ilahe
illallah) deyip zikr etmek.
2) Sohbet etmek, (Allah ve resulü
ile tarikatın büyük zatlarından halka bahs etmektir.)
3)Mecaz insanı hakikate ulaştırma köprüsü olduğu
düşüncesiyle, evvela rabıta etmek vacibdir.
Rabıta, mürid, kendi mürşidinin siması hayaline getirmekten
ibarettir. Fakat rabıtanın kısımları çoktur. Hülasa olarak ya ihlas üzere
yapılan rabıtadır. Ki mürid manevi afetlerden kurtuluşunu mürşidin
mutabaatında olduğunu, onda fani olması için kapısından başka onun için
bütün kapılar kapalı olduğu, hatta ne kapalı ne açık olarak onun için o
kapıdan başka, hiçbir kapı olmadığına dair düşüncesidir.
Veya muhabbet yolu ile yapılan rabıtadır ki, ta ki mürşidinde
fani olup ondan başka hiçbir kimseye karşı ne muhabbetini ne de buğzunu his
etmeyip mürşidini, nefsinden, malından, canından, çocuğundan daha sevimli
olmakla beraber, simasını hayaline getirmek demektir.
Veya teslim yolu iledir. Ki mürid, mürşidini hayaline
getirmekle onda fani oluncaya kadar; emrine itaaat edeceğini yani mürid
kendini ona karşı, yıkayıcı ellerindeki ölü gibi olduğunu hayal edip
düşünmesidir. Nitekim rabıtanın bu kısmını Üstadı Azam (Kuddise sirruh) bazı
tabilerine gönderdiği bazı mektublarında en tamam bir tafsil ile beyan
eylemiştir. Gavs-ı Azam – Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın – müridden ilk
sorulan şey, rabıtadır, diye buyurmuştur. Hace Übeydullah El Ahrar da (Kuddise
sirruh) Farsça şöyle buyurmuş: "Rehberin gölgesi (ona tabi olmak) zikri
hakten iyidir. "Bu kelamını İmam-ı Rabbani’nin oğlu Hace Masum (kuddise
sirruhüma) şöyle tefsir etmiştir. Yani Rabbin azameti ve nezaheti bakımından
kul ile Rabbin arasında hiçbir münasebet yok ki kul, Rabbinden (Celle ve
ala) istifade edebilsin. Öyle ise, kula, iki cihetli: beşerriyet ve
mukaddesiyyet cihetleriyle muttasıf olan bir vasıta lazımdır. Ki dolayısıyla
Allah’tan manevi bir istifade edebilsin, demektir. Daha sonra demiş ki,
rabıtadan maksad, zahiri işlerde de olsa, mürid ile mürşidinin arasında
münasebet hasıl olmak içindir. Çünkü her ne kadar münasebet artarsa, daha
çok ondan feyz almış olur. Sebebi, gerçekten rabıta zikri Hak’tan efdal
olduğu için değil, belki hadis olan kul ile kadim olan Rabbin arasında
münasebet olmadığı cihettendir. Nitekim:
"Toprak, maliklerin maliki (Allah) ile ne münasebeti vardır.
"Denilmiştir. Mevlâna Cami (Kuddise sirruh) Farsça bir beytinde demiş ki:
"Yazı tahtasında, ilkin elif, be, te harflerini okumadıkça
nasıl Kuran dersini okursun?" yani ilkin alfabe harflerini okumazsan, Kuran
dersini okumaya kudretin yoktur. Ahmed El Cezeri’nin "Talib kü hate fursat
mühlet linik harama. Minumri nuhi nini saki ver bilez hoş." (Allah’a talib
olan kimse fırsat bulunca, çalışmayıp mühlet vermesi kendisine haramdır.
Benim için Nuh Peygamber (aleyhisselam) gibi uzun ömür yoktur. Öyle ise âşık
olmam için, Ey aşk şarabının dağıtıcı! Bana doğru acele gel! dediği gibi,
çalışmaya mühlet verilmemelidir. İşte bunları unutma. Bundaki nasihat
kafidir. Şayet oradaki arkadaşlarınızın tarikata iştiyakları olduğunu
bilirsen, bu mektubu onlara göster, okut! Ve benden onlara selam söyle!
Darülhadisteki muhaddis Şeyh Bedruddin’den bizim için duasını taleb edip
bizden ona selam söyle! Allah, halkın hayırlısı olanın, karanlığın
yıldızları ve Peygamberin sünnetinin kaynakları olan alinin ve ashabının
üzerine salat eylesin!