Mısri Divan 12

Arabca Şiir :
Visâlül abdi lillâhi bilâ beynin velâ eynin
Kezâlikel abdu billâhi bilâ beynin velâ eynin

Şerhi
Abdin Allâh'a vuslatı, yani kulun Allâh'ına yaklaşması mesâfesiz ve mekânsızdır. Kezâ Allâh'ın da kuluna yaklaşması öyledir, yani mesâfesizdir.

Cemâlün kad bedâ hakkan biküllil vechi ıtlâkan
Tecellâ bienne tahkîken bilâ beynen velâ eynen
Allâh'ın cemâli her yüzde zâhir oldu (göründü). Mutlak olarak tecellîsi gerçekten mesâfesiz ve mekânsızdır.

Feinnel halka lem yunkal minel imkânı lâ lagfel
Erâ Hakkan vücûdel külli bilâ bennen velâ eynen
Halk imkândan intikâl etmez,gâfil olma. İmkân şudur ki,vücûd ile yokluğu eşit ola, yani varlıkla yokluğu aynı olmalıdır.Herbir şeyin vücûdunu mesâfesiz ve imkânsız olarak Hakkın vücûdu görür.

Yerâ fî külli mir’âtün biiskâtil izafâti
Vücûdul vahdetizzâti bilâ beynen velâ eynen
Kuyudâtın iskâtiyle (kayıdların yok edilmesiyle ) her bir mir’atta tek bir vücûd görünür.Özetle Zâtı aliyyenin (Yüce Allâhın) vücûdunu mekânsız ve mesâfesiz olarak her bir aynada tek olarak görür.

Bebâbil Mürşidîyne elzem lihâzel meşhedil a’zam
Terâ mâlâ yerel a’lemü bilâ beynen velâ eynen
Bu meşhed-i â’zam (bu büyük toplantı,bu görüş için) için Mürşidin kapısına sık sık devam ve eteğine yapışmakla olur,sen de öyle yap.O zaman âlemin görmediğini aracısız olarak görürsün Çünkü Bu Tevhîd ilmi zevkîdir.
İlmi değildir,yani öyle kitapları okumakla hasıl olmaz.Kitap okumakla elde edilen bilgilerden kitapsız haber verilmez.Bu tevhîd ilmi ise zevkîdir,yani hâl ehli olmakla elde olunur.

Sekânî şerbeten subhan feahyânî bihi ilmen
Fesârel ilmü aynen bilâ beynen velâ eynen
Mürşid sabah vakti bana bir şerbet içirdi,yani bana bir tevhîd makâmı gösterdi ve beni ilmiyle ihyâ etti,yani yeniden diriltti,sonra mekânsız ve mesâfesiz olan bilgim ayn oldu,(Yani onu kendimde buldum).

En son beyitte Mısrî efendiye her halde vech-i İlâhî bizzat tecellî etti.İşte o zaman Bilâ beynen velâ eynen, yani arada hiçbir engel olmadan vücûdların yok olmasıyla onu kendisinde buldu.Tecelli-i bizâtihî (Zâtı tecellî) ve Tecelli-i bi-sıfâtihî (Sıfatıyla tecellî) ve ihâta-i bi-esmâihî (İsimleriyle kaplama) ve zahara bi-efâlihî (Fiilleriyle görünme) oldu. Yani zâtıyla tecelli etti,sıfâtıyla ziynetlendi,isimleriyle bütün âlemleri kapladı,fiilleriyle göründü.
Tecellâ vechuhu bizzâtî alel Mısrıyyı filhalâtı
Biifnâil vücûdiyyâtı bilâ beynen velâ eynen
-------------------
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Tende cânım canda cânânımdır Allâh hû diyen,
Dilde sırrım sırda sübhânımdır Allâh hû diyen.
Dest-i kudretle yazılmış yüzüne âyât-ı Hak,
Gönlümün tahtında sultânımdır Allâh hû diyen.
Cümle â’zâdan gelir zikr-i “Enel Hak” nâresi,
Cism içinde zâr-u efgânımdır Allâh hû diyen.
Giceler tâ subh olunca inledir bu dert beni,
Derdimin içinde dermânımdır Allâh hû diyen.
 

“Cümle â’zâlardan gelür zikr-i “Enel Hak” nâ’rası” demek, yani bütün organlardan “Ben Hak-kım” nârası bir zikir halinde yüksek sesle benden çıkmaktadır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Lâ yezâl-il abd-i yetekkareb-ü ilâ binnevâfil-i hatta ehabbehu feizâ ahbebtuhu künte semi’a-hüllezî yesmeu bihî ve basara-hüllezi yubsir-u bihî ve lisâni-hillezî yantik-u bihî ve yede-hüllezî yabtiş-u bihî ve recüle-hillezî yemşî bihî febi yesmau ve yabsiru ve bî yef’al-ü”, Kulum bana nafilelerle (nâfile ibâdetlerle) yaklaşmak isteyince, beni sever, ben de onu severim, kulağındaki duyması, gözündeki görmesi, lisânındaki söylemesi, elindeki tutması, ayağındaki yürümesi ve işledikleri, yani bütün kuvvet ve organlarından çıkan her şey benimle olur.” Böylece o kulun bütün a’zâ ve cevâhiri Hak olur, onun tüm organlarından, “Ben Hak-kım” nârası gelir.

Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbindedir,
Katremin içinde ummânımdır Allâh hû diyen.
Cenâb-ı Hak başka bir kudsî hadiste buyurmuştur: “Mâ veseanî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalb-i abd-il mü’min”, Yani ; “Dünyâya ve göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun gönlüne sığdım”. Çünkü arz ve semâda, yani dünyâ ve göklerde cemiyyet yoktur. Bunların herbiri Allâhın birer isminin mazharıdır, insan ise Allâhın bütün isimlerini câmidir, yani için almıştır.

“Kisve-i tenden muarrâ seyreder bu gökleri,
Çark uran abdâl-ı uryânımdır Allâh hû diyen”.
Musullu “Ebul Feth” hazretleri bir anda bin yerde zâhir olurdu. Bir defasında Musul kadısı onu mezbelelik bir yerde çırıl şıplak soyunmuş olarak otururken gördü ve içinden “ Böyle bir zındıka da halk kalkıp “Sıddık” diyor” diye geçirdi. Ebul-Feth Kadıya seslenerek: “Kadı, biz her yüzden görünürüz, senin bana zındık demen benim Sıddıkiyyeme engel olmaz”.

Her kişiye kenduden akreb olan dost zâtıdır,
Ey Niyâzî dilde mihmânımdır Allâh hû diyen
__________
Vezin: Mafâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Gel ey gurbet diyârında esir olup kalan insan,
Gel ey dünyâ harâbında yatıp gâfil olan insan.
Gözün aç perdeyi kaldır duracak yermi gör dünyâ,
Kati mecnun dürür buna gönül verip duran insan.
Kafeste tutiye sükker verirler hiç karar etmez,
Aceb niçün karar eder bu zındâna giren insan.
Ne müşkül hâl olur gaflette yatup hiç uyanmayıp,
Ölüm vaktinde Azrâil gelince uyanan insan.
Kararmış kalbin ey gâfil nasihat neylesin sana,
Hacerden katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insan.
Bu derdin çâresin bul sen elinde var iken fırsat,
Ne ıssı sonra âh-ü zâr edüp hayfâ diyen insan.
Niyâzî bu öğüdü sen ver evvel kendi nefsine,
Değil gayriye andan kim tuta her işiten insân.
Zâhir üzre takrir edilmiştir. (Hacı Maksut efendi).
__________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Şeha yüz döndüren senden kimse tutsa gerek yüzün,
Gözün yuman cemâlinden kime açsa gerek yüzün.
Seni terk eyleyen insan bulur mu cismine ol can,
Yüzünde âyeti Rahmân görür her kim siler tozun.
Saçınla kirpiğin kâşın heme evsâfı nakkâşın,
Şüphem yoktur ayakdâşın kim ileru süre izin.
Buyurdu Hak ki Kur’ânda ideler Âdem’e secde,
Div-ü şeytân o kim bunda kabul etmez Hak-kın sözün.
Kaşın mihrâbını şimdi Niyâzî kible edindi,
Kati çalıştı süründü yöneldince sana özün.
Zâhir üzre takrir edildi. (Hacı Maksut efendi).
____________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Gönülden zikre eyle iştiğâli
Zikirden gayrı iştiğâli nidersin.
İbâdet acısın bu nefse tattır,
Amelden olmağıl hâli nidersin.
Amel oldur ki anda ola ihlâs,
Hulûs olmayan â’mâli nidersin.
Yöneldi gör Hak-ka akl-ü hayâli,
Bu halden gayri ahvâli nidersin.
İç ol zehri ki bal olsun sonunda,
Sonunda zehr olan balı nidersin.
Derüp dünyâyı cem etme önünde,
Seninle kalmayan malı nidersin.
Ko mekri aldatıp gezme bu halkı,
Bu mekr-ü fitne vü âli nidersin.
Gönül ikbâli halka olma mağrur,
Gönülsüz olan ikbâli nidersin.
Riyâ ile bu halkı gel azıtma,
Ko tâc-ü hırka vü şâlı nidersin.
Kuru laf ile maksûd ele girmez,
Yürü hâl ehli ol kâli nidersin.
Fenâ ender fenâya erdin ise,
Ferâgat ehli ol hâli nidersin.
Ko halkı nefsin islâh eyle evvel,
Salâh ehli ol ıdlâli nidersin.
Niyâzî isteyen Hak-kı bulurmuş,
Gel imdi iste ihmâli nidersin.
Zâhir üzre takrir olundu. ( Hacı Maksut efendi ).
___________
Vezin:Fâilâtün fâilâtün feûlün
Ey Kerîm Allah, ey ganî sultân,
Derdliyüz senden umarız dermân,
Lûtfuna had yok ihsâna pâyân,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Gerçi kullarda ma’siyet çoktur,
Rahmetin Mevlam dâhi artıktur,
Gayriden bize hiç medet yoktur,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Gel demez isen biz günahkâre,
Bir adım kâdir mi ki yol vara,
Çâre yok olmasa senden çâre,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Şu dem ki senden bir hedâ geldi,
Feyzi akdesten âşinâ geldi,
Bir cefâsına bin safâ geldi,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Bu Niyâzî çün zikrine düştü,
Dün-ü gün gönlü fikrine düştü,
Zâtına iren şükrüne düştü,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Zâhiri üzre takrir olundu.(Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün feûlün
Gel ey bâd-ı sabâ lûtfeyle bir dem,
Haber bize cânân illerinden,
Beşâretle bize kıl Şâd-ü hurrem,
Haber ver bize cânân illerinden,
Aradım nice yıl kevn-ü mekânı.
Bulunmadı anın nâm-u nişânı,
Aceb nice bulur isteyen anı,
Haber ver bize cânân illerinden.
Seherde açılan güllerde midir,
Yâhut efgân eden dillerde midir,
Akan suda esen yellerde midir,
Haber ver bize cânân illerinden.
Ol ilden azmedinde bu cihâne,
Tamuya uğrasan döner cihâne,
Teselli ver kulûb-ı âşıkâne,
Haber ver bize cânân illerinden.
Harîm-i kuds-i lahûta varırsın,
Saray-i hâs-ı cânânı görürsün,
Yine azmeyleyip bunda gelirsin,
Haber ver bize cânân illerinden.
Nesîm-i feyz-i akdes bahr-i cûdun,
Havâdisten mukaddestir vücûdun,
Cemâl-i zât-ı a’lâdır , şuhûdun,
Haber ver bize cânân illerinden.
Eğer bir cân ise hüsnün bahâsı,
Nice bin cân anın olsun fedâsı,
Niyâzi’nin kadîmi aşınâsı,
Haber ver bize cânân illerinden.
Zâhir üzre takrir olundu.(Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Müstef’ilün faûlün müstef’ilün faûlün
Nâdanı terk etmeden yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmeden insânı arzularsın.
“Men aref-e nefse-hû fakad aref-e Rabbe-hû”
Nefsini sen bilmeden Subhânı arzularsın.
Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadan,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yüzün Hak-ka dönmeden ihsânı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.
Çüzün yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Şerâbı sen içmeden sarhoş-u mest olmadan,
Nice Hak-kın emrine fermânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan,
Kebab olup pişmeden büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Bostanı bağı gezdim hıyârını bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile,
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Müstef’ilün feûlün Müstef’ilün feûlün
Cânını sen terk etmeden cânânı arzularsın,
Zünnârını kesmeden imânı arzularsın.
Şol uşacıklar gibi binersin ağaç ata,
Çevkânı ile topun yok meydânı arzularsın.
Karıncalar gibi sen ufak ufak yürürsün,
Meleklerden ileru seyrânı arzularsın.
Var sen Niyâzi yürü atma okun ileri,
Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın.

İkinci beyitte geçen zünnâr Hristiyanların alâmeti olup (bilhassa Katolik Papazlarının) bellerine bağladıkları yapağıdan yapılmış (kordon halinde örülmüş) bir iptir. Buna benzer bir ip de Bektâşilerde de vardır. Önce bir kimse Bektâşî olduğu vakit beline yapağıdan yapılmış bir ip bağlarlar. Çünkü onlar önce İsevî olur , sonra Musevî olur, daha sonra güyâ Muhammedî olurlar. Öylesine Muhammedî olur ki, Hazreti Alî (R.A.) ye Allâh der, bu da fenâdır. İşte Hristiyanlık alâmeti olan zünnâr belinde İslâm olur mu, olmaz. Burada zünnârdan murad edilen şirktir. “Zünnârını kesmeden imânı arzularsın”, yani “sen henüz şirki terk etmeden imânı arzu edersin” demektir.
------------------
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Yine firkât nârına yandı cihân,
Hasretâ gitti mübârek ramazân,
Nûr ile bulmuştu âlem yeni cân,
Firkâtâ gitti mübârek ramazân.
İndi Kur’ân ey nûru güzel,
Leyle-i Kadrinde ey kadri güzel,
Gitti ey tehlil-ü tekbiri güzel,
Elvedâ gitti mübârek ramazân.
Gâhı tesbîh-ü senâ vü zikr ile,
Gâhı tahmîd-ü düâ vü şükr ile,
Can bulurdu mürde diller nûr ile,
Hasretâ gitti mübarek ramazân.
Bu ay içre bağlanur dedi Resûl
Cin-ü şeytân etmeye asla füzûl,
Hep duâlar bunda olurdu kabûl,
Firkâtâ gitti mübârek ramazân.
Cem olup Hak-ka münâcât edelim,
Nûr-i Kur’Ân ile doğru gidelim,
Bilmedik kadrin Niyâzî nidelim,
Dirigâ gitti mübârek ramazân.

“Kur’ân-ı Kerîm” mübârek Ramazanın “kadir gecesi” nde nâzil olduğu “Şehr-ü ramazân ellezî ünzile fihil kurân” ayetiyle ve “İnnâ enzelnâhü fî leyletil kadri...” suresiyle sabit olmuştur. Âyeti celîlede “ Biz Kur’ânı ramazân ayında indirdik” kezâ sure-i şerîfedde “Biz onu kadir gecesinde sana indirdik.” Beyanlarından bir se oru ortaya çıkıyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm efendimize Cibrîl-i Emîn vasıtası ile âyet âyet yirmi üç yılda indirilmiştir. Yukarıdaki surede ise bir gecede indirildiği beyân olunmaktadır.Evet öyledir, velâkin kur’ân ramazânın kadir gecesi Resûlullah’ın vücûd-u nûrânîsine hepsi birden indirildi. Sonra hayatları süresince zuhura gelen her vakanın halli için, yani lüzum görüldükçe Cibrîl vasıtası ile vücûd-u unsurisine (Hayatlarında bulundukları süresince gördüğümüz mübârek vücûdları) âyet âyet indirildi. Hatta bir defa Hazreti Resûl Cibrîl (A.S.) ma buyurdu :
“Yâ Cibrîl Kur’ânı nereden alırsın?”.” Perde arkasından “ ,dedi. Hazreti Resûl: “Kimden alırsın bak.” Cibril (A.S.) perde arkasından bakınca gördü ki, Kur’ân-ı Kerîm i Resûlullahın nûr olan vücûdundan, sûret olan vücûduna getirmektedir. Hazret-i Resûlün vücûd-u nûrânisi vücûd-u unsûrîsi gibidir, fakat nûrdandır. (Evvelâ mâ halak-allâh-ı nûrî). “Allah önce benim nûrumu yarattı.”
 

“Bu ay içre bağlanır dedi Resûl,
Cin-ü şeytân etmeye asla füzûl”.
 

Ramazan ayında cin ve şeytanın kaâfirleri,mü’min olan kimselere musallat (üzerlerine düşerek rahat yüzü göstermeyen) olmamaları için sıkıca bağlanırlar. Fakat fâsıklar (günahkâr, şerirler, kâfirler) için bağlanmazlar

_____________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Elâ ey Mürşid-i âlem haber ver ilm-i Mevlâ’dan,
Elâ ey Mânâ-i Âdem haber ver remz-i esmâdan.
Ne sırdır Âdem vü Havvâ, ne sırdır “Allem-el esmâ”
Ne sırdır Sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan.

Âlemin Mürşidi Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dir. İlm-i Mevlâ ise İlm-i zat demektir. Kudret,kâdirin ayni olduğu gibi,zâtın ilmi de âlemin aynidir.Fekat ilim ma’lumun (bilgi bilinenin), ve kudret makdurun (kudret de Tanrı tarafından takdir edilmiş şeyin) ayni değildir.Hak-kın diğer sıfatlarıda kezâ bunun gibidir.Manâ-i Âdem yine Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dir .
“Ne sırdır Âdem vü Havvâ, ne sırdır” Allem-el esmâ”
Zatın biri rü’yasında kendisini Hazreti İbrahim ile Hazreti Adem’in kabirleri arasında görür. Ya Âdem’in ya da İbrahim’in kabrinden bir nidâ gelir: “Allâhın güzel isimlerini oku “. Bu zat da başlar Allâhın bilinen doksandokuz güzel ismini okumaya ve tamamlayınca, yine aynı ses: “Allâhın güzel isimlerini oku”. Zat düşünmeğe başlar ve “İşte okudum”der. Bu defa aynı ses: “Hayır tamamını okumadın, hani Hüvettâcir-ü vez-zâiru, vel-hârisu (o ticaret yapıcı, çi,çiftçilik yapıcı, sanat icrâ edici). Bunları duyan zât korkmaya ve vücûdu titremeye başlar, derhal kalkıp camiye gelir. Mısır ‘da “Abdülganî Nablusî” hazretlerini bulur ve ona rü’yasını anlatır. Rü’yâ dinleyen Abdülganî hazretleri: “Senin tevhid görme zamanın gelmiş olduğu anlaşılıyor.” Diyerek ona tevhid telkin eder.
İşte hazreti Âdem, gerek “Esmâ-i Hakkîyye” olan alîm, semiî, basîr, kâdir, kayyûm gibi isimler olsun, gerekse “Esmâ-i halkîyye” yi meselâ, tâcir (ticaret eden), zâri (ziraat ve çiftçilikle meşgul), hâris (sanat işiyle meşgul) gibi isimleri câmidir. Amma Hakk ticaret yapar mı? Hak çiftçilik yapar mı? Diye sorular akla gelebilir. Ya Hak-kın kudreti olmasa bir şey olur mu, olmaz. Bütün her şey ancak Hak-kın vücûdu ve Hak-kın kudretiyle olur.
“Ne sırdır âlem esmâ” beytinde “Sırr-ı allemel esmâ” ya işaret olunmaktadır. Hazreti Âdem’e bütün isimler öğretildi, isimler anın mazharından zâhir oldu. Yani ruh nefh olunca bütün isimler andan zâhir oldu.
“Ne sırdır sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan,”
Sidre bir ağcın ismidir.(Tûbâ cennette bir ağaç).
Arş, İsrâfil (A.S.) ın makâmı Muhît (kaplayıcı) isminin mazharıdır. Kursî Mikâil (A.S.) ın makâmı, Şekûr (Şükredici) isminin mazharıdır. Feleki atlas Azrâil (A.S.) ın makâmı ve Gani (zengin, çok, bol) isminin mazhârıdır.Feleki mükevkep ise işte yukarda adı geçen sidredir, bu Cebrâil (A.S.) ın makâmı ve kâdir (kudret sahibi) isminin mazhârıdır. Bu dört melek ruhâniyetleriyle dünyâ ve âhirette olan bütün mevcûdat durur.
Nedir dillerdeki ilmin, nedir ya remz-i Zülkarneyn,
Ne yerdir Mecma-ul bahreyn haber Hızr-u Mûsâdan.
“Zülkarneyn” hazretleri Nebî değil, Velî idi ve meşrikten mağribe kadar ( güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar) hükmü geçen bir Melik (hükümdar) idi. Hazreti İbrahim, İsmail, İshak zamanlarında yaşadı. Önce güneşin battığı yere, sonra doğduğu yere gidip, oranın halkıyla görüştü. Bu Kur’an-ı Kerim’de âyette geçenlerin kısaca beyânıdır. Bâtın manasına gelince: Güneşin hakikatinden murad ise;güneş Allahın vücûdu; mağribden(güneşin battığı yön) murad “Hazret-il cem” makamı ki , şeriat makamıdır. Çünkü Hazret-il cemde zâhir olur, Hak batın olur, yani Hak-kın vücûdu orada gurup eder(bâtın olur). Meşrikten (güneşin doğduğu yön)murad ise “cem” makâmıdır. Cem makâmında Hak zâhir olur, halk bâtın olur.Şems vücûd-ü Hak cem makâmında zâhir olur.
İşte Zülkarneyn ilmi budur. Makâm-ı cem ve makâm-ı hazret-il cem ikisi “Mecma-il bahreyn” olan zâhirde Reşid iskelesi (Hazreti Hızır (A.S.) ile Hazreti Musa (A.S) mın buluştukları yer)dir. Hakikatte ise “ Nûr-i Muhanmmed (S.A.V.)” dir. Çünkü “Mecma-il Bahreyn” “Bahr-i imkân” ile “Bahr-i vücûb”un toplandığı mahaldir. Bahr-i İmkân görünen bu mevcûdât, arş, kürsî, felek-i atlas, felek-i mükevkeb, dünya ve ahiretin hepsidir, bahr-i vücûb ise zât, sıfât ve ef’aldir. Bunların toplamı “Nur-i Muhammed”dir. Çünkü her şey Nûr-i Muhammedin şerhi ve tafsîlidir. Nur-i Muhammed bütün âlemlerin toplamıdır.

Ne yerdir merkez-i ednâ nedir tâ halka-i vustâ,
Bilinmez zerre-i kübrâ haber ver sen bu sugrâdan.
Yüksek merkez “Nûr-i Muhammed Mustafa” ve alt merkez de“İnsan-ı Kâmil” dir ve bu âlemi tutar. İnsanı Kamilin sonuncusu Çinden zuhur eder. O bir ananın iki çocuğundan, yani bir kız ile erkek evladından erkek olanıdır. Önce kız sonra erkek doğar ve işte bu son doğan İnsan-ı Kâmil olur. Onun bu doğumundan sonra artık başka doğum olmaz, kadınlar çocuk doğurmaz olur. Bu son doğan çocuk “Mahmud” isminde bir İnsan-ı kâmil olup, yetmiş yaşında ölür. Vefâtından sonra güzel bir rüzgâr eser ve bütün imân ehli olanlar da âhirete göçerler. O zaman gökler yeryüzüne yıkılır ve yeryüzü cehenneme döner. Hayatta yalnız şakî olanların başına kıyamet kopar ve onlar dünyada bir süre kalarak azap çekerler.
Her zaman İnsan-ı Kâmil vardır. İşte sonuncu olanı bu yukarıda açıklanan Mahmud isminde olanıdır. Beyitte geçen “Halka-i vustâ” dan murad “Ümmet-i Muhammed” dir. Haklarında “Ümmeten vustâ” vârid olmuştur. Onlar ifrat ve tefrit (aşırılık ve itidal) arasındadırlar, zirâ “Din-i Muhammedî” de zorluk diye bir şey yoktur.
 

Kimindir feyz-ü hem ihyâ ne sırdır hem dem-i İsâ,
Nedir Meryem deki deryâ haber ver dürr-i yektâdan.
“Dürre-i kübrâ Hazreti Resûlün nûr olan mübarek vücûdudur.”Dürre-i suğrâ” da Hazreti Muhammedin vücûd-ü unsurîsidir.(bu âlemde iken sûret olarak görülen).
Hazreti İsâ,bir erkek ile iki kadın diriltmiştir.Dirilttiği erkek hazreti Nûh’un oğlu Hâm (A.S) dır.
Beyitte geçen “Ne sırdır hem dem-i İsâ”dan murad edilen hazreti İsânın nefesinin sırrı,onun cem makamında olmasıdır. Çünkü cem makamında hâlk bâtın,Hak zâhir olduğundan kendisinden sâdir olan mucizeleri ölüleri diriltmek oldu.Hatta o balçıktan yarasa kuşları yapar,nefes edince hayat bulurlardı.Cem makâmı sâhibi herşeye kâdir olur. “Dürr-i yektâ” dan murad ise hazreti İsâdır.
 

Nedir Kur’ânın esrârı, nedir esrârın envârı
Nedir Mehdî’nin etvârı haber ver sırr-ı esrâdan.
Hak-kın sırları indirilen sevâvî kitaplarda, bunların sırları “Kur’ân “ da, Kur’ânınki “Fâtiha” da, Fâtihanınki “Besmele” dedir. Andan Besmelenin sırları “be’ harfinde, “be’ nin sırları noktadadır ki, “Zât-ı İlâhiyye” dir. Harfleri birbirinden ayırt eden noktadır.
İkinci beyitte geçen “Mehdînin etvârı” (Yaptığı iş ve hareketleri) evvelce açıklaması geçti idi. Mehdî İmâm-ı Hasan-ı Askerî’nin oğludur, kıyâmete yakın Medine-i Münevvereden zâhir olur. Zuhûrunun üç alâmeti vardır: Birincisi Fırat nehri taşarak Basra şehrini harap eder. İkincisi tevhîd ehli çoğalır ve bunlar onun zuhûrunda askerleri olurlar. Üçüncüsü ay, ondört ve onbeşinci geceleri devamlı olarak tutulur.
Kendisinin alâmetleri: orta boyludur, dişleri seyrektir sağ yanağının üst kısmında büyük bir siyah beni vardır.
“Sırr-ı esrâ” dan murad ise, “Sübhân-ellezî esrâ”....” âyetinin hikmeti gereğince Resûlüllâh (S.A.V.) efendimiz Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’yı teşrif etti, Enbiyâya cesedleriyle oldukları halde imam olup iki rik’at namaz kıldılar, sonra birlikte oturdular. Cebrâil (A.S.) bu sırada bir âyet getirdi ki anlamı: “Sor, benden başka Mâbud varmı?”. Sonra Hazreti Resûl Enbi’yâya: --- “İnnî ganiyyün an-is-süâl”, “Ben Haktan başka Mâbud olmadığını bilirim, ben bu sorudan müstağniyim” dedi.

Nedir Mısrî, nedir ken’ân Selîm kimdir ye kimdir ân,
Haber verdi bunu Kur’an haber ver seb’i kurrâdan.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey bu cümle kâinâtın aslını bir cân eden
Âdemi kudretle ol sana sevüp cânân eden.
 

Kâinâtın aslı Nur-i Muhammeddir. Bu kâinat anın tafsîlidir.Âdem cesetlerin babasıdır. Âdem yaratıldığı zaman “ cennet-ül berzâh” a konuldu. Cennet-ül berzâh denilmesi onun dünya ile ahiret arasında olduğundan dolayıdır.Hadis-i Peygamberî ile sabittir. Bir kimse öldüğü zaman saîd ise, yani imân ehli ise kabrinden cennet-ül berzahâha bir pencere açılır, kıyamete kadar bu cennetle ni’metlenir, şayet şakî, yani şirk ehlibir kimse ise kabrinden cehennem-ül berzâha bir pencere açılır ve kıyâmete kadar cehennemle azap görse gerektir. İşte Âdem berzâh cennetine gidip biraz uyukladı, sol kaburgasından Havvâ yaratıldı. Âdem uyandığı zaman yanıbaşında güzel bir sûrete mâlik bir kadının oturmakta olduğunu gördü. Ona el uzatmak istediğinde melekler onun bu hareketine mihirsiz olamıyacağından menetti. Sonra melekler Hazreti Muhammede bin salavat getirerek mihr-i muacelile Havvâ’yı Âdem’e nikah ettiler. Âdem o zaman Hazreti Resûle aşık oldu ve onun nurunun kendisine görünmesinin istedi. Cenab-ı Hak Hazreti Risaletin nurunu Âdem’in alnına koydu.
Cennet-ül Berzâh’ın bir diğer ismi de “Cennet-ül Velâyet” dir. (Yani velîlik mertebesine ulaşanların cennetidir). Ehlullahtan herbiri daha dünyada iken zaman zaman oraya gidip ni’metlenirler.
 

“Allem-el esmâ ile hem tâc-ı kerremnâ ile,
Arş-ı âlâda melekler cem’ine, Sultân eden.”
“Allem-el esmâ” isimler Hazreti Âdem’e öğretildi demek değildir. Bütün isimler Âdem’in vücûdunda zahir oldu demektir, yani Hak-kın bütün isimlerine Âdem mazhar oldu ve Cennetten kendisine hülle(bir çeşit elbise lup cennette giydirelecek) ve tac getirilip giydirilerek tekrîm olundu. Bu hususubildiren âyet-i celîlede: “Ve lekad kerremnâ benî âdem-e ve hamelnâhüm fil-berr-i vel-bahr-i ....” “Biz Benî Âdemi mükerrem kıldık ve onu karada ve denizde yüklendik....” buyurulmuştur.
 

Vechi Âdemle cihân fânûsunu tenvir edip,
Künhü zâtına o vechi hüccet-ü burhân eden.
Cihân fânûsu Âdem’in vechiyle nurlandı, yani âlemin ruhu insandır, insan olmasa âlem olmazdı ve insansız âlem pâyidâr olmaz. Bu âlemin öncesi bir Âdem’dir, bu Âdem değil bir Âdem, sonu hâtemdir, yani “Hâtem-ül Velâyet” dir.
Velâyet üç kısımdır: Biri “Velâyet-i âmme “ dir. Velâyeti âmme ile Evliyâ olanların reislerine “ Kutup veya Gavs” denilir.
Biri de “Velâyet-i Muhammediyye” dir. Tevhîdi bu âlemde iken veyahut âhiret âleminde bizzat Hazreti Resûlulahtan alırlar. İşte cihânın ma’muriyyeti(gelişip şerefli insanların dolup taşması) ancak bunlarla olur. Velhâsıl her yüzyılda bir Gavs, bir de Velâyet-i Muhammediyye sahibi bulunur, birden ziyâde olmaz.
Biri de, yani üçüncüsü “ Velâyet-i Mutlaka” dır. İşte Hazreti Resûl “Utlub-ül ilme velev bıs-sîn”. Zâhir manâsı: “İlim Çinde bile olsa isteyip öğreniniz.” Bâtın manâsı ise : “Tevhîd ilmini öğrenmeyi, velev ki Çinde olsun” buyurmuştur. Zirâ Tevhîd ilmini öğrenmeyi istemek insana farz ve vâciptir. Velev ki kâmil olan insan (yani ona yetkili olan kimse ) uzak olan Çinde bile olsun, git öğren.
Yukarıda da açıklandığı üzre Velâyet-i Muhammediyye sahibinin (İnsan-ı Kâmil) sonuncusu Çinde zuhûr edecektir, adı Mahmûddur. Velâyet-i âmmenin sonuncusu da kıyâmete yakın nüzûl edecek olan Hazreti Îsâ olur. Sonra evladı da olursa da tevhidi Hazreti Îsâ’nın eserlerinden alırlar.
 

Evveli Âdem, sonun hâtem kılup bu âlemin,
Hâtemi Mahmûd Âdemi zübde-i insan eden.
Nokta-i perkâr âlem Ahmed’in Zâtın kılup,
Sırrını kutb-ı hakîkat mazhar-ı Rahmân eden.
Enbiya vü Evliyâ hep mazhar-ıenvâr-ı Hak,
Mustafa’da her şuûnun cem edüp bir ân eden.
Enbiyâ ve Evliyânın hepsi Hak mazharıdır yani ef’al, sıfat ve zat mazharlarıdır.Hazreti Resûl de her şuûnu kendisinde topladı. “Küllü yevmin hüve fi şe’n” âyeti hükmünce Cenâb-ı Hak her anda bir şe’ndir. Her şe’n ise “Nur-i Muhammed” dedir, çünkü Nur-i Muhammed her şuûnu câmîdir. Bu âlem anın şerhi ve tafsîli değil midir, tafsîlidir. Her şe’n ve her tecelli Nur-i Muhammed (S.A.V.) den gelir.
 

İsmi resmi mahv iken bu âciz-ü bî-çârenin,
Nâmını Mısrî verüp dillerde âd-u sân eden.

____________
Vezin: Mef’ûlü mefailü mefâilü feûlün
Aldın mı gönül hüsn ile yektâ haberin sen,
Duydun mu hem ol Yûsuf-ı Zibâ haberin sen,
Ya’kub veş ol, dîdelerin görmez olunca,
Ağladı mı ta sorsan o bina haberin sen.
Yûsuf yoluna ağlayan ancak dime Ya’kub,
İşittin anın oldu Züleyhâ haberin sen.
Kays’ı nice yıl ağlatıp inletmedi mi aşk,
Alsan nola bir doğruca Leylâ haberin sen.
Dağlar dahi dayanmaz anın yüzüne karşı,
Âlemlere sor Tûr ile Mûsâ haberin sen.
Her kande anın zerre-i hüsnün görene sor,

Ola duyasın hasret ile tâ haberin sen.
Sular gibi yüzün yere sür kalma yolundan,
Alçakta alursun yürü deryâ haberin sen.
Âlemde nice yüzbin olur aşka giriftâr.
Gelme sorma o mecnunlara dânâ haberin sen.
Bülbüllere sorma yürü var hâlet-i aşkı,
Pervâneden al gizlice tenhâ haberin sen.
 

Yûsuf (A.S.) cemâl-i İlâhiyyeye (İlahi güzelliğe) işârettir, çünkü anın gibi güzel hiçbir zaman cihâne gelmemiştir. Yâkûp (A.S.) oğlu Yûsuf’u güzelliğinden dolayı o kadar çok severdi ki, yanından hiç ayırmazdı. Sonra kardeşileri onu çekemedi. Hikâyenin bundan sonrası tafsîlen Kur’ân’da vardır.
 

Tevhid sanur lâ ile isbat-ı vücûdu,
Sorma güzelim anlara illâ haberin sen.
Zâhir ehli tevhîdi “ La ilâhe illallâh Muhammed-ün-Resûlullah” dır zannederler. Halbuki tevhîd bu değildir. Bu “Kelime-i Tevhîd” dir. Bununla bir şey hâsıl olmaz.
Tevhîdin üç mertebesi vardır: 1-Tevhîd-i Ef’âl, 2_Tevhîd-i Sıfât, 3-Tevhîd-i Zât dır. İşte asıl tevhîd budur. Lâ ilâhe illallâh demekten ne fayda, bu tevhîd kelimesidir. Bu yola sıdkiyle girmeyen Fenâ-fillâh olamaz ve Cemâl-i İlâhîden haberdâr olamaz.
 

Her kim bu yola sıdk ile girmezse yoğ olmaz,
Yoğ olmayacak Yûsufun umma haberin sen.
Lâhût ile nâsûtu gönül anladı ise,
Mısrî ana sor Kâf ile Ankâ haberin sen.
 

Beyitte geçen lâhût ve nâsût ne demektir? Lâhût celâl, yani bâtın, Nâsût ise cemâl, yani zâhirdir. “Hüvel-evvel-ü” lâhût “Hüvel-âhir-ü”nâsût kezâ “Hüvez-zahir-ü” nâsût, “Hüvel bâtın-ü” lâhûttur. İşte zâhir ile bâtını, yani cemâl ile celâli gönlün anladı ise, o zaman Kâf ile Ankâdan haberin olur ve onları bilirsin. Kâf zâhirde vardır velâkin Ankânınismi vardır, cismi yoktur. Kâftan murad edilen celâl ki, bu ise “ Zât-i İlâhiyye” dir.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Gül müdür bülbül müdür şol zâr-u efgân eyleyen,
Ten midir yâ can mıdır hem Arşı seyrân eyleyen
Nâr-u bâd-ü âb-ü hâk’in gel haber ver aslını,
Kim bulârın her birini emre fermân eyleyen.

 

Beyitte geçen “ateş, su, toprağın aslı nedir? Haber ver” deniliyor. Dört tabiat şunlardır: Hararet, soğukluk, rutubet(nemlilik), kuraklık. Bunlardan hangisi fazla olursa, meselâ hararet fazla olursa ateş olur ve yukarıya doğruyükselir. Bu sebepten ateş küresi (tabakası) en yukarıdadır. Eğer soğukluk fazla olursa hava, yani rüzgâr olur. Ateş küresinden(sıcaklık tabakası) sonra hava küresi (hava tabakası) dir. Eğer nemlilik fazla olursa su olur ve hava küresinden sonra su küresi(su tabakası) dir.Eğer kuraklık fazla olursa toprak olur. Bu sebepten toprak küresi en aşağıdadır. Bütün bunların aslı ve hakikatı Hak-tır, cümlesi “Nur-i Muhammedînin tafsîli” dir. Bu dört tabiat Hak-kın emriyle hükmünü icra eder.
 

Âteşin keremiyetinin sırrını duygur bize,
Ki hilâf üzre anı kimdir gülistân eyleyen.
 

Nemrudun yaktırdığı ateşin İbrahim(A.S.) mı yakmadığı Cenâb-ı Hak-kın: “ Yâ nâr-ı kûnî berden ve selâmen alâ İbrâhim”, “Ey ateş soğu İbrahimi selamette kıl” emrinden dolayı idi. Ateşin gülistân (gül bahçesi) haline geldiği hakkındaki söylentiler gerçeğe uymamaktadır. Hazreti İbrahim Cibril ile ateş içinde oturup sohbet ettiklerini Nemrud dörtbin adımlık mesafeden dürbünüyle seyrederdi. Hiç kimse bu ateşin yanına yaklaşmazdı. Cenâb-ıHak ateşin hakikatına Hazreti İbrahime selâmet olacak bir derecede soğumasını emretti. Bu sebepten ateş yakmadı. Görülen ateşin sûretidir. O sûret bir şey yapmaz, yakan ateşin hakikatıdır Ateşin hakikatına yakmaması için Cenâb-ı H emredince sûret ne yapar? Sûretin hiçbir hükmü yoktur.
 

Yelde kimdir geh nesîm-ü geh sabâ zevkin veren
Gâhi hışmiyle nice beldânı vîrân eyleyen.
 

Yelde, yani havada nesîm-ü sabâ zevkini veren Hak-tır. Sabâ rüzgârı, yanı sıra doğu rüzgârı estikçe ruha hayat verir. Gâh olur ki, bu rüzgâr sertçe esince bir çok memleketleri harap eder. Hazreti Lut ve Hazreti Salih (A.S.) ların kavimlerini mahvettiği gibi, evlerini de harap etti.
 

Kimdir anı bana göster şol sularda durmayıp,
Rûz-u şeb yüz üstüne aşk ile cevlân eyleyen.
Sularda yüz üstünde durmayıp ,
Aşkla cevlân eyleyen kimdir,Hak-tır.
Hâk ma’dendir biter andan maâdin geh nebat,
Kimdir anı gâhı hayvân gâhı insan eyleyen.
 

Toprağın kendisi de bir madendir ki, içinden bütün madenler çıkarılır. Kezâ bitkiler de hep topraktan yetişirler. Kimdir anı gâh hayvân, gâh insan eyleyen? Hak-tır. Hak-tan başka var mı, yoktur.
 

Ay-u gün yıldızları kim döndürür ver gel haber,
Hem ne seyr için dönerler bunca devrân eyleyen.
 

Ay ve yıldızları döndüren ve tutan kimdir? Hak-tır. Hep Hak-kın vücûdu değil midir? Hak-tan başka var mı, yoktur.
 

Bâde birdir sâkî bir meclisteki yârân da bir.
Bâdenin keyfiyyetini kimdir elvân eyleyen
Kiminin mescidde boynun eğdirip zâhid kılan,
Kiminin meyhânede serhoş-u sekrân eyleyen.
Zâhidin benzin sarartıp ağlatan kim hem nedir,
Kâfirin küfrü dahi fâsıkta isyân eyleyen.
Halktan ayırmış gözünü pinhâna çekmiş özünü
Ne arar kendini halktan böyle pinhân eyleyen.
Görse mahbubu gönül bî-ihtiyâr nâil olur,
Ehl-i derd uşşâkı kimdir zâr-u giryân eyleyen
Kim bu sırdan kimini mahrum edüp câhil eden
Kimini mahrem edinüp ehl-i irfân eyleyen.
Vahdet ehli cümlede bir yüzü seyrân ettiler,
Lik görmez ol yüzü kesrette tuğyân eyleyen.
Ey Niyâzî kim vücûdun terk ederse ol dürür
Cümle yüzler içre ol bir yüzü seyrân eyleyen.
__________
Vezin:Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasun,
Âr-u ırz ile gelüp âşıklara bâr olmasun.
Gam yükün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür,
Doymayın dost derdine aşka giriftâr olmasun.
Derd uyumaz rahat etmez gece gündüz âşıkı,
Şol ki bülbüldür güle karşı nice zâr olmasun.
Zevk-i tâatle kimesne hâl-i aşkı anlamaz,
Tâlib-i sâdık isen belinde zünnâr olmasun.
 

Can, yine candır. Fakat bir insan canının vâriyetinden geçmezse bize yâr olmasın, zira canının vâriyeti Hak-kın vâriyetidir. Vâriyet Hakkındır.

Gam yükün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür
Âşık olan kimsenin iki mertebesi vardır:
Biri muhip (seven), diğeri habib (sevilen) dir. Âllah buyurur: “Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehu”, “Onlar ki Allah’ı sevdi, Allah da onları sevdi”. Yani bu âyetle sabittir ki, Cenâb-ı Hak kularına muhabbet eder. Çünkü muhabbet Hak-kın sıfâtıdır. Kullar da Hak-kın habîbidir. Gayret-i ilahiyye zuhûr edip âşık seven olursa , o zaman kul seven, Hak da sevilen olur. Bu sırada kul çok zahmet çeker, tâki kul yine sevilen oluncaya kadar, yani sevilmiş olduğu zaman rahatlar, seven iken kul rahat etmez. (İnsan daima Allah tarafından sevilmek ister, Peygamber efendimizin Allâh’ın sevgilisi olduğu gibi ).
Zevk-i taatla kimesne hâl-i aşkı anlamaz
Zevk ve taatla meşgul olan kimse aşkın halini anlamaz, yani âbid ve zâhid ibâdet zevkini bilir, aşk zevkini duymaz, âşıktan kaçar. Kezâ âşık olan tevhid ehli ibadet ve taat zevkini duymaz, yani ibâdet ve tâattan zevk alamaz, o ancak tevhîdden zevk alır. Âbid de tevhîdden zevk alamaz.
Tâlib-i sâdık isen belinde zünnârın olmasın.
Zünnâr Hristiyanların işaretleri olan parmak kalınlığında yapağıdan yapılmışbellerine bağladıkları bir iptir. Güyâ hazreti Îsâ böyle bir ipi beline bağlamışmış. Anın için Îsâ’ya ibadet edenler bunu bağlarlar. Beyitteki zünnârdan murad edilen şirktir.
 

Remz-i Hak-ka mahrem olmak değmenin kârı değil,
Kim dilerse aşk ile yâr olsun , ağyâr olmasın.
 

Remz-i Hak-ka mahrem olan, yani o mahrem olan manevî işareti başkalarına ifşâ etmez. Zira ifşâ etmek caiz değildir. Mahrem olmayana şöyledir, böyledir diye söylemek memnudur.
 

Zerrece aşk öldü kimde olsa yakar varlığın,
Aşk ödü ister ki Hak-tan gayri hiç var olmasın.
 

Aşk ateşi ister ki Hak-tan başka hiçbir şey var olmasın. İbn-i Fâriz hazretleri Kaside-i Tâiye’sinde şöyle buyurur: “Sâlik olan kişi ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ta yok etmeyince âşık olamaz. Esasen mecâzî olan aşkta da böyledir. O kimse ma’şukuna yalnız hizmet etmeyi ister, başkasını gözü görmez.
 

Cümle efkârın hurûfun cem edüp tevhîd ile,
Nokta-i vahdette haşr ol gayri efkâr olmasın.
 

Burada harflerden murad edilen de görünen mevcûdattır, yani bütün mevcûdatı tevhîd ile birleştir, vahdet noktasında haşrol (kaynaş) başkaları kalmasın. Cümlenin vücûdu Hak-tır, başka mevcûd yoktur.
 

Ey Niyâzî hâl-i aşkı herkese fâş eyleme,
Sırr-ı Hak-tır ana bigâne haberdâr olmasın.
____________
Vezin : Mafâîlün mefâîlün mefâîlün meâîlün
İlm-i bahrî vücûd esdâfının dürdânesiyim ben,
Maarif kenz-i dil vessâfının virânesiyim ben.
Benim ilmim katında mücteidler âciz oldular,
Veli ilm-i İlâhînin deli divânesiyim ben.
 

Tevhîd ehlinin ilminden müctehidler (ictihat sâhibi âlimler) âcizdir, çünkü tevhîd ehlinin ilmi Tanrısal bir ilim ve zevkî bir ilimdir. Müctehîdin ilmi ise naklî ve aklî olan bir ilimdir. Hatta kendileri bile, bunlardan en büyük müctehid İmâm-ı A’zam hazretleri: “Bizim mezhebimiz (hanefî) doğrudur, yanlışlığa ihtimâli vardır. Diğer sâir mezhepler yanlıştır, doğruya ihtimâli vardır”. İşte İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlikî ve İmâm-ı Hanbelînin herbiri böylece derler, birbirlerini hatâ yapmakla itihâm ederler. Hiçbirinin, mezhebi açıkça beyân edilmemiştir. Anın için hiçbir mezhep hakkında kesinlik yoktur. Anın için herkes muhayyerdir, dilediği mezhebe tâbi olur.
Esdaf, sadefin çoğulu, yani sedefler demektir. Sedef su kaplumbağasında bulunur, bunlar güney denizinde yaşarlar. Bu hayvanlar Nisan ayının yirminci günü yağmur yağar ve bunlar da ağızlarını açarsa, giren taneler inciye çevrilir. Kezâ hazreti Peygamberin doğumu da Nisanın yirminci gününe rastlar. O gün yağan yağmur bir yılanın ağzına düşse zehir olur.
“Birer hâle cihânın halkı bir bir râzı oldular,
Benim bir hâle meylim yok Hak-kın bilmem nesiyim ben.”
Cıhânın halkı ayrı ayrı birer hâle râzı olmuşlardır. Benim bir hâle meylim yoktur. Bilmem ben Hak-kın nesiyim diyor. Daha önce yapılan bir şerhte de “İbn-il vaktem ben Ebul-vakt olmazam” demişti. Çünkü Ebul-vakt tasarruf edendir, yani Ebul-vakt olan Veliler Kerâmet-i keyniyye gösterirler ve cihanda tasarruf sâhibi olanlar bunlardır.
 

Bi-küllî âlemin halkı bilürler bende bir dert var,
Bilinmez sevdiğim kimdir nenin mestânesiyim ben.
Eğerçi sûret-i âharda geldim âlem-i mülke,
Ne mâziyem, ne mustakbel her ânın ânesiyim ben.
Yitürdüm benliği, benlik bana hak benliğindendir,
Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben.
“Ne mâziyim, ne müstakbel her ânın âneyiyim ben,
Yetürdüm benliği benlik bana Hak benliğindendir.”
 

Yani vaktin herbir zuhûru benim rûhâniyetimledir. Benlik fânî oldu, çünkü benliğin Hak-kın benliği olduğuna vâkıf oldum.
“Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben”
Hitâb, yani muhâtab ve muhâtıb birdir (söz söyleyen ve kendisine söz söylenen birdir) ve gayb (gizli olan, göze görünmeyen) birdir. Ente (sen ) zamiri kendisine söz söylenen, hüve (o) ise gâip zamirdir. Bunlardan biri hazıra, yani zâhire ki, sen ve diğeri de gâibe, yani bâtına ki, hû dur. İşte bu ikisinin dahi kemâlde kârhânesiyim ben.
 

“Ne Mısrîyim, ne Mehdîyim, ne İsâyım, ne İnsânım,
Bu yanan dâimî şem’in neli pervânesiyim ben.”
 

Ben ne Mısrîyim, yani Mısrî değilim, Mehdî değilim, insân değilim. Zirâ bunlar İlâhi kayıdlardır ve kayıdlanmış olarak görünen sûretlerdir. Bu sebebten ben ancak görünen zâhir vechin pervânesiyim.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey bu gönlüm şehrini bin kahr ile vîrân eden,
Bî-dühân ödler yakup bu sînemi külhân eden.
Ehl-i âlem derdinin mislin görür rahat bulur,
Cins-ü misli olmayan derde beni dükkân eden.
Bir bahirdir sâhili yok mevci olmaz münkesir,
Leylinin fecrin getürmez gökteki devrân eden.
Akl-ı fikrim zevrâkı yollarda kaldı ser-nigün,
Belki cümle akl-u fikri bende sergerdân eden.
Kimine meydân eden bu âlemin her köşesin,
Mısrî’ye uçtan uca her köşeyi zındân eden
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Sevdim seni hep vârım yağmadır alan alsun,
Gördüm seni efkârım yağmadır alan alsun.
Aldı çü beni benden geçtim bu cân-u tenden,
Aklım dahi her vârım yağmadır alan alsun.
Ben varlığımı attım dost varlığına yettim,
Her usluya bazârım yağmadır alan alsun.
Geçtim ben âd-u sandan çıktım ben o dükkândan,
Hep ırz ile vekârım yağmadır alan alsun.
Geldi dile dildârım buldum gül-ü gülzârım,
Şimden gerû hep vârım yağmadır alan alsun.
Sen gâib-ü hâzırsın her hâlime nâzırsın,
Ahvâl ile etvârım yağmadır alan alsun.
 

Sen gâib ve hâzırsın, yani gâip bâtın (görünmeyen), hâzır de zâhir ki (görünen) sensin. Âyet-i Kerîmede : “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın-ü”, “İlk ve son olan O dur. Zâhir ve bâtın da O dur” buyurulmuştur. Yani zâhir olan bâtın olurmu, bâtın olan zâhir olurmu? Cenâb-ı Hak hiçbir kayıdla mukayyed değildir (kayıtlanmaz) demektir. O ne evvellik, ne âhirlik, ne zâhirlik, ne bâtınlık ile kayıdlanır. Sen zâhir dersin bâtın da O dur, zâhirlik ile kaydolunamaz. Sen bâtın dersin zâhir de O dur, bâtınlık ile kaydolunamaz. Velhâsıl Cenâb-ı Hak hiçbir şeyle mukayyed olmaz.
 

Çün buldu gönül yârim terk eyledim ağyârım,
İmân ile zünnârım yağmadır alan alsun.
 

İmân üç kısımdır: Biri îmân-ı taklidî, diğeri İmân-ı istidlâlî, üçüncüsü de İmân-ı tahkikî dir. İmâm-ı Gazâlî “İhyâyi ulûm” adlı kitabının dördüncü cildinin sonlarındaki tevhîd kitabında imân hakkındaki yukarıdaki ayırımı cevizi misâl getirerek yapar. Taklit edilen imân cevizin dışındaki yeşil kabuğu gibidir der. Ne yenir, ne yakılır, çünkü acıdır, ateşe koysan yanmaz ve hiçbir işe yaramaz. İşte îmânı taklidî beyledir, hiçbir yararı yoktur, belki zararı vardır.
İstidlâlî îmân cevizin ikinci, yani kuru olan kabuğudur, yenmez velâkin ateşe koysan yanar. Eğer şeytân son nefeste bunu bozmazsa biraz işe yarar, bozarsa hiç yararı olmaz.
Tahkikî îmân ise cevizin içi ki, her şeye yarar. İşte Mısrî efendinin beyitlerinde yağma ettirdiği îmân taklidî ve istidlâl olanlarıdır, îmân-ı tahkikî değildir.
Mısrî efendi Malatyada Müderris iken tarikat ve tahkik ehlini oranın halkı sevmezdi. Sinan Ümmî Mehmed efendi hazretlerinin tekkesi oraya yakın Elmalıda idi ve yanında bir câmisi vardı. Mısrî efendi vâ’zını yaparken halk yıkılmasına dâir vâ’azda bulundu tekkeyi yıkalım ve Şeyhi de oradan atalım dediler. Namazdan sonra Niyâzî hazretleri kürsüde vermek istediği dersi kitapta bulamadı. Derhal kürsüden indi ve camiin bir köşesinde oturan Mehmet efendiye kabulünü rica etti ve bu sûretle tahkikî îmâna ulaştı, taklidî ve istidlâli olan imânlarını yağma ettirdi.
 

“Mısrî’ye vücûb imkân bir oldu kamû a’yan,
Tâat ile ezkârım yağmadır alan alsun.”
 

Bahr-ı vücûb: Hak-kın ef’âl, sıfât, zâtıdır. Bahr-i imkân: Bu mevcûdât, yani âlemdir. İşte Mısrî efendide vücûb deryâsıyla imkân deryâsı bir oldu, tâat ile ezkârını yağma ettirdi, çünkü tâat maksud olan değildir, o bir başlangıçtır, Allâhı bilmeğe bir âlettir. Bir insan ma’rifetullâha ulaşınca tâatı ne yapar, yani o tâattan zevk almaz bir hale gelir.
____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Teşne-i bahr-ı mûhît olan dile reş neylesin,
Tûti-i sükker feşân uftâdeye keş neylesin.
 

Birinci beyitte geçen engin denize susamış bir gönüle su serpintisi neylesin, yani tevhîd ehline ilmi-i rusûm (resmî ilimler) ne yapar? O resmî ilimlere hiç iltifât etmez.
 

Cür’a-i sahbâ-i zât-ı nûş edip temkin bulan,
Afitâb olan gönül telvîn-i meh veş neylesin.
 

Tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât telvin makâmlarıdır, yani renklenme makâmlarıdır. Cem makâmı ise temkin makâmıdır, yani vakâr, sebât, ağırbaşlılık makâmıdır. Hazret-il cem makâmı yine telvin makâmıdır. Ahadiyyet makâmı temkin makâmıdır. Temkin ehli olan, yani Ahadiyyet makâmında bulunan bir kimse bir daha telvin makâmına inmez, ancak tevhîd mertebelerini başkalarına öğretmek için olabilir.
 

Arifin esrârı settâr olduğun etme aceb,
Tâ’n eder zâhid denilen div-i serkeş neylesin.
Âdemin vechinde Hak-kı görmedi iblîs-i lain,
Sûretâ gördüğü bir şekl-i munakkaş neylesin.
 

Âdemin kırk oğlu ve kırk kızı oldu. Hazreti Havvâ yaptığı kırk doğumda her defasında ikişer çocuk doğurmuş. İlki erkek idi ve ismi Kâbil’di, kâfir oldu. İlk önce benî Âdemden küfreden Kâbil’di. Âdem hamâ-i mesnundan, yani balçık halindeki çamurdan yaratıldı. Âdemden önce dünyada Can evladı vardı. Nasıl benî Âdemin babası Âdem ise, cinlerin babası da Can idi, “Halaktel cânne min mâricin min nâr” âyeti mucibince dumansız ateşten yaratıldı, hünsâ idi, yani hem erkeklik hem de kadınlık uzvu vardı. İşte iblis andan doğdu.
Mâlumdur ki âyette buyrulduğu üzere meleklerin cümlesi Âdeme secde ile emrolundular, yalnız iblis ve kendisine uyanlar secde etmedi, diğer bütün Melekler secde ettiler. İblis Âdeme secdenin Hak-ka secde olduğunu anlamadı, zirâ kâfir idi. Şâyet kâfir olmasaydı Âdemin vechinde hak-kı müşahede ederdi. Diğer bir âyet-i kerimede: “Ve kân-el iblise min-el kâfirin” işaret olunduğu üzere “Kân-e” ye iki mana verilir: Biri “ iblis kâfirlerden oldu”, diğeri “kâfirlerden idi”. Tabii iblis olduğunu ve Âdemin Hak-ka secdeye mihrab olduğunu anlamadı. Hiç Hak kendisinden başkasına secde için emir verir mi? Lâkin iblis muvahhid olmadığından Âdemi Hak-tan ayrı olarak nakışlamış sûret olarak gördü ve secde etmedi.
Bir de şu rivayet vardır ki, iblis güya meleklerin hocası imiş, bu yalandır. Hiç kâfir olan biri meleklere hoca olur mu, olmaz. Meleklerin başı Cebrâil (A.S.) idi ve ilk önce Âdeme Cebrâil secde etmiştir.
 

Can Niyâzî ehl-i aşka nazikhâne va’z eder,
Ehl-i nefs olan işitmez dil-i müşevveş neylesin.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Gözlerini noldu bî-dâr eyledin,
Âh-u efgânı sana yâr eyledin,
Aşk ödüyle içini nâr eyledin,
Noldu bülbül içini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Noldu ağlarsın ne eylersin taleb,
Bu tükenmez derdine ne oldu sebeb,
Güldeki didârımı gördün aceb,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Bu fenâ gülzâre talibsen eğer,
Hiç bekâsı yoktur anın tez geçer,
Bu fenâ içre bekâ duydun meğer,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Ber-karâr olup biraz eğlenmedin,
Dâim ağlarsın durup dinlenmedin,
Kimse bilmez hâlini anlatmadın,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Bunca hasretten di cânım ne sezer,
Firkâtin günden güne artup gider,
Lûtfedip var gel Niyâzî’ye haber,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksud efendi).
_____________
Vezin : Mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün
Derd-i Hak-ka talib ol dermâne irem dersen,
Mihnetlere râgıb ol âsâne irem dersen.
Aşk yolu belâlıdır her kârı cefâlıdır,
Canından ümidin kes cânâne irem dersen.
Öd yak sineni çâk et su gibi özün pâk et,
Yüzün yere sür hâk et ummâna irem dersen.
Bu yolu bil andan gel deryâyı bul andan dal,
Ka’rına erüp el sal dürr-i kâna irem dersen.
Pîrinle olan ahdi güt nen var ise ko git,
Bildiklerini terk et irfâne irem dersen.
Sabretmede Eyyûb ol, gam çekmede Yâ’kûb ol,
Yûsuf gibi mahbub Ken’âna irem dersen.
Terk et kuru dâvâyı hem ucb ile riyâyı,
Mısrî ko o sevdâyı Sübhân’a irem dersen.
 

“Sabretmede Eyyûb ol” beytinde geçen sabır, Cenâb-ı Hak-ka şikâyet etmek anlamında değildir, mukâvemet yani dayanıklılıktır. Eyyûb (A.S.) Cenâb-ı Hak-ka: “Yâ Rabbî sen bana ne kadar musibet verirsen ben dayanırım” demişti, halbuki kul aciz bir mahlûktur.
Eyyûb (A.S.) humma denilen bir nevi sıtma hastalığına tutulmuştu. Bazılarının iddiâ ettikleri gibi yaraları vardı da kurtlandı, hattâ yere dökülenleri Eyyûb (A.S.) toplayıp yine yaraların üstüne koyardı gibi sözler yalandır. Hiç böyle bir şey olur mu? Resûl olan kimsede böyle herkesin nefretini mucib olacak illet bulunur mu? Onlar bu gibi hal ve illetlerden korunmuşlardır, zirâ kendileri insanları Allâha davet edicidirler. Şâyet bu gibi illetlere maruz kalmış olsalar, ümmeti andan nefret eder, sonra Cenâb-ı Hak da onlara zulmetmiş olurdu, çünkü bu durumda Nebînin yanına gitmekten ikrâh duyarlardı(tiksinirlerdi). İşte hazreti Eyyûb bu hastalığı için şikâyet etmedi. Sonra vahiy geldi: “Yâ Eyyûb, bana şikâyetin sabrına mâni değildir.” Hazreti Eyyûb da o zaman hastalığından şifâ bukması için Allâh’a niyaz etti. Sonra tekrar vahiy geldi: “Oturduğun yere ayağını vur, su çıkacak, onunla vücudunu yıka, bir şeyin kalmaz”. O da ayağını yere vurdu, çıkan su ile yıkandı, sağlığına kavuştu. Esasında halka şikâyet etmek sabra manidir, yoksa Cenab-ı Hak-ka şikâyet sabra engel teşkil etmez.


Yukarıdaki beyitte geçen “Gam çekmede Yakûb ol” sözlerine gelince:
Hazreti Yakûb (A.S:) mın evladı olup, onu bir anadan, diğer ikisi başka anadan idi ki, Yûsuf (A.S.) ile küçük kardeştir (Bünyamin). Hazreti Yâkub, Yûsuf’u diğerlerinden daha fazla severdi. Kardeşleri babalarının sevgilerini hasretmek için henüz yedi yaşındaki Yûsuf’u kıra götürüp bir kuyuya attılar ve bir tarafa gizlenip beklediler. Nihayet oradan Mısır’a gitmekte olan bir kâfile bu kuyudan su çıkarırken kovadan su ile birlikte güzel bir çocuk çıktı. Derhal kardeşleri ortaya çıkıp kâfile başkanına: “Bu küçük kardeşimizdir, kaçmıştı, fena huyludur, size satalım” dediler. O zamanın parasıyla Yûsuf’u altı kuruşa sattılar. Sonra kâfile başkanı hazreti Yûsuf’u Mısır sultanına ağırlığınca altına sattı. Ya’kûb (A.S.) bir rü’ya gördü, keyfiyeti anladı ve Yûsufa kavuşacağını bildi. Kezâ Yûsuf (A.S.) da bir rü’ya gördü, babasıyla kavuşacağını bildi. Bu sûretle ikisi de gamlı olmadılar. Beyitte geçen Ken’an Şam şehri ilçelerinden biridir.
____________

Vezin: Mef’ûlü maf’âilü mef’âîlü feûlün
Ey bülbül-ü şeydâ yine efgâna mı geldin,
Azm-i gül edip zârıyla giryâna mı geldin.
Pervâne gibi âteşe dâim cân atarsın,
Evvelde bu aşk ödüne sen yâna mı geldin.
Yağmur gibi yağarsa belâ sen baş açarsın,
Can vermeğe dost yoluna kurbâna mı geldin.
Her şey çalışır bir sıfatı eyleye mâ’mur,
Sen cümle sıfat ilini virâna mı geldin
Vech-i ahadiyyet ki şu eşyada görünmüş,
Bu kesrette ancak anı seyrâna mı geldin.
Bir kimse senin olmadı hiç râzına mahrem,
Bilmem bu cihân için yekdâne mi geldin.
Bu hasta Niyâzî’ye şifâ remzin edersin,
Derde düşenin derdine dermâne mi geldin.
 

“Vech-i ahdiyyet ki şu eşyada görünmüş
Bu kesrette ancak anı seyrâna mı geldin.”
 

Evet biz bu kesret âlemine vech-i ahadiyyeti seyretmeğe geldik. Bunu teyit eden: “Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebt-ü en u’refe fe-halaktel halka li-u’ref” hadisidir. Anlamı cihetiyle; “Ben ilm-i zâtiyyede malumatla mütecellî idim. İstedim ki, bilineyim, halkı yarattım. Halk ancak Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi” demektir.
Diğer beyitler zâhir üzere takrir edilmiştir (Hacı Maksud efendi)
_____________
Vezin: Müstef’îlün fâilü müstef’îlün fâilün
Hak yolunun rehberi nefsi dürür Kâmilin,
Dil tahtının serveri nefsi dürür Kâmilin.
Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen nefsi dürür Kâmilin.
 

Kâmilin nefesi yani ruhu tevhid yoluna delildir, çünkü Kâmilin ruhu ahadiyyetin ve zâtın mazharıdır. Kâmil insan ölmez, bir yerden bir yere intikâl eder. Hatta öldüğünde cesedi bile kırk günden fazla kabrinde kalmaz.
Devlet şûrası reisi Rıfat Paşa vefat ettikten sonra cesedini Kosova’daki Sultan Birinci Murad Hân’ın türbesi önüne gömmüşler. Sonra paşanın âilesi kabir için İstanbul’dan müzeyyen taşlar göndermişler. Kabir açıldığında paşanın cesedini bulamamışlar. İsmail Paşa durumu bizden sordu. Biz de cevaben: “Rıfat Paşanın hayatta iken halleri nassıldı, muvahhid mi idi?” Aldığımız cevapta: “Evet paşa hayatında iken gayet musallî ve güzel ahlaklı idi”. Sonra tekrara cevap verdik: “O takım kimseler kırk günden fazla kabirlerinde durmazlar
Mısır’da Şeyh Bakkal vefâtından önce cenâze namazının İbn-i Fârız hazretleri tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Şehit edildikten sonra Bakkalın namazını imam olup İbn-i Fâriz kıldırdı, selâm verdiğinde büyük bir kuş gelip cenâzeyi alıp uçtu. Bunu gören cemaat hayretler içinde durumu İbn-i Fâriz hazretlerine sordular. Bu zât da şu hadisi okudu: “Ervâhüş-şühedâ-i fî havasıl-ıt-tayr”, “Şehitlerin ruhları kuşların kursaklarındadır”. İşte Şeyh Bakkalın ruhu kuş sûretinde cesetlendi ve gelip kendi cesedini kendisine ruh yaptı, ruhu cesed, cesedi ruh oldu. Şeyh Bakkal bir tevhîd şehidi idi. Tevhîd şehîdi, kılıç şehîdinden daha ileridedir.
 

Uhud gazâsında Abdullâhın oğlu şehîd olmuştu. Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) efendimiz duâ ettiler, dirilip ayağa kalktı. Hazreti Îsâ da bir kız çocuğuyla iki erkek diriltti.
Bu ümmetten de ölüleri dirilten üç kişi vardır: Bunlardan biri Abdurrahman Molla Câmî, biri Abdülkâdir-i Geylânî, diğeri de Beyâzîd-i Bistâmî hazretleridir.
Molla Câmî Belh’de saray hocası idi. Melîkin gayet güzel olan oğlunu okutuyordu. Melîkin çevresindekiler Molla Câmî’yi kıskandılar ve iftirâda bulundular. Melîk’e: “Hoca oğlunuza âşık olmuştur, ahlakını bozacak, onu fenâ huylu yapacak” dediler. Bunun üzerine Melîk Molla Câmî’yi daha önce denemiş olmasına rağmen çevressindekilerin de onu tanımaları için hep birlikte yemeğe davet etti. Yalnız yemekte saray vekil harcına Mollanın sahanına daha önce ölmüş bir tavuğu kızartıp koymalarını emretti. Belh’de sofra âdeti Mısırdaki gibi olduğundan bütün yemek sahanları bir defada masa üstüne konuldu. Sonra hep birlikte sofraya oturuldu. Mola Câmî hazretleri önüne konan sahana elini sürmeyince Melîk: “Efendim neden tenâvül (yemek almıyorsunuz) buyurmuyorsunuz?” diye sordu. Mola Câmî de sahan kapağını açıp önünde ölü iken kızartılmış tavuğa kış kış deyince tavuk dirilmiş ve yemek salonunda uçarak dolaşmaya başlamıştır. Böylece kendisine iftirâda bulunanlar da utançlarından hayrete kapılarak dehşet içinde kalmışlardır. Zirâ tevhîd ehlinin önüne haram bir şey konulduğu vakit kalbinin dâimi zikri durur. İşte Molla Câmî hazretleri de kalbî zikrinin durmasıyla önüne konan yemeğin, daha önce ölmüş bir tavuk olduğunu anladı.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de bir kediyi diriltti. Oturduğu evin komşuları ondan hoşlanmazlar ve ona eziyet etmek isterlerdi. Bir gün onun çok sevdiği dürre adındaki kedisini öldürüp geçeceği yolun üstüne koydular. Böylece kedisini görüp acı duyup üzülsün dediler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri öldürülmüş kedisini görünce: “Yâ dürre” diye seslenince kedi dirildi ve kalkıp tekrar evvelce olduğu gibi ayakları arasında dolaşmağa başladı.
Beyazîd-i Bistâmî hazretleri de bir defasında Hristiyan papazlara bir gemide seyahat ederken , Hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ne sebeble inandıklarını sordu. Onlar da ölüyü dirilttiği için diye cevap verdiler. Sonra yaptıkları uzun münakaşadan buna delil olarak ölüyü dirilttiğini gösteriyorsunuz, şu halde delil ve medlül olunca medlüle iman gerekir ve sizler de hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ölüyü dirilttiği için kâil oldunuz (inandınız) ve onun yaptığı gibi ben de ölüyü diriltirsem benim de hazreti Îsâ olduğuma kâil olmanız lazım gelir. Keşişler (papazlar) evet dediler. Bunun üzerine Beyazîd-i Bistâmî hazretleri orada dolaşmakta olan bir karıncanın başını kopardı ve tekrar birleştirip üfürdü. Karınca dirildi ve tekrar dolaşmaya başladı.
İşte bu ümmetten bu üç zâttan başka ölüleri dirilten yoktur. Ancak herbir Velî ve Kâmil insan diriltmeğe muktedirdir, yalnız bu husus kevnî bir kerâmet olduğundan iltifât etmezler.
 

İsteyü git Âdemi Âdemde bul Âdemi,
Sırr-ı nefahtü dem-i nefsi durur kâmilin.
 

“Âdemi Âdemde bul”, yani her gördüğün Âdem değildir velâkin Âdem Âdemîlerin içindedir. Hazreti Âdemin cesedi: Fe izâ sevveytuhû ve nefahtü fîhi min ruhî”, “Âdemin cesedinin yaratılışını tamamlayıp ona ruhumdan üflediğimde...” âyeti mucibince kalıbı, yani cesedinin tesviyesi kemâl bulunca ruh oldu, çünkü istidâdı tam oldu. Âdemin istidâdı böylece tam olunca da ruh tecellî olundu.
 

Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hak-kı,
Bilesin sen ol mantıkı nefsi dürür Kâmilin.
 

Vahiy dört kısımdır: Biri Cibril-i Emin vasıtasıyla Peygamberlere vahiy olunur ve bu vahiy yalnız Nebîlere mahsustur. İkinci vahiy ilhâmî ki,bununla Cenâb-ı Hak tevhîd ehlinin kalblerini nurlandırır ve onlara ilhâm yoluyla her şeyi vahiy eder. Üçüncüsü müşâfehe (ağızdan ağıza konuşma) ki tevhîd ehli görünen sûretlerden Cenâb-ı Hak ile şifâen konuşur. Beyazid-i Bistâmî hazretlerinin bu hususta: “Ben Hak-la otuz yıl konuştum, insanlar zannederler ki ben anlar ile konuşuyordum” buyurmuştur. Dördüncüsü ise tebliği vahiy ki, Hak-kın Resûle inzâl buyurduğu kitabın hükümlerini Resûlün vârisleri olan kimseler ümmete tebliğ ederler.
İşte vahyin bu üçü Veliler ve tevhîd ehlinde bulunur. Ancak Cebrâil (A.S.) vâsıtasıyla olan vahiy yalnız Peygamberlere mahsustur, Velîlerde olmaz.
 

Rûhulkudüs demini Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı nefsi dürür Kâmilin.
Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen nefsi dürür Kâmilin.
 

Rûhulkudüs Cibril (A.S.) dır. Deminden murad onun inzâl ettiği İlahi vahiylerdir. Hızır (A.S.) ın âb-ı hayat içtiği rivâyeti yalandır. Âb-ı hayat ise burada tevhîddir (yani tevhîd makamlarını zevketmektir).
 

Diri kılan tenleri zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri nefsi dürür Kâmilin.
Mevtâya etse nefes her yandan gelse ses,
Haşreden ey hakşinâs nefsi dürür Kâmilin.
Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,
Katresîn ummân eden nefsi dürür Kâmilin.

 

Mısri Divan 13

 

Arabca şiir :
Yâ Seyyiden fazlehû finnâsi kelbahr
Ve neşrehûetyabu min nesmetis seher
 

Şerhi :
“Seyyid” esmâi hüsnâdandır. Her ne kadar bilinen Doksandokuz güzel isimlerde yok ise de sayılan isimlerden ümmehattır, furuunda vardır(esas kaynak bir isim olup usülen vardır).
Yâ Seyyid, senin fazlın mahlûkata deniz gibidir ve ihsânın sabah rüzgârından daha güzeldir, yani kalbe ferahlık hayat verir.
 

Ve men zehâ hadduhu hüsnen lehu velehu
Kaddun izâ mâse yahkil gasne finnadar
Ve men izâ mâ beda fennûre min vechihi
Dav’e min-eş şemse ahfâ tal’at-el kamer
 

Şol hüsün (güzellik) ki burada hüsünden murad Hazreti Resûlüllâhtır (S.A.V.) Hânesinden zâhir oldu. Onun yüzünün nuru güneşin nûrundan daha fazla ışık saçar, ayın ziyâsı gizlendi, yani yok olup mahvoldu.
 

Ve men alâ kadru hû fil halki mertebeten
Kel bedri fâk-a cemîal encümüzzeher
 

Onun yani Resûlullahın kadrü mertebesi aynı ayın ondördündeki bedir halinin (Bedr-i tâm) yıldızlara nispetle daha üstün ve daha yüksek olduğu gibidir. Yani Resûlullah ayın öndördü gibi, diğer yaratıklar ise yıldızlar gibidir.
 

Ente ibnü Şems-is-Sivâsi lemyekün yûcedu,
Fî asrihi misluhû fil-bedvi velhadar.
 

Sen güneşin oğlusun, çünkü ay güneşin halifesidir. Resûlullah da zat güneşinin (Allahın) halifesidir ki, onun bir benzeri ne şehirlerde ne de çöllerde bulunur.
 

Fe ente unkûdü zâkel keremi yâ Seyyidî,
Navil lenâ kadhan min zâlikel hamri
 

Sen güzel bir bahçesin. O şaraptan , yani aşk şarabından bir bardak ihsan buyur. Sarhoşluk üç kısımdır: Birinci sarhoşluk, ikinci sarhoşluk, üçüncü sarhoşluktur. Birinci sarhoşluk “Tevhîd-i Ef’al makâmı” ikinci sarhoşluk “Tevhîd-i Sıfât makâmı”, üçüncü sarhoşluk “Tevhîd-i Zât makâmı” dır. Çünkü içki içenlere de içkiler üç hal verir. Birinci halde bir az sarhoş olunca insan âlemi âfâkı (tüm çevresini) kaybeder.İşte birinci sarhoşlukta bulunan sâlik da ef’ali Hak-ka tavfiz edince (yaptığı işleri Hak-kın uhdesine verince) bu âfâk âlemini kaybeder. İkinci halde içki içen kişi bir miktar daha içince, gözü görmez , kulağı işitmez, söz söyleyemez ve hiçbir şey yapmağa kudreti olmaz. İkinci sarhoşlukta olan sâlikin de sıfâtını Hak-ka tafviz edince, görüşü, işidişi, söyleyişi, dileyişi, bilişi kalmaz. Üçüncü halde, o içki içen daha da çok içerse, kendinden geçer. Kezâlik üçüncü sarhoşlukta bulunan bir sâlik dahi Zâtı Hak-ka tavfiz edince kendinden geçer, onda bir şey kalmaz.
 

İştedde şevkî ilen nedmâni mâke’siküm
Venhelle dem’î alâ haddiye kelmatar
Enşedtü fî hubbiküm zennazmi mu’tezirâ
Lealle yukbelu nazmün câe biluzer
 

Sevgiliye sevgim ziyâde oldu. Göz yaşım yanaklarıma yağmur gibi aktı. O nun sevgisinden bu medhiyeyi yaptım. Umarımki benim kusuruma bakmıyarak bu şiîrimi kabul eder, çünkü anın medhinden âcizim.
 

Yârabbî zid fazlehu finnâsi mâ tal’at,
Şemsün vemâ seceat varkun aleşşecer.
Mehdî senâî lehû min hâlisel kalb-i
Ve leyse bilmedhi lil Mısrıyyi min hatar.
 

Yâ Rabbî, fazlını üzerime çoğalt. Nasıl güneşin doğduğu ve ağaçlar üzerine yaprakları bir intizam içinde çoğalttığın gibi. Onun da benim üzerimde ikrâmını arttır. Anın medhini temiz bir kalbe yaptım. Medhinden dolayı “Mısrî” ye kabahat olmaz.
_____________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Nazar kıldıkça insâna gönül hayrâna dolanur,
Acebdir kimi Hak ister, kimi butlana dolanur.
Gel ey dertsiz kişi dervişliğe sâ’y eyle gel bunda
Bu hâl ile olursun bil işin hüsrâna dolanur.
Nedendir kani olmuşsun murâd-ı nefse dalmışsın,
İçine hırsı almışsın işin şeytâna dolanur.
Yeter çalındın ey hâce fenâ mülkün metâına,
Çok uzatma ki Azrâil gelür bu cânâ dolanur
 

“Nazar kıldıkça insana gönül hayret eder”. Çünkü kimi Hak ister, kimi bâtıl ister. Zirâ mazhar-ı cemâl var, mazhar-ı celâl var. Cemâle mazhar olan Hak ister. Celâle mazhar olan da bâtıl ister. Cenâb-ı Hak yalnız cemâliyle tecellî etmiş olsa herkes mü’min olurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-kın cemâl ile mukayyed olması lâzım gelir, yalnız celâliyle tecelli etse herkes kâfir olup Hak-kın celâl ile mukayyed olması iktizâ eder. Halbuki Hak mutlak ve kayıddan münezzeh olmakla kimine cemâl ve kimine de celâl ile tecellî edip, kimi mü’min ve kimi kâfir olur, yani bir kısmı îmân, bir kısmı da küfrân yolunu tutar. “Gel ey dertsiz kişi dervişliğe sa’y eyle” de geçen dervişlikten murad edilen burada tevhîd yoludur.
 

Gönül verme bu dünyâya başını verme gavgâya,
Kazdığın amel bir gün gelür mîzâna dolanur.
 

Amel manâdır. Nasıl tartılır? İşte bu âlemde manâ olan ameller âhirette sûret olacaktır. Meselâ, sâlih amel olarak yapılan güzel işler cennette göreceğimiz bildirilen hûri, gilmân, meyve, ırmak vesâire gibi çeşitli cennet nimetleri sûretlerle sûretlenip cennet ehline sunulacaktır. Kezâ kötü işler işleyenler de onlara bu işleri yılan, akrep, ateş vesâire sûretlerle sûretlenip cehennem ehline azap çekmeleri için sunulacaktır. Yani herkes bu âlemde manâ olan yaptığı işleri, o âlemde sûret bulup anınla nimetlenecek, yahut azap olacaktır. Binaenaleyh ameller tartılır, çünkü orada bu âlemde yapılan işler birer sûret giyecektir.
 

Başı devletlû kul oldur Hak-kı bulmuş ola seri,
Gözü gönlü dil-u cânı kamu Subhâna dolanur.
Niyâzî kulunun yâ Râb vücûdu zenbini mahv et,
Mülâzimdir kapunda ol sana ihsâna dolanur.
 

Hazreti Mûsâ’ya Cenâb-ı Hak Sinâ dağı kenarında Tuvâ vâdisinde ateş sûretiyle tecellî etti. “Tahâ sûresi” nin 13. Âyetinde vârid olduğu gibi: “İnnehû bil-vâdil mukadds-i tuvâ...”, “Yâ Mûsâ, sen tuvâ adındaki mukaddes vâdidesin” buyuruldu. Bu âyette Cenâb-ı Hak: “Yâ Mûsâ sen beni nâr, yani ateş sûretiyle kaydetme”. Çünkü Hak nâr sûretiyle mukayyed olurmu, olmaz. Sonra hazreti Mûsâ: “Subhan-allâh, yâ Rabbî sen mutlaksın ve nâr ile kayıdlanmış olmaktan münezzehsin” dedi.
Hazreti Resûl saadetli zamanlarında İbn-i Abbas daha çocıuk yaşta bulunuyordu ve onu çok severdi. Bir kere atıyla Umreye giderken Abbası da beraberine aldı. Gelirken “Yâ Çocuk vücûdunu kayırma” buyurdu. İbn-i Abbas da “Yâ Resûlallâh, vücudum bana kabahatmıdır?” dedi. O zaman Hazreti Resûl: “Vücûdüke zenbün lâ yukâs-i aleyhi zenbün âhir”. İşte Mısrî efendi de bu son beytinde bunu rica ediyor. Yâ Rabbî benim vücûdumu mahvet. Yani bende senin vücûdunu izhâr et de, vücûd senin vücûdun olduğunu bileyim.
___________
Vezin : Feilâtün feilâtün feilâtün feilün
Esicek bâd-ı sabâ aklıma san şâne değer,
Zirâ ol esrâr-ı dil zülf-ü perîşâne değer.
Zülf-ü müşkiyle muattar olur ol demde dimağ,
Geçer andan gönüle hem yetişir cânâ değer.
Leb-ü dendânı hevâsiyle akan göz yaşının,
Birisi mâ’nâda bin lü’lü-vü mercâna değer.
Gam-ı hicrî ile âhı ana âşık olanın,
Çıkar eflâke iner tâ yedi nîrâna değer.
Yüzünün mihrine karşu dolaşan dürlerinin,
Birinin nûru nice mihr-i dirâhşâne değer.
 

Bâdı sabâ, doğu ruzgârıdır. Bundan murad edilen mezâhir-i aliyyenin zuhûrudur, yani Cenâb-ı Hak-kın mevcûdatta gürünmesidir.
 

Eşiğinde baş urup sıdk ayağın berk basanın,
Başı arşa ayağı kürsî-i Rahmâna değer.
 

Bir tevhîd ehli ki, tekmil fenâ makâmlarına erişince kendisinden eser kalmaz. Anın başı arşa, ayağı da Rahmânın kürsîsine değer. Kürsîden arşa kadar Beşbin yıllık yoldur.
 

Limen-il mülk nidâsın işiten can kulağı,
Anı cânından işitir yine cânâne değer.
 

Ârif olan kişi her an “Limen-il mülk-ül yevm”, yani “Mülk kimindir söyle” nidâsını işitir. “Cânından yine cânâne değer”. Çünkü tevhîd ehlinin vücûdu, sıfatı, ef’âli varmı, yoktur. Hak tarafından yapılan “Limen-il mülk-ül yevm” nidâsı yine cânâne değer. Cânândan nidâ olunur, yine cânân işitir.
 

Ol nidâyı işitir men arefe vâkıf olan,
Lîk ol mâ’rifeti sanma her insâna değer.
 

Velâkin bu işitme ma’rifetini her insanda bulunduğunu sanma, yoktur bulunmaz. Ancak aşağıda zikredilen makâmlara erişenler işitir. Bu makâmlara sülûk makâmları denir: Fenâ-i ef’al, Fenâ-i sıfât, Fenâ-i zâttır. Cezbe makâmları: Cem, Hazret-il cem, Cem-ül cem makamlar ki bunlara aynı zamanda “Tedellâ makâmları” da denir. Bu sebeble Niyâzî hazretleri:
 

“Sana bir cezbe Niyâzî ki o dosttan yetişe”
Düküll-i ins ile cinne olan ihsana değer.
diyor.

____________
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Halk içre bir âyineyim herkim bakar bir an görür,
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür.
Şol câhil-ü nâdânı gör örter Hak-kı inkâr edip,
Kâmil olan Kâmilerin herbir sözü bürhân görür.
 

Câhil kimsenin Hak-kı görüp onu örterek inkâr etmesi şunun gibidir ki, mesela diyelim Pâdişahı şaşalı kiyâfetini değiştirerek çarşıve pazarda halk arasında dolaşsa, onu herkes görür velâkin kimse onun zamanın Pâdişahı olduğunu bilmez. Ama Pâdişâhı yakından tanıyan bilir, tanımayan görür fakat bilmez. İşte Hak da böyledir. Hak-kı tanıyan hem görür hem de bilir velâkin tanımayan câhil görür ama bilmez. Şimdi o kıyafet değiştiripgörülen Pâdişâhın zamanın Pâdişâhı olduğunu bilmeyen câhile bu durumu nasıl anlatırsın? O câhil böyle Pâdişah olur mu, bu Pâdişâh değildir diyerek inkâr eder.
 

Medh ile zemmi âlemin kıymette bir hardal dürür,
Hâr o dürür harmanda ol buğdayı kor saman görür.
 

Meselâ, bir merkep bir harman yerine girse, o samanından ayrılmış olan buğdaya bakmaz. Nerede büyük saman yığını görürse oraya koşar, zirâ o buğdaydan değil samandan tat alır.
 

Tuttu rikâbın Ârifin nice Salâtin-i evvel,
Kâmil olan Sultanı gör dervişi ol Sultân gör.
 

Şeyhül Ekber zamanında Bağdad, Konya (Selçûkî Sultanı), Şam ve Endülüs Hükümdârları kendisinin müridleri idi, hatta onlara gidip ders okuturdu ve hepsi onun rikâbında (biraz gerisinde) yürürlerdi.
 

Dervişi Hak yakmış iken anı yakan Sultâna bak,
Hamam içinde dilberi görmez gözü külhân gör.
Dedi ulular levn-i mâe levn-i enâ dır şüphesiz,
Kana boyanmış göz hemin Nîl-ü Fırâtı kan görür.
 

“Cüneyd-i Bağdadî” hazretlerine Hak nicedir? diye sormuşlar. Cevaben: “Levn-i mâe lelvn-i enâe”, yani “Suyun rengi kabın rengidir” buyurmuştur, yani suyun haddi zatında rengi yoktur. Suyun rengi içine konulduğu kabın rengini alır, mesela bardak mavi ise, suyun rengi mavi görünür, yeşil ise yeşil, kara ise kara, kırmızı ise kırmızı görünür. Şeyhül Ekber Cüneydin bu cevabını çok beğenmiş ve “Füsus” a koymuştur.
Kana boyanmış göz Nil ile Fırat nehirlerini kan görür. Halbuki Nil ve Fırat nehirlerinin suları kan mıdır, hayır kan değildir. Bakanın gözünde kan olursa bunları da kan görür.
Zamanın Şam Sultanı Şeyhül Ekber’e yüzbin kuruşa mal olan bir konak hediye etmişti. Esasen ona daima böyle hediyeler gelir, o da geldiği anda fakirlere tasadduk ederdi.
 

Ol dilberin Mehdî adı sükker durur halka tadı,
Mısrî çeker bu mihneti ol râhatı Rahmân görür.

_____________

Vezin: Mefâîlün mefââlün mefâîlün mefâîlün
Rumuz-u Enbiyâ-yı vâkıf esrâr olandan sor,
Enel-Hak sırrını candan geçüp berdâr olandan sor.
 

Enbiyânın rumûzunu, yani işâretlerini bu sırra vâkıf olandan sor. Hazreti Ömer (R.A.) buyurmuştur: “Hazreti Resûlullâh ile Ebubekir-is-Sıddık (R.A.) birbirleriyle sohbet ederlerken aralarında Arapça konuştukları halde, sanki ben Arapça bilmiyormuşum gibi konuşulanları anlamazdım.” Bunun sebebi hazreti Ebûbekir “Sıddıkiyyet” makâmında idi. Hazreti Ömer vesâire sahâbe ise ancak Hazreti Resûlün vefâtından sonra Sıddıkiyyet makâmına vasıl oldular. Hazreti Ebûbekir’e Sıddıkiyyet makâmı Medine-i Münevvereye hicret etmek üzere Resûlullâh ile Mekke-i Mükerremeden gizlice çıkıp kırda bir mağarada gizlendikleri sırada verildi. Ebûbekirin çobanı hergün akşam sabah koyunlarını getirip sağar ve onlara ikram ederdi. Birgün beklenen koyunlar gelmediğinden Ebûbekirin kalbine korku düştüğünü Resûlullâh efendimiz keşfetti. İşte bu sırada Tevbe sûresinin 49. âyeti nâzil oldu: “İllâ tensuruhu fekad nasara-hullâh-ü iz ahrecehüllezîyne keferû sâniyes-neteyn-i izhümâ fil-gâr-i iz yekûl-ü li sâhib-i hi lâ tahzen innallâh-e maanâ...”, “Eğer siz Peygambere yardım etmezseniz kâfirler onu yurdundan çıkardıkları zaman ona bizzat Allah yardım eder. Mekkeden çıkan iki kişi idiler. Bunlar mağarada iken Peygamber arkadaşına (Ebûbekire) korkma hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir...” İşte bu âyeti celîylenin nüzûlüyle Hazreti Resûlullah (S.A.V.) tarafından Ebûbekir-i Sıddık (R.A.) hazretlerine Sıddıkiyyet makâmı telkin olundu.
“Velâyet makâmı” (velilik makâmı) halk ile olduğu vakit halk ile, Hak ile olduğu vakit Hak ile olmaktır. Sıddıkiyyet makâmı ise yalnız Hak ile olmak, halk ile olmamaktır.
“Kurbet makâmı” (yakınlık makâmı) ki, Sıddıkiyyet makâmından daha alâdır, hem Hak ile hem de halk ile olmaktır.
“Beyazid-i Bistâmî” buyurmuştur: “Ben otuz yıl Hak ile konuştum, halk zannederdi ki, ben anlarla konuşuyorum”. Kendisinin Sıddıkiyyet makâmında bulunmasına bir delildir. Hazreti Ebûbekir Kurbet makâmına Halifeliği zamanında nâil oldu. İşte Mısrî efendinin “Rumûz-u Enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor” demesi budur. Bakınız meselâ iki tevhîd ehli birbirleriyle tevhîd üzerine muhabbet ederlerken avamdan (bu hususlara vâkıf olmayan bir kimse) biri gelse, muhabbetlerine vâkıf olabilir mi ve onların konuştuklarını anlayabilir mi? Velev ki dinleyen âlim olsun anlayamaz.
 

Yürü var ehl-i tecridi alâik ehline sorma,
Anı cân-u cihânı terk edüp deyyâr olandan sor.
 

Hallac-ı Mansûr’un “Enel-Hak” dediği kitaplarda yazılıdır. Halbuki Mansûr kayıd ile bu sözü söyleyebilir mi? Mansûrun mazharından “Enel-Hak” diyen Hak değil midir? Bu sözün Mansûr’a isnâdı küfürdür. Şimdi Mansûr sağ olsaydı ve kendisine de sorulsaydı, “Enel-Hak” kim dedi, o bilir ondan sor diyecektir.
Tecrid ehlini (Allaha gönülden bağlananlar), yani makâm sahibi bir kimseyi alâik ehli, yani makâm görmeyen diğer kimseler bilebilir mi, bilemezler. Yine onu ancak makâm sahipleri bilir.
Cân-u cihânı terki, cânını ve cihânı terkeden bilir. Cân ve cihânı terk etmeyi sen terk-i cân ve terk-i cihân edenden sor.
 

Gehi kahr-ü gehi lutfun kemâlin bilmek istersen,
Fenâ ender fenâda yoğ olup hem var olandan sor.
 

Fenâyı bilen (Fenâ makâmlarını gören) fenâ olup bekâ (bekâ makamlarını gören ) bulandır.
 

Dilâ bu Mantık-ut-tayrı fesâhat ehli anlamaz,
Anı ancak ya Attâr veyahut Tayyâr olandan sor.
 

Bu kuş lisânını fesâhat ehli bile anlamaz, onu sen Şeyh Attâr’dan sor. Bu zatın “Mantık-uttayr” adlı tevhîde dair yazdığı bir kitâbı vardır. İşte o kitabı Şeyh Attâr’dan sor sözü kinayeli (ik şeyden birini diğeri yerine kullanma) bir sözdür. Bir de Mantık-uttayr kuş lisanı olarak itibar olunursa, anı sen o uçandan, yani kuş olandan sor. Çünkü konuşulan sözler kuş lisanıdır, anı ancak kuş olan bilir.
 

Anadan doğma gözsüzler kemâhi görmez eşyâyı
Niyâzî vech-i dildârı Ulül-ebsâr olandan sor.
 

Bu ne gibidir? Meselâ, anadan gözsüz olarak doğanbiri çevresindeki eşyâyı görebilir mi? Meselâ, şu kırmızıdır, bu karadır, bu filân renktedir diye sayar ama bilmez. Anları ancak gözleri gören bilir. Bunun gibi gönül gözü kör olan sevgilisinin yüzünü görebilir mi, göremez. Onu ancak bâsiret sahibi (gönül gözü açık olan) olandan sor.
_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Kim ki aşkın dârına berdâr olur,
Cümle uşşâk içre ol serdâr olur.
Bunda uşşâkı yakan öd âkibet,
Nâr-ı İbrahim gibi gülzâr olur.
Bunda ağyâr kesretinden kurtulan,
Vahdet illerinde vâsıl-ı yâr olur.
 

Her kim aşk yolunda can verirse, o kimse âşıklar içinde serdâr (Baş tacı) olur. Burada âşıkları yakan ateş İbrâhim (A.S.) mın ateşi gibi sonundagül bahçesi olur. Malumdur ki, Nemrûd İbrahim (A.S) için o kadar büyük bir ateş yaktırdı ki, bir mil mesâfeden yani dörtbin adımdan daha yakına kimse yaklaşamazdı. Sonra şeytanın öğretmesi üzerine onu mancınık ile ateşe attı. Bir de dürbünle bakıp gördü ki, Hazreti İbrahim ateşin içinde biriyle oturmuş muhabbet ediyor. Hazreti İbrahim bir sandık içinde ateşe atılmış, sandık yanmış İbrahim (A.S.) yanmamıştı.
 

Korkma Tâmudan eğer âşık isen,
Bülbül olanın yeri gülzâr olur.
 

İşte âşıkı yakan ateş böyle gül bahçesi olur. Âhirette de “Sırat” cehennem üzerine kurulacaktır. Bir mü’min sırat üstünden geçerken, cehennem nidâ edecek. Çabuk geç yâ mü’min, zirâ senin nûrun benim ateşimi söndürdü.
 

Cennet-i irfâna dahil olanın,
Kande baksa gördüğü didâr olur.
Gözsüz olanlar o yüzü göremez,
Anı gören hep Ulül-ebsâr olur.
 

Hak-kın yüzünü gözsüz olanlar göremez. Ancak anı bâsiret sahipleri görür.
 

Dünyânın lezzâtına aldanma kim,
Birgün ola cümle zehr-i mâr olur.
 

Sen dünyânın geçici olan lezzetlerine aldanma. Birgün olur o lezzet duyduğun şeyler yılanın zehiri olur, zirâ dünyâ ehli gerek mezarda ve gerekse âhirette yılanların sûretleriyle azab göreceklerdir.
 

Sen gerekse ol cihânda pâdişâh,
Bir beş on günde o târümâr olur.
Tâc-ü tahtı kulluğuna ol şehin,
Verir isen devletin tekrâr olur.
 

İbrahim Edhem tâc ve tahtını terkedip sonsuz devlete kavuştu, çünkü bâtınî devletliğin yanında zâhir devleti bir şemmesidir, yani onun yanında hiçbir şey değildir.

Ger kabul olunsa şâh olun ebed,
Kande böyle asılı bazâr olur.
 

İllâ tâc-u taht’a olmaz vasl-ı yâr,
Âdet oldur ana cân isâr olur.
 

Kim ki kendin yoğ ederse, Mısriyâ,
Yokluğun tâ gâyetinde vâr olur.

_________________

Vezin: Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Kırıp bin pâre eden şişe-i kalbi celâlindir,
Yine ep pâresinden görünen rûy-ı cemâlindir.
Anınçün tiğini çeşmin demâdem eksik etmez kim,
Yorulup yolda kalmaya o kim azm-i visâlindir.
 

“Kırıp bin pâre eden şişe-i kalbi celâlindir”, yani celâl tecellilerinin kalbe gelişi Allahın sonu gelmeyen bir lûtfudur. Yine her tecellîde onun cemâlinin yüzü görülür.
 

Nicesi baksun etrâfa ya ahkâfa yahut Kâfa,
Şu Anka kim anın gönlü nazargâh-ı hayâlindir.
 

Beyitte geçen etrâf taraflar, ahkâf da dağ tepeleri, Kâf da Kâf dağıdır. Şimdi zâhir ehlinin indinde bu âlemin vücûdu başka, Hak-kın vücûdu başka olarak kabul edilir. Yani âlemin dahi Hak-kın vücûdundan başka müstakil vücûdu vardır. Tarîkat ehlinin indinde ise bu âlemin vücûdu vücûd-u zillî ve hayalîdir. Vücûd Allahın vücûdudur. Bu halkın vücûdu Hak-kın vücûdunun zillî, yani gölgesidir. Meselâ, bir adamin güneşin nûrundan gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. İşte bu âlem de Hak-kın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur. Mısrî efendinin “Nazargâh-ı hayâlindir” demesi bu kavle (söze) göredir.
Fakat bu husus hakikat ehli indinde vücûd ancak Allahın vücûdudur. İlâhî vücûddan başka vücûd yoktur. Andan dolayıdır ki, Resûlullah (S.A.V.) efendimiz Ahadiyyet makâmının asâleten bizzat sâhibi olduğundan gölgesi yok idi, yani gölgesi yere düşmezdi.
 

Bulunmaz lâ-mekânîdir bilinmez bîşânıdır,
Hemin ancak sana kuldur senin ehl-ü iyâlindir.
 

“Senin ehl-ü iyâlindir” demek o kendi kendine hizmet eder, kendi kendine söyler. Yani rubûbiyyetle rubûbiyyetine hizmet eder, çünkü Cenâb-ı Hak ve gayb-ı Mutlak zâhir oldu, yani Cenâb-ı Hak hicâb-ı rubûbiyyetle zâhirdir.
 

Dağıldı min sad ra (Mısrî) bozuldu nispet-i suğrâ,
Benim bu nispetim şimdi ne mâhındır, ne sâlindir.
 

Mısrî’nin vücûdu dağıldı, yani vücûd Hak-kın vücûdudur. Mısrîlik kalktı. Şimdi o Mısrîlik nispeti ne ayındır ne de yıllarındır.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Âteş-i hicrinle can durmaz figâna başlar,
Kaynayup akar ol âteşle gözümden yaşlar.
Zerresi zâhir olsaydı ger beni yakan ödün,
Âlemi uçtan uca yaka idi hep âteşler.
Harfe savte dokunaydı bu iniltim şemmesi,
İnler idi yer ve gök dağlar ile hep taşlar.
Âteşim yâşım iniltim cân içinde gizlidir,
Zâhirimde yok içimde hâsıl oldu yaşlar.
Bîkesim bu âlem içre sırrıma yok mahrem,
Bilmedi derdim benim ne kavm ne kardaşlar.
Hâlime haldâş olan hem sırrıma sırdâş olan,
Cümle dağıldı başımdan kalmadı haldaşlar.
Mahv-ı sırfe düştü çün dil bunda ben oldum garib,
Yalnız kaldım tükendi kalmadı yoldâşlar.
Vech-i mutlak günde yüzbin çehreden yüz gösterir,
Yerde gökte anı yazar cümle-i nakkaşlar.
Nicesi tâkat getürsün ana karşı Mısrî kim,
Adın işitmekle düştü halka bu savaşlar.
 

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi).

______________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Nice bir mekr-ü hiyel nikbeti Deccâl nice bir,
Nice bir ey dini yok mezhebi yok dâl nice bir.
Nice bir adl-ü fitnevi ihyâ edesin,
Beni öldür sunayım boynumu gel çâl nice bir.
Hâkim-i şer-i dahi kendine uydurdun ise,
Hâkimin hükmü yeter fitne ile âl nice bir.
Hâzırım ben hünerin var ise gel görüşelim,
Ledün ilmi okuyan gönlünü gel sâl nice bir.
Şerr-i deccâli def-i mümkün olamı söz ile,
Mısrıyâ var ise hâlin o yeter kâl nice bir.
 

Deccâl için Cenâb-ı Hak Kur’ânı Hakîmin Mâide suresinin 31. ci âyetinde : “Min ecl-i zâlik-e ketebnâ alâ benî isrâil-e ennehû men katele nefsen bi-gayr-i nefsin...”, “Biz benî İsrâile Tevratta yazdık ki, herkim birini haksız yere öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi günâhkâr olur ve herkim birini ihyâ ederse, sanki bütün insanları ihyâ etmiş gibi sevâb verilir...” Malumdurki, Tevrat Kur’ân-ı Kerîm gibi âyet âyet nâzil olmamıştır. Tevrat zebercedden mücevher dokuz levha üzerine yazılı olarak birden inmiştir. Âyette geçen bu öldürme gerek sûrî (insanı bizzat öldürerek) olsun ve gerek mânevî şekilde olsun ikisi de birdir. Mânen öldürme meselâ, bir adam Hak yolunda giderken, dalâlete saptıran bir kimse ile karşılaşır. O kimse bu Hak yolunda gidene; gel buraya bu ibâdet nedir? Bu namaz, oruç nedir? Vazgeç bunları bırak diyerek onu kandırır, böylece adamın kalbini öldürür. Bu durumda ona sanki bütün insanları öldürmüş gibi günâh yazılır.
Diğer husus ise bir zat birini delâlet yolunda görür, gel buraya niçün böyle yapıyorsun? Cenâb-ı Hak böyle, Resûlüllâh şu tarzda buyurmıuştur. Şöyle yap, böyle yapma, ibâdeti şöyle yap, namaz kıl, oruç tut diyerek ona tavsiyelerde bulunur ve dalâlette gittiği yoldan çevrilirse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevâba nâil olur.
Şeyhül Ekber (R.A.) hazretleri “Fusus” adlı eserinde :
“Bir adam birine dine âit bir meseleyi öğretmiş olsa, hem o öğrettiği adamı, hem de bütün insanları yeniden diriltmiş gibi sevâb verilir” demiştir.
____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Hazreti İsâ inüp gökten tamam etti zuhûr,
Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr.
Dirilüp aceb zenb-i hem cümle mevtâ serteser,
Na’ra-i İsrâfil oldu cümleye çalındı sûr.
 

Birinci beyitte geçen “Hazreti Îsâ inip gökten” de, hazreti Îsâ teşbihe dâvet ederdi (Cem makâmına), hazreti Musa ise tenzihe (Hazret-il Cem makâmına) davet ederdi. Çünkü hazreti Mûsâ’nın kavmi teşbih ehli idi.
İşte her vakitte her peygamberin meşreb ve meşhedinde (gidiş ve ve tutumlarında ve geldikleri zamanlarında) çeşitli insanlar vardı. Beyite geçen hazreti Îsâ’dan murad edilen Cem makâmı sâhipleridir.
 

Bir kabirden Bin Muhammed her birisi Yüzbin,
Baş olup gitti önünce zâlik-e yevm-ün-nüşûr
 

“Bir kabirden Bin Muhammed” demek Muhammedî olanlardan Bin kişi zâhir olur demektir. Çünkü Îsâ meşrebinde (Îsânın dininde) olanlara Îsevî derler, Mûsâ meşrebinde olanlara Mûsevî derler. İşte Muhammed meşrebinde olanlara da Muhammedî derler.
 

Enbiyânın âsumân-ı Hak gibidir sözleri,
Evliyânın sözleri tezyin dürür etme gurûr.
 

Enbiyânın sözlerini Evliyâ tezyin eder, yani peygamberlerin sözlerini Velîler kendilerinden herhangi bir katkıda bulunmadan noksansız olarak süsleyerek bildirirler.
 

Mısrıyâ her sözünü Hak-tan işit söyle kim,
Ric’atiyle baksalar da görmeye kimse futûr.

_____________

Vezin: Fâilâtün mefâîlün fa’lün
Erimiz erdir Pîrimiz Pîrdir,
Kâremiz nûrdur yerimiz Tûrdur.
İsteyen yâri izlesun Pîri,
Pîrden ayrılan Hak-tan ayrıdır.
 

Pîrdir envârım Hak-tır etvârım,
Düşmanım bî-şek Hak-tan ol dûrdur.
Şol ki Süfyânî arttı tuğyânî,
Oldur şeytânî bir gözü kördür.
Azdırır halkı bezdirir Hak-kı,
Kizbi çok sıdkı bindebir yokdur.
Hak-ka kul ol, kul olasın makbul,
Dil müslümanı şâhidi zordur.
Mısrî’nin dinde izzeti zinde,
Cümle milletten Hamzavî zordur.
 

İlk beyite geçen “yerimiz Tûrdur” dan maksad: Hazreti Mûsâ Tûr dağında Cenab-ı Hak-la konuştuğu gibi, ayni muvahhid olan tevhîd ehli de her yerde Hak-la konuşur. Bu durumda herbir tevhîd ehli bir Tûr’dur.
“Şol ki Süfyânî arttı tuğyânı
Oldur şeytânî bir gözü kördür.”
Burada Süfyânın oğlu Yezîd hakkında işâret vardır. O Ehli Beyti ve ayrıca saltanatı zamanında erkek kardeş, kız kardeşi almak câizdir diye fermân yazdırdı ve buna itiraz edecek Ulemâyı ve Ehli Beyti kim severse öldürün demiştir. İşte mısrî efendi beyitlerinde bunu söylüyor.
 

Mısrî’nin dinde izzeti zinde,
Cümle milletten Hamzavî hordur.
 

“Cümle milletten Hamzavî hordur” beytinde geçen “Hamzavî” sözü Hamzavîlerdir. Hamzavîler Bayramî Melâmilerden Hamza adında bir zâttır, Mürşid bir tevhîd ehli idi. Fûsus şârihi Bosnalı Abdullah efendinin müridlerindendi. Lâkin o zamanlar İstanbul Ulemâsı gayet müteassıp olduğundan bunları hor görürlerdi. İşte Mısrî efendi bu beyti buna göre söylemiştir. Hamzavî olanlardan “İdris-i Muhtefî” namında biri vardı ki, asıl adı Ali Bey olup, muhtefî (gizlenmiş) adı onun bu gizlenişinden dolayı ona lâkap olarak verilmiştir.

____________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Bilenler vech-i cânânı bu cism-ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı meh-i tâbânı neylerler.
Bugünkü cennet-i irfâna dahil olsak uşşâk,
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
 

Rahman sûresinde adı geçen dört cennet “Cennet-il a’mâl” (amellerin cenneti) olup mü’minlerin avâmına mahsustur. Orada Hûri, Gilman, meyveler, kasûr (kasırlar, yani köşkler) ile zevk ve lezzet duyarlar. Cennet sekiz adettir. İşte dördü amellerin cennetidir ki, mü’minlerin avâmına mahsus, diğer dördü de tevhîd ehline mahsustur. Orada öyle hurî, gilman, köşkler vesâire yoktur. Onlar bu gibi nefsî zevk almayı istedikleri vakit Cennet-il a’mâle tenezzül ederler. Anların telezzüzleri (lezzet almaları) “Cemâl-i İlâhî” iledir, yani Allahın cemâlini seyretmektir. Hazreti Resûlullah (S.A.V.) min makâmı da oradadır ve “Cennet-il Vesîyle”dir. Bir rivâyette tevhîd ehli de cennet-il a’mâle girerler velâkin cemâl-i İlâhî ile orada telezzüz ederler. Meskenleri cennet-il a ‘mâlde olabilir. Fakat birinci ve sahih rivâyet meskenleri yukarıda olup, nefsî telezzüzleri için istekleri olduğu zaman inerler ve yine makâmlarına yükselirler.
 

Bugün amâ olan yarın dahi amâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
 

Şimdi bugün burada kör olan yarın da kör olur, hatta körden daha aşağı olur, çünkü kör bir insan yine hararetten güneşin doğuş ve varlığını hisseder velâkin bâtın gözü (gönül gözü) kör olan kimse güneşin zâtını hissetmez.

Sülûk ehline insan sohbetin bulmakdürür maksud,
O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.
 

Tevhîd yoluna girmiş sülûk ehli bir kimsenin isteği ancak bir Mürşid-i Kâmilin sohbetini bulmaktır. O bu sohbeti bulduktan sonra hayvan gibi olanların sohbetlerini ne yapsın? Ne yarar görür o gibilerden, belki de zarar görür.
 

Gönül duymazsa vicdân ile Allah-ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
 

Sülûk görmeyen ve gönlü vicdânıyla Hak-kı bulmamış olanın kitaplardan öğrendiği ve lisânı ile söylediği ilim ve irfânın ne yararı vardır?
 

Ne hâsıl şol ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden Hak-ka kim tuğyânı neylerler.
 

Salât-ı ehl-irfân kıblesidir semme vech-ullâh,
O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.
 

İrfân ehlinin namazlarının kıblesi “Fesemme Vech-ullâh” dır. Çünkü irfân ehlinereye teveccüh ederse Hak-kı müşâhede eder. Bu âlemde Hak-tan başka var mı, yoktur. Onun zâhiren “Beyt-i Şerîf” (yani Kâbeye) cihetine teveccüh etmesi Allahın emri olduğundan dolayıdır. Velâkin secde oraya mıdır, değildir. Onun kalbi secdeden ebedî olarak baş kaldırmaz, çünkü iş kalbin Hak-ka secde etmesidir. Kalb bir kere secde etti mi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Zirâ kalbin secdesi kalıbın (yani cesedin) secdesi değildir.
 

Niyâzî künt-ü kenz’in sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lukmân’ı neylerler.

_____________
Vezin : Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Yâ Rab bize ihsân et vuslat yolunu göster,
Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster.
Eyledi hevâ gaaret oldu işimiz âdet,
Dergâhın ola gâyet kudret yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes,
Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster.
Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl
Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster.
 

İkinci beyitte geçen “Pîr” den murad edilen “Mürşid-i Kâmil” dir. Hak-kı bulmak pek kolaydır, velâkin Hak-kı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür. Bunlar kimyâ gibidir, velâkin bulunması kimyâdan güçtür.
 

Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı,
Duymaya Ev ednâ yı hikmet yolunu göster.

 

Birinci beyitte geçen Esmâ, yani isimlerden murad edilen taayyânattır (insanın görünen vücûdu) , “Necm” sûresinin 8. Ve 9. Âyetlerine işârettir: “Sümme denâ fe-tedellâ fekân-e kâb-e kavsey-i ev ednâ”. “Kulum Muhammed bana yaklaştı, daha fazla yaklaştı, tâ ki benimle arası iki yay boyumu kadar”. Âyetlerin bâtını manâları ise: “Denâ” Seyr-i illallâh-tır (Allaha yaklaşma), yani tevhîd mertebelerinde Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i zâttır.
 

Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr,
Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster.

Şu kim ola vuslette, halvet bula celvette,
Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster.
 

Bunlar tevhîdde urûc (yükselme) makâmlarıdır. “Tedellâ” ise nuzûl, yani rücû (avdet edici, geri dönme) makâmları ki, Cem, Hazret-ül Cem makâmlarıdır. “Kaab-e kavseyn” ise Cem-ül Cem makâmıdır. “Ev ednâ” da son makâm olan Ahadiyyet makâmına işârettir. Çünkü Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i Sıfât , Fenâ-i Vücûd makâmları, Bekâ-i Zât, Bekâ-i Sıfât, Bekâ-i Ef’âl olarak bekâ makmlarıdır. Esasen fenâ (yok olma) ve bekâ (tekrar kavuşma) iki kavistir. Bu iki kavis (yükselme makâmı) Cem-ül Cem makâmında birleşirler. Ev-ednâ ise son makâm olan Ahadiyyet makâmıdır. (Son beytinde de Niyâzî Mısrî hazretleri “Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster diye Tanrıya niyâz etmektedir.)

____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün fâilün
Oldu yüzün subh-i senin ey nigâr,
İn fecer-e yenfecer-u enficâr.
Kalmadı bu dilde seni göreli,
İstaber-e yasrabar-u istibâr.
Lütfedüp etme beni bin cevr ile,
İhteber-e yuhteber-e ihtibâr.
Sana atâlar yaraşur bendene,
İftekar-e yeftakir-u iftikâr.
Mısrî’nin herşeyi yolunda olur,
İnteşer-e yenteşir-u intişâr.
Sende çü cem oldu hüsün şivesi,
İkteser-e yektasır-e iktisâr.
Yetmişsekize vardı yaş eyledin,
İhteyer-e yahtayer-u ihtiyâr.
Etme Niyâzî gedâyî meded,
İntezer-e yentazir-u intizâr.
 

Yukarıdaki beyitler zâhir üzre takrir olunmuştur.
Yalnız son beyitte Mısrî efendi “Yetmişsekize vardı yaş” diyerek ihtiyarladığını beyân etmiş ve gerçekten de kendileri Yetmişsekiz yaşında vefât etmiş ve aynı zamanda bununla Şeyhül Ekber (R.A.) hazretlerinin de Yetmişsekiz yaşlarında âlem-i dâr-ül bekâya intikâl ettiklerini bildirmektedir. (H.M. Efendi).

_____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bu halvete bakma güzâf zevk-u safâ halvettedir,
Halvetle kıl içini sâf nûr-i ziyâ halvettedir.
 

Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur fakr-u fenâ halvettedir.
 

Deryâ olup durmaz coşar talazlanup baştan aşar,
Kendisini bilmez şaşar aşk-ü hevâ halvettedir.
 

Halvet üç kısımdır:
1- Şeriatte halvet.
2- Tarîkatte halvet.
3- Hakîkatte halvettir.
 

1- Şeriâtte halvet: Camide Ramazan-ı şerîfin son on gününde yapılan itikâftır (mukaddes bir yere kapanıp ibâdetle meşgul olmak). İtikâf yerinin dâima cemaatle namaz kılınan cami olması ve özürsüz dışarı çıkılmaması şarttır. Özrü meselâ, bir cenâzesi olur veya yiyeceğini tedârik için gibi şeyler olabilir ve o camide oturacağı yerin bir örtü ile sarılması lâzımdır. Hazreti Resûl hasır ile sarmıştı. Ziyâretine gelen erkek ve kadın olduklarını ayırt edebilmesi için kadınların tırnaklarına kına sürmelerini emir buyurmuştu. Fakat sonrada bir kadın bileğine kadar kına koyup elini öpmek isteyince bunu yasakladı. Sünnet olmak üzere eline kına koymanın aslı yoktur.
2-Tarikatte halvet: Bir insanın dört duvar arasında kırk gün kalarak orada ibâdet ve riyâzat ile meşgul olmasıdır. Bu vamiye mahsus değildir, camide de tekkede de veya kendi evinde olur. Yalnız erbain vakti denilen (19 Aralıktan 17 Ocağa kadar süre) zamana münhasır değildir, sair zamanlarda da olur. Hazreti Peygamber yiyecek ve içeceğini alarak Hira dağında bir mağara içinde 15-17 gün veya daha fazla kalarak halvet ederlerdi. Hatta Tarîkat ehlinin halvet yapmalarının istinâd ettikleri husus budur.
3-Hakîkatte halvet: Fenâ-i Ef’âl, Fenâ-i Sıfât ve Fenâ-i Vücûd etmektir. O zaman Hak-tan gayrı kalır mı, kalmaz. Bu mevcûdatın vücûdu Hak-kın vücûdudur. Bu âlemde Hak-tan gayrı mevcûd yoktur.
İsmail Hakkı (K.S.) Muhammediyye şerhinde: “Bizim halvetimiz celvettir” demiştir. Sonra bu hususu bize Şeyh Safî efendi sordu: “İsmail Hakkının bu sözlerinin manası nedir?”. Biz de “Evet asıl halvet celvette olur, yoksa dört duvar arasında olmaz.” diye cevap verdik.
İşte Niyâzî’nin beyitlerinde geçen “Zevk-ü safâ halvettedir” sözlerinden maksadı, sen bu halvete hakaretle bakma, içini saf kıl, yani kalbini halvetle şirkten tasfiye eyle, o zaman senin kalbinde Allahın nûru doğar demesidir.
Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur fakr-ü fenâ halvettedir.
Buraya “Mûtû kabl-e en temûtû” şerefli hadisine işaret olunmaktadır. Öyle ya halvet fakr-ü fenâyı icâ ettirir, çünkü halvet ehlinin ef’âl, sıfât ve zâtı Hak-kın ef’âl, sıfât ve zâtında fânîdir.
Hak-kın esmâsı üç kısımdır: Biri zevâhir ki, esmâ-i hüsnâda geçen Hâlik-ün, Bâri-ün, Musavvir-ün Aziz-ün, Cebbâr-ün gibi isimlerdir. Biri de kinayât, vellezî gibi, birisi de zamirler olup Hû-ve (O), Ente (sen), Ene (ben) gibi. Bunların hepsi ilâhî isimlerdir. Zâhir ehli Hû ya işâret ismidir der. Halbuki Hû İlâhî isimlerdendir, gayb-i mutlaka delâlet eder. Ve bu “Hüviyyet makâmı” Ahadiyyet makâmından daha yüksektir.
 

Encüm ile şems-ü kamer âteşlere düşmüş yanar,
Yer oturup gökler döner arz-u semâ halvettedir.
 

Aç gözünü ibretle bak birdir kamu yakın ırak,
Deprenmez olur dil dudak vasl-ı likâ halvettedir.
 

Firkâtte vuslat isteyen mihnette rahat isteyen,
Vuslatta işret isteyen ayş-ü bekâ halvettedir.
 

Yıldızlar, güneş, ay ateşlere dönüp yanarlar, yani dönerler. Mısrî efendinin yer oturup demesi de yerin döndüğü görülmediğinden dolayı söylemiş, yoksa yer dönmektedir, fakat yerin hareketi devrî, göklerin hareketi ufkîdir.
“Arz-u semâ halvettedir” demek, çünkü onlar da Hak-tır, yakında da uzakta da olan Hak-kın vücûdu değil midir? Evet Hak-kın vücûdudur.
 

Terket Niyâzî sen seni bir eyle gel cân-u teni,
Duya diyen Hak sırrını sırr-ı Hüdâ halvettedir.
 

Ruh dört kısımdır: Biri cemâdî ruh ki Ruhu-şeyin vücûde derler. (Vücûdları katı olan dağlar, taşlar gibi cansız görünen şeyler). Biri de bitkisel ruhtur. Bitkisel ruhta cemâdî ruh da vardır. Bu ruh bitkileri geliştirir. Fakat o bitkiyi kesmiş olsanız, onun bitkisel ruhu gider, gelişmesi durur. Geriye onun cemâdî olan ruhu kalır. Şu halde bitkilerde iki ruh vardır: Biri cemâdî olan ruhu, diğeri de bitkisel olan ruhudur.
Diğer bir ruh da hayvânî ruhtur ki, hayvanların ruhudur. Hayvanlarda da üç ruh vardır: Biri cemâdî olan ruhu ki, bu onun cismidir. Biri de bitkisel ruhu ki, hayvanı büyütür, geliştirir. Diğeri de hayvânî ruhu ki onun hissidir.
Dördüncü ruh: İnsânî ruh ki, insanlarda vardır. İnsânî ruhta da dört ruh vardır: Cemâdî ruh, bitkisel ruh, hayvanî ruh ve insânî ruh ki, bu ruh insanın zihni kuvvetidir. Bu ruhların hepsi Hak-kındır. İşte Mısrî efendinin: “Terk et Niyâzî sen seni, bir eyle gel cân-u teni” dediği budur.
Bir insanın ölümü halinde onun insânî, hayvânî, bitkisel ruhları çıkınca geriye cemâdî ruhu kalır ki, bu ruh onun kalıbıdır. Bu geriye kalan bir cesettir ki, ha taş ha o cemâdî olan ruh ikisi de birbirine eşittir. İşte insanı, insânî ruhun mesken bulunduğuna ikrâm olmak üzere yıkayıp, kefenlerler ve namazını kılıp toprağa verirler. İşte son beyitte geçen “Sırr-ı Hüdâ halvettedir” demek tevhiddedir demektir.
____________
Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün
Vallâhi deccâlsenin emeklerin hebâdır,
Çalıştığın sihr ile ha bir kuru anâdır.
Muhittir Allâh seni her işin ol halk eder,
Mekr-i Hüdâdan sakın bal sandığın belâdır.
Müstedricin keydini keydin içinde gözet,
Kazma derin kuyuyu boyunca var kazadur.
Hasmını da bir gözet var mı sana hilesi,
Bî-hod olandan sakın kim sâhibi Hüdâdır.
Yaprağı yer dudu’l-kazz güle güle dut ağlar,
Yaprağın dut bulur dûdun sonu fenâdır.
Dudul-kazzın askeri her ne kadar çok ise,
Beyzâya girince ol asker ona gınadır.
Çamurda sen Mısrî’yi çok gördükçe basma kim,
Mazlûma sen kıyarsın Allâh sana kıyâdır.
 

Hazreti Resûlü Mekkeden uzaklaştırmak ve onun koruyucusu amcasının yanından uzaklaştırmak için Kureyşin ileri gelenleri çeşitli hileler düşünürlerdi. Hazreti Resûlün geçeceği yolları çalı çırpı koyup kendisine eziyet edelim de buradan kaçıp gitsin. Bu maksatla Ebulehebin karısı ile Süfyanın karısı Hinde birlikte çalılar taşırlardı. Bu arada Ebulehebin karısı sırtındaki yükü ile birlikte çukura düştü ve boynundaki ip onu boğuvermişti. Bunun üzerine bu hileden vazgeçip yeni bir hileye başvurdular.
Bu defa Muhammedi (S.A.V.) dâvet edelim ve geleceği yola derin bir kuyu kazıp üstünü çalılarla örtelim. Muhamed bunu görmez, içine düşer ve ölür diye düşündüler. Gerçekten Hazreti Resûl yapılan dâvete gelmek üzere uzaktan göründü. Ebûcehil karşılamak üzere acele koştu, fkat evvelce yolun genişliğine kazdırdığı kuyuyu unuttuğundan, bu defa kendisi içine düştü ve bağırmağa başladı. Aman yâ Muhammed , gel beni buradan kurtar. Hazreti Resûl gelip mübârek elini uzattı ve Ebûcehili kuyudan çıkardı. Kendisine imân teklif etti. Fakat imândan nasibi olmadığı için Hazreti Peygamberin bu mu’cizesi karşısında: Ah, nice bizim çocuklara iman ederiz dedi. (Ebu Cehil Bedir gazasında Bedrin Arslanları tarafından paramparça edildi.)

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâilün
Esmâ-i İlâhiyyede bî-had hünerim var,
Her demde semâvat-ı hurûfa seferim var.
 

İsimler üç kısımdır: Biri anlam bakımından sarf ve nehiv ehli indindeki isimlerdir. Bunun tarifi kitaplarda yazılıdır. Biri Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin gibi isimlerdir. Üçüncüsü hakîkat ehlinin indinde olan isimdir ki, bu cihetten isim “Taayün” demektir. İnsanın görünen vücûduna taayyün derler. İşte beyitte geçen Esmâ-i İlahiyyeden murad taayyünattır.
Harfler de (Arapçada) üç kısımdır: Biri resmi olan harfler ki, elif, be, te, se, cim gibi. Biri de hurûfu sûriyyedir (sûretlerin harfleri) ki, bu görünen kâinat ve cevâhirdir. Diğeri de hurûfu hakîkiyye ki, İlâhî mertebelerdir. Bunlar, Nûr-i Muhammedî, Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûla, Arş, Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-i Mükevkebdir ki, bunlar İsm-i Bedî, İsm-i Bâis ve sâir isimlerin mezâhiridir. Bunların açıklanmasını “Vâridât” şerhinde “İnnâ aradnal-emânet-e....” âyeti kerimesinin açıklaması esnâsında yaptım. Oraya müracaat olunsun.
 

Gönlüm göğünün yıldızıdır hiç adedi yok,
Her burçta benim bin güneş bin kamerim var.
 

Gönül göğünden murad kalptir. Yıldızdan ise hatıra gelen düşüncelerdir. Hatıra gelenlerin hiç sonu yoktur. Bin güneş ve bin kamerden maksat o hatıra gelenlerden açılan Tanrsal zevkllerdir.
 

Âlimler ebced hocası olmak olur âr,
Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.
 

Âlimler ebced hocası olmağa utanırlar. Halbuki Mısrî efendi diyor: Ebced’e âlî nazarım var, zirâ Ebced Benî İsrâil zamanında bir Melîk idi, onun mazharından nice bu kadar âlem nizam ve intizam bulmuş ve o zamanın Peygamberi tarafından dâvet olunmuş ve onunla nice vak’alar olmuştur.
 

Arş-u semâvatı ulûmun budur elhak,
Hem dahi zemininde tükenmez güherim var.

Kâmil bir insan bulunduğu yerdeki insanları okutsa niceleri irşâd olur. Meselâ o bir bitkiyi bile bir yere dikse mahsul verir. Velhâsıl bunlar her zaman oturdukları yerlerden kâbiliyetli insanlara nice dersler verirler.
 

Bununla bir oldu dem-i Îsâ ile Mısrî,
Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var.

_____________

Vezin: Müfteilün fâilün müfteilün fâilün
Derviş olan kişinin sözleri ümrân olur,
Sâlik-i Hak olanın râhına bürhân olur.
İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların derdine dermân olur.
Her seher efgân edüp bülbülü hayrân eder,
Dideyi giryân edüp sinesi büryân olur.
Beyt-i dili pâk olur zikr-i Hak-kı işiten,
Sabr-u karârı gider işleri devrân olur.
Şem-i cemâle döner pervânedir âşıkûn,
Zannedr ol câhilün devriyle isyân olur.
Münkirleri dahl eder kim ki sösümüz demez,
Yine işi anlara lûtf ile ihsân olur.
 

Hak yolunda olanın sözü hak yoluna delîldir çünkü Tevhîd üzerine söylenen sözler dört kitaba uygundur, Kur’ânın dışında değildir.
 

İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların derdine dermân olur.
 

Ledün ilmi sahipleri, câhil olanların yanına gittikleri vakit onların dertlerine ilaç olurlar, yani onların derdi olan cehillerine irfan ile ilaç ederler.
 

Şem-i cemâle döner pervânedir âşıkûn,
Zanneder ol câhilûn devriyle isyân olur.
 

İlâhî cemâl nûruna âşıklar devreder, câhiller zanneder ki, onların bu devrânları onlara isyân olmaz, belki aşk ile devrân asıl istenendir. Bu devrân aşk ile olmazsa, o zaman bir oyun, yani eğlence olur ki , işte bu devrân haramdır. Hazreti Peygamber hadisi şerifte buyurmuştur: “İstima-u melâhî haram-ün vel-culûs-i fîhâ fisk-ün vet-telezzüz-ü bihâ küfrün”. Bu husus muvahhide, yani tevhîd ehline göre değildir, zirâ tevhid ehlinin oturup dinlenmesi ve lezzet duymasıİlâhî aşk iledir. Bu husus ona hiçbir zarar vermez, ona devrân ne haramdır ne fıstır ne de küfürdür. Fakat İlâhî aşk ile olmayana dinlenmek haram olduğu gibi culûs dahi fısk ve telezzüzü küfür olur.
 

Sanma Niyâzî özün derviş oluptur senin,
Derviş olan kişiler şöylece sultân olur.
 

Son beyitte “ Ey Niyâzî, sen sanma özün, yani hakikatın derviştir. Asıl senin özün sultândır” diyerek bu şiirini tamamlamaktadır.

____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
İnile ey derdli gönül inile,
Ehl-i derdin inleyecek çağıdır.
Gel timâr et yaranı sen aşk ile,
Yaraların onulacak çağıdır.
 

Câhil kimse hastadır. Muvahhid olan ise sağlıklıdır. Cehâlet hastalığına ilaç nedir? Aşktır. Anın için Mısrî efendi: “Gel yarana aşkla ilaç et” buyurdu.

Şol ki gafletle yatup etmez tareb,
Gövdesinde yok mu ola can aceb.
İşte vahdet gülleri açıldı hep,
Bülbülün efgân edecek çağıdır.
 

Şol kimse ki gafletle yatıp kalkar ve hiç derd etmez, merak etmez. Anın gövdesinde canı yok mudur diye şaşılır. Çünkü âyeti celîlede Cenâb-ı Hak: “Mâ min şey’in illâ yüsebbih-u bi-hamdihi”, yani “Herbir şey Allahı tesbih eder.” Gerek cemâdât denlen cansız sanılan taşlar vesâire ve gerek hayvanlar ve gerek sâir her ne kim var hepsi Hak-kı anar. Bak vücûdun bile anar. İşte nabzın zikr-i zâtî ile “ALLAL ALLAH” der, zirâ herşeyin zâti zikri vardır. İmdi nice insandır ol insan ki, vücûdunun zikrinden haberi olmaya. İşte diyor Mısrî efendi; öyle olan insana taaccüp olunur, yani hayret edilir, şaşılır.
 

Sen nedîm idin ezel ol şâh ile,
İmtihân için gelüpsün bu il’e.
 

Nedîm, dost ve sadık kimse demektir. İki dost bir vücûd olursa ona nedim derler. Meselâ tarihte İbn-i Kemâl Paşa ile Yavuz Sultan Selim Han gibi. İşte sen de Cenâb-ı Hak ile ezelde bir vücûd idin.
İmân üç kısımdır: Bir kısmı “İmân-ı Lafzî” ki “Lâ ilâhe illallâh Muhammeddün Resûlüllah” demektir. Bu zâhir ehlinin imânıdır, yani ehli şerîatin imânıdır. Bir kısmı da “İmân-ı Huzûri” ki daima gerek sesli, gerekse gizli sessiz olarak ve bir an gaflet etmeden “Allah Allah” demektir. Bu tarîkat ehlinin imânıdır çünkü zâkir olan ehl-i tarîktir.
 

İnlemek sana yaraşur derd ile,
Hem gözün kan ağlayacak çağıdır.
 

Üçüncüsü Hakîkat ehli ki zâkir değildir. Yalnız sülûk-ü hakikatte zikir ta’lim ettirdikleri her gördüğü şeye Allah Allah diye zikretmesi ve bir parça tevhîde isti’dâtı olsun içindir. Çünkü bu tarzda zikir ehli olan Yirmidört saatte Yüzyirmidörtbin kere “Allah” der.
Hazreti peygamberin buyurduğu: “Zânî zinâ halinde imânı nez’i olunur” sözleri imân-ı Huzûri ehli olanlar hakkındadır. Çünkü lâfzî imân sâhibinin imânı söz iledir, nez’i olmaz. Hakîki imân sâhipleri ise öyle şeye yakın olmazlar.
 

Yok kararı gönlümün bilmem neden,
Kasdeder bin pâre ola bu beden,
Var ise gitmek gerek bu areden,
Aslına azmeyleyecek çağıdır.
Ey Niyâzî dünyâda eyle huzûr,
Şol kişi kim olmaya ehl-i gurûr,
Hak-kı anla etmeden bundan ubûr,
Mevtin elçisi gelecek çağıdır.
 

İmân-ı hakîki ve imân-ı zevkî sâhibleri ne gibidirler?
Meselâ hac için Mekke’ye gidip gelirler, herbiri Mekkeyi bir türlü vasfeder. Bazı dinleyenler sanki orada bulunmuş gibi bilgi sahib olurlar, bunlar imân-ı zevkî sâhipleridir. İmân-ı hakîki sâhipleri ise Mekke’ye gidip orada gezmiş ve her tarafını görüp anlamış gibi olanlardır. İmân-ı lafzî sâhibi olanlar ise Mekke’nin yalnız ismini anarlar.
Son beyitte “Mevtin elçisi” hastalıktır.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kandedir cehl ile zulmet nefs-i su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmetbil anı cânındadır.
Zûlmet-i cehli bırak sen iste nûr-i hikmeti,
Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır.
 

Cehliyle zulmette (bilgisizliği ile karanlıklarda) kalan nerde, ilmiyle hikmette olan nerde. Bunların aralarında ne kadar çok fark var. Beyitte geçen “zulmet-i cehil”, bu sûretleri görüp hakîkati bilmeyendir.
Nûr-i hikmetten murad edilen de tevhîddir. Yani sen tevhîdi iste.
Tevhîd: Tevhîd-i ef’al, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i zâttır. Bunlara erişirsen ârif olursun. O zaman “Cennet-ül ef’âl, Cennet-is sıfât, Cennet-iz zât” da tena’um edersin, yani ef’âl, sıfât, zât cennetlerinden nimetlenirsin.
 

Sûreta bu harman-ı âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzüde ne kim var cümle harmânındadır.
 

Kâmil insan sûreta bu harman âleminde bir tânedir velâkin manâda her ne ki var Kâmilin harmânındadır. Çünkü bu âlemin ma’mûriyeti, yani şereflenmesi Kâmil iledir. Kâmil insan bu âlemden âhiret âlemine intikâl ettiği vakit ma’muriyyet de anınla beraber o âleme intikâl eder.
 

Zâhirâ ahkâm-ı eflâkin velî mahkûmusun,
Bâtnıâ ây-ı gün felekler cümle fermânındadır.
 

Zâhiren hükümlerin hepsi feleklerin mahkûmudur., lâkin hakîkatte ay, gün, felekler hep anın (İnsân-ı Kâmilin) emriyle dönerler.
 

Al ele çevkân-ı zikri hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhîd topunu çünkü meydânındadır.
 

Cevkân, Arabistanda yağız atlara binerler, cevkânı eline alan (keçeden yapılmış kepçe) topu yere fırlatır, atını koşturup fırlatılan topu bu cevkân ile tutabilirse, o kimse hünerli sayılır. İşte diyor Niyâzî hazretleri sen de zikir cevkânınıeline al, nefis atına bin ve tevhîd topunu tutabilirsen, sana düşman yaklaşamaz.
 

Saykal ur mir’ât-ı kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle âlem halkı divânındadır.
 

Kılıçların yüzleri paslandıkları vakit saykal (parlatmaya mahsus âlet) vururlar, böylece paslar dökülür. İşte sen de kalbinin âyinesine saykal vur, pas gibi olan herşeyi kesret görmekten vazgeç. Cümle âlem halkı senin divânındadır, taşra bakma, yani gayri görme.
 

Bil ki vech-i Hak-ka mir’âttır özün bir hoş gözet,
Men aref sırrındaki ma’den senin kânındadır.
 

Senin hakikatin Hak-kın vechine mir’âttır (aynadır). İkinci beyitteki
“ Men aref sırrındaki ma’den” sözleri “Men aref-e nefse-hû fekad aref-e Rabb-e-hû” şerefli hadisine işarettir. Bu şerefli hadise türlü türlü manâlar vermişlerdir. Kimi “ men arefe nefsehû bil-acz fekad arefe Rabbehû bil- kudret”, (nefsinin aczini bilen Rabbinin kudretini bilir),kimisi de “ men arefe nefsehû bil-fakr fekad arefe Rabbehû bil-gınâ” (nefsinin fakrını bilen Rabbinin gınâsını bilir) demiştir. Bunun hakkında büyük bir risâle vardır.
Nefsin iki vechile târifi vardır: Biri icmâli, diğeri tafsilî. Tafsilîsine nihâyet yoktur. İcmâlîsi ise işte bu görünen sûretleri Hak-tan gayrı görmemektir. Nefis budur. Âyeti celîlede :
“Ve men yargab-ü an milleti İbrâhîm-e illâ men sefihe nefsehû...” “İbrahim milletinden olan kimse tevhîdden irâz eylemez, nefsini câhil olan, nefsini bilmeyen kimse irâz eyler.” Buyurulmuştur. Millet-i İbrâhim’den murad tevhîddir. Anın için Hazreti Resûl: “Milletimiz İbrâhimin milletidir” buyurdular. İbrâhim (A.S.) tevhîd babası seçildi. Hatta âhirette cennet ehli bir rivâyette Yirmiyedi, diğer bir rivâyette de Otuziki yaşında cennete girer. Yani gerek Nebîler ve gerek mü’minler genç birer delikanlı olarak zuhûr eder, ancak hazreti İbrâhim (A.S.) beyaz sakallı olup herkes ona tâzim eder. Çünkü o cennet ehlinin babasıdır.
 

Künt-ü kenz-en remzini buldunsa sen Mısrîyâ,
Küll-i yevm-in hû yu anla kim senin şânındadır.
 

Şerefli hadiste: “Künt-ü kenz-en mahfiyyen en u’ref-e fe-halakt-el halk-a li u’ref” buyurulmuştur. Yani “Ben ilmi zâtiyede malumatla mütecellî idim, istedim ki bilineyim, halkı yarattım. Halk yalnız Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi”.
İşte bu şerefli hadisteki remzi (işareti) anladınsa , o zaman “Küll-ü yevm-in hüve fî şe’n” , “O her an bir şe’n dedir” âyeti kerîmesinin senin şânında olduğunu bilirsin. Çünkü bak, kalbin her anda bir teklübdedir (harakette, değişmede). O kalbi tekallüb ettiren kimdir, Hak-tır. İşte O her anda bir şe’ndedir. Onu menedebilirmisin, edemezsin. Zirâ o (kalbin) her an Hak-kın tecellî mahallîdir. Hak-kın tecellîsi kesilmez.
____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kös-i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bîhaber,
Asker-i a’zâya lerze düştü Sultan bîheber.
Kevnde bir taşı binây-ı ömrümün düştü yere,
Can yatur gâfil binâsı oldu virân bîhaber.
Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk-i tenin,
Bir devâsız derde düştüm ah ki Lukmân bîhaber.
Bir ticaret kılmadım ben nakd-i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lîk göçmüş cümle kervân bîhaber.
Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb,
Dîde giryân sine büryân akıl hayrân bîhaber.
Azığım yok, yazığım çok yolda türlü korku var,
Yolum alırsa nola ger div vu şeytân bîhaber.
Yol eri yolda gerektirir çağ ve çıplak aç ve tok,
Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bîhaber.
 

Kûs, büyük bir davul olup kasnakları bakırdan yapılmış bir çalgıdır. Vaktiyle paşalar bir yere gittikleri vakit önlerinde bunu çaldırırlardı. Sultan Murad da Sultân-ı ruhtur.
Son beyitte: “Yol eri yolda gerektir...” de yol eri gibi sülûk ehlinin sülûklerinin seyri esnasında açlık, tokluk, çıplaklık gibi düşünceleri olmamalıdır. Mal zenginliğini veren Cenâb-ı Hak-tır. Kezâ insanların nafaka ve kisvelerini (giysilerini) de veren O dur.
____________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Hak-kın kullarını bâzı kul eyler,
Anı kul eylemez yine ol eyler.
Alan veren O dur bâzâr içinde,
Kimin bây ve kimini yohsul eyler.
Kiminin bakırını eder altun,
Kiminin altunun kara pul eyler.
Kimini güldürür dâim cihânda,
Kiminin âh-u efgânın bol eyler.
Kiminin sevdiğin alur elinden ,
Kiminin erini alır dul eyler.
Kimine istemezken verir evlad,
Kimi ister ana yâd oğul eyler.
Kimi bulmaz giye culdan abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler.
Kiminin tatlı balın eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.
Kimine kimya ilmini öğretir,
Ne varsa bakırlarını altın yapar.
Kimin bülbül eder güle kılur zâr,
Kimin pervâne veş yakıp kül eyler.
 

Pervâne âşık olduğu için kendisini ateşe atar dedikleri doğru değildir. Pervâne ve kelebek gibi hayvanların gözlerinde kirpik olmadığından görüşlerinde yanılırlar, gözlerinde kirpik olanlar ise yanılmazlar. Pervâne de günün nuruna alışır, gece olup karanlık basınca nerede bir ışık görse, bir mum görse, onu nûrlu bir kapı sanır, geçmek ister, ateşte kavrulup kül olur.
 

Eder ak güneşin geh kara balçık,
Kara bakçığı açar gâh göl eyler.
Kimi isâ nefestir eder ihyâ,
Kimi deccal olup sağa öl eyler.
 

Hazreti İsânın mu’cizesi ölüleri diriltmedir, bir kızla iki erkek diriltmiştir. Vefat etmiş bir kızın cenâzesini götürürlerken, ardınca ana ve babası çok göz yaşı dökmekte idiler. Ana ve baba hazreti İsâyı görünce; rica ederiz, evladımız yalnız bu kız idi.o da öldü, ne olur duâ et dirilsin. Hazreti İsâ duâ etti, kız tabut içinden kalktı ve konuşmağa başladı. Bir de yeni ölmüş bir erkek mezarına götürdüler, duâ etti, o da dirildi. Sonra dedilerki, bunlar yeni ölülerdi. Eski bir ölüyü dirilt de görelim. Hazreti İsâ “kimi isterseniz dirilteyim” dedi. Nûhun oğlu Sâm (A.S.) mı diriltmesini istediler. Şam’ın bir kasabasında gömülü bulunan hazreti Sâm’ın mezarına gidildi. Hazreti İsâ: “Kum bi-iznillâh”, “Allâhın izniyle kalk” deyince Sâm mezarından doğruldu, sakalı ağarmıştı. Hazreti İsâ Sâm’a “Niçin sakalın beyazlamış, sizin zamanınızda bu hal yoktu”, zirâ sakal ağarması hazreti İbrâhim (A.S.) zamanından beridir, ona ikrâm olmak üzere Cenâb-ı Hak kullarına bunu tecellî ettirir. Hazreti Sâm: “Kum” sadâsı kulağıma geldi, zannettim ki, kıyâmet koptu. Anın için sakalım ağardı”. Ve sonra hazreti İsâ tekrar “yat” dedi. Ve yattı.
İkici beyitte “sağâ” demek yalancı demektir, çünkü Deccâl yalancıdır; maiyetinde cinler bulunur. Birini çağırıp, senin ananı ve babanı dirilteceğim ve tutar cinleri o kimsenin ana ve babası kıyâfetine koyar. İşte o bu gibi yalancılık ile âlemi aldatır.
 

Çürüğü sâğ edip sâğı çürük hem,
Solu sâğ ve sâğı gâhı sol eyler.
 

“Çürüğü sâğ” demek, işte hazreti İsâ’nın Nûhun oğlunu çürümüş iken sağ etti. Yani diriltti demektir. Cenâb-ı Hak cisimler çürüyüp toprak olsa ve madenlere karışıp meselâ demir olsa, kıyâmet gününde --- o insanın – herbir organını toplayıp diriltir. “Sağı çürük” demek, işte insan sağ iken ölür.
İkinci beyitte “solu sağ, sağı sol” demek ise, meselâ bir memur küçük bir mertebede iken yüksek bir mertebeye, tefi ettirilir, kezâ büyük bir mertebede iken işlediği bir hatadan dolayı rütbesi aşağıya indirilir. Gerçekte bütün mertebeleri veren Hak-tır.
 

Ayağı baş, başı eder geh ayak,
Dili kulak, kulağı hem dil eyler.
 

“Ayağı baş, başı ayak” demek fakiri Sultan, Sultanı fakir eder. Buna misal olarak; işte İbrâhim bin Edhemin hikâyesinde olduğu gibi o bir beldenin Sultânı iken, tahtını ve tâcını terkedib fakir oldu.
Diğer bir misal de, hazreti Mûsâ zamanında olmuştur: Mûsâ (A.S.) Hak ile görüşmeye giderken yolda büyük bir taşın üstüne bir adamın oturmuş dâima orada yatıp kaldığını görür. Ne zaman oradan geçse fakir ona: “Yâ Mûsâ, Hak-la görüşürken beni hatırla ve benim için rica et, bana mal versin”. Hazreti Mûsâ görüşmenin sonunda, fakirin hali için rica etti. Cenâb-ı Hak: “Onun hakkında fakırlık hayırlıdır” demiş ise de hazreti Mûsâ: “Aman yâ Rabbî buna mal ver” deyince, İlâhî hitap vâki oldu: “O fakir üstünde yattığı taşı kaldırsın, altında define var, alsın”. Dönüşte hazreti Mûsâ bunu fakire bildirdi. Fakirde taşı kaldırıp defineyi alıp şehre gitti ve kendisine mükellef bir konak yaptırdı ve çevresinin en zengini oldu. Bu sırada orası hükümdârsız kalır, halk da çok zengin olan bu adamı başlarına hükümdâr yaptı.
Birgün hazreti Mûsâ onun sarayının önünden geçerken fakir adamı ziyâret etmek ister. Yeni hükümdâr olan adam vekil vükelâsıyla oturmuş görüşme yapıyor. Sarayın merdivenlerini çıkmakta olan Mûsâ’yı gören adam hizmetkârlarına : “Bir dilenci geliyor, ona vurun ve saraydan kovun” diye emir verir. Derhal hizmetkârlar hazreti Mûsâ’yı hakaretler ederek saraydan uzaklaştırırlar.
Hazreti Mûsâ tekrar Hak-la görüşmesinde: “Yâ Rab, o fakir adam bana şöyle şöyle yaptı onun malını geri al” diye rica etti. Sonra Cenâb-ı Hak o memleket halkına adamın hükümdâr olmasından dolayı pişmanlık verir, onu azlederler, malını, mülkünü yağma edip, adamı eski haline getirirler. Adam gelip tekrar o eski taşın üstünde yatıp kalkar, hazreti mûsâ’yı görür, bu defa hazreti Mûsâ ona: “Allâh buyurmuştu, fakirlik senin için hayırlıdır”. İşte Mısrî efendinin “ayağı baş, başı gâhı ayak eyler” buyurduğu budur.
 

Fili gâhı karınca kursağına,
Koyup karıncayı gâhi fil eyler.
 

Hazreti Süleyman’ın âyeti kerimede geçtiği vechile konuştuğu karınca hakkında anlaşmazlık vardır. Kimi o karınca koyun kadar idi, kimi de fil kadar büyük idi dedi. İşte bu beyitler bunu ifade etmektedir.
 

Çıkarır gâhı yoldan nice yolcu,
Gehî yolcuyu göstermez yol eyler.
 

Cenâb-ı Hak bir kimsenin rızkını her nerede ise verir. Buna misâl olarak şu hikâyeyi anlatalım: Zatın biri hac maksadıyla bir kervanın eşliğinde büyük bir tevekkül ile Mekke’ye gelir, haccını yapar. Dönüş zamanı geldiğinde, artık kervana yük olmamak maksadıyla sapa bir yoldan dönmek ister ve yola koyulur. Fekat birkaç gün geçince aç kalır, gücü kuvveti kalmaz, bayılıp yolda yığılıp kalır. Bir süre sonra yolunu şaşırmış başka bir kervân sapa yolda adamı yerde baygın halde bulur. Ağzını açıp yemek vermek isterler, açamazlar. Sonunda ağzını bıçakla açıp bir az yemek ve su verirler, adamı ölümden kurtarırlar. “Bunu niçin yaptın” derler. Adam başından geçenleri tamamıyla anlatınca, kafile başkanı: “Şüphesiz sana rızkını vermek için Cenâb-ı Hak bir kervânı yolundan saptırdı ve sana getirip, hayatını bahşetti” der.
 

Geh ıssız harâbı şenlik edüp,
Gehî şenliği dağıtıp bıl eyler.
 

Bir memleketin halkı Hak-ka âsî oldu. Cenâb-ı Hak o memleketi harap etti. Bugün bile oraları öylece haraptır. Meselâ, Mekke ile Medine arası da haraptır, şenlik yoktur. Fekat Hazreti Resûl efendimiz: “Kıyâmete yakın Mekke-i Mükerremeden ta Medîne-i Münevvereye kadar birbirlerine bitişik şehirler kurulacak ve aralarında bağlar ve bahçeler kurulup sular akacaktır” diye buyurmuştur. Şimdiden bu şenlikler peydâ olmağa başlamıştır.
 

“Anâsır ipliğin tab iğnesinden,
Geçirüp onu bu bunu ol eyler.
Yeli gâhî letâfetle eder öd,
Ödu gâhî kesâfetle yel eyler.”
 

Tabiat dört esas üzerine yaradılmıştı: Haraket (ısılık), soğukluk, katılık, rutubet (nemlilik). Isılık ve soğukluk bunların ikisi asıldır. Katılık, yaşlık, yani nemlilik fer’î yani aslın sonucudur. İkisinin bir araya gelmesiyle yeni bir şey meydana gelir. Meselâ, ısılık ve katılık bir araya gelirse ateş olur. Soğukluk ile nemlilik bir araya geldikte su olur. Soğukluk ile katılık bir araya gelirse toprak olur, ısılık ile nemlilik bir araya gelse hava olur.
Anâsır da dörttür: Ateş, su, toprak, havadır. İşte tabiatın yaradılışı olan ısılık, soğukluk, katılık ve nemlilik bu dört unsurdan ikisinin birleşmesiyle meydana gelir.
 

Suyu dondurup eder taş ve toprak,
Taşı toprağı akıtıp sel eyler.
 

Şap denizine şap denildiği (tuz ve diğer madenlerin) katılaşmasından dolayıdır, çünkü su taşlaşır. Meselâ, bu yıl bir gemi bir yerden geçse, gelecek yıl başka bir yön arayıp bulması gerekir, zirâ evvelce geçtiği yer birer taş halindedir.
 

Hurûf-ı carre gibi cümle eşyâ,
Birbirine uzanıp el eyler.
 

Eder âkilleri çok işde âciz,
Eder öyle bir iş san âkil eyler.
 

Eşyâ da harfi cerler gibi birbirlerine bağlıdırlar. Her işde âkil-i danâ olanları âciz bırakır, çünkü iş akıl ve tedbir şle olmaz, Hak-kın tesiriyle olur. Hak-kın tesiri olmadıkça akıl ve lityâkat ve tedbir fayda vermez. Akıl âciz kalır. Cenâb-ı Hak öyle bir iş ederki, sanırsın onu akıl etti, halbuki tesir Hak-kındır, akıl hiçbir işi onsuz edemez.
 

Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,
Lûgaz bunda muammâsın ol eyler.
 

Son beyitte geçen lugâz sözü, zâhir mânâsından bir şey anlaşılmayacak derecede söylemektir. Meselâ, Fakîhler, tuzu çok yersen oruç bozulur, kefâret lâzım gelmez. Az yersen oruç bozulur, kefâret dahi lâzım gelir, çünkü kefârette tad duyma şarttır. Halbuki tuzun çoğu ile tad alınmaz, ancak az yenirse tad alınır, bu sebepten kefâret lâzım gelir derler. İşte lugâz budur.
______________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey sanem noldun cana kasdin var,
Bağrımı deldin kana kasdin var.
Başım önünde cevkân elinde,
Çelmeden gayri ya ne kasdin var.
Tiğ-i gamzenle doğradın bağrım,
Cism-u cânı kurbâna kasdin var.
Onmadık başım kavgâya saldın,
Pâdişâhım seyrâna kasdin var.
Beni gör noldum sararup soldum,
Vaslın umarken hicrana kasdın var.
Bu vücûdumu ödlere yakdın,
Ben de bildim bir yana kasdin var.
Bu Niyâzî’yi ağlattığından,
Anlanur kim ihsâna kasdin var.
 

“Ey sanem noldun cana kasdın var
Bağrımı deldin kana kasdın var.”
 

Sanem put demektir. Beyitte geçen sanem ise dünyâdır. Putperestlik daha âdem oğullarından kalmadır. Çünkü o zamanlarda da insanlar hazreti Âdemin Ved, Sugar, Yegus ve Nasr adlarındaki dört oğlunun sûretleriyle ayrıca bir kuş sûreti yaptılar, gerdanlarına birer çan astılar ve kilise gibi yerlere koydular, kapısının yanına da büyük bir çan astılar. Bir kimse bunlara ibâdet ve duâ etmek için buraya geldiğinde önce kapıdaki büyük çanı çalar, güyâ içerideki putları uykuda ise onları uyandırır, sonra içeriye girip, baştakinin gerdanında asılı çanı sallayarak duâ ederdi. Sonra bu mihval üzere diğer üç putun da yanına giderek duâlarını yaparlardı. En önceki bid’at budur. Sonraları câhiliyyet devrinde (Hazreti Resulden önceki devir) bunların yerine Evsân denilen taşlar put ittihaz edildi. Evsân sûret olmayıp, mezar taşları gibidir. Şimdiki Beyt-i Şerifin çevresinde anların yerlerinde direkler var, kandiller asarlar, işte Evsân denilen bu taşlar oralarda dikili idiler. Her bir kavim gelir, önce Beyti şerifi tavaf eder ve sonra mensup olduğu taşın yanına geldiği vakit ona secde ederdi.
 

Başım önünde cevkân elinde,
Çelmeden gayri ya ne kasdin var.
 

Cevkân Arabistanda atlara binen süvâriler tarafından oynanan bir oyundur. Ellerindeki topu fırlatırlar, onu cevkân denilen keçeden yapılmış torbalarla yakalamak bir mahâret sayılır (atlı golf oyunu gibi).
___________
Vezin : Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.
Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet yolunda berdâr olur.
Leylâ-yı aşkın senin her kimi mecnûn eder,
Firkât ödüne yanup her gice bîmâr olur.
Varlık cibâlin kesüp dost iline yol eder,
Ferhatleyin gözünün yaşları pınâr olur.
Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,
Derdine düşen Şâhın tahtı târümâr olur.
 

“Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.”
 

Aşkın üç mertebesi vardır: Bunlardan muhabbet, yani sevgi istikrar eder, yerleşir ve herbir kuvvet ve organlarıyla, hatta vücûdunun her bir kılıtla maşûkuna (Sevgilisine) teveccüh ederse buna aşk denilir.İşte bir insan aşk yolunda tam bir bütün halinde sevgilisine bağlı olarak kendisini kaybederse muztarib, mükedder. (acı çeken acılı) derler. Kezâ kemâliyle mâşûkuna dönük ve kendisini bu yolda yok edecek derecede aynı mâşûkunu kendisinde müşâhede ederse, ona heymân (mecnûn) denilir. Meselâ, Müheymiyun melekleri gibi. Hatta Âdem (A.S.) a melekler secde ile emrolundukları vakit Müheymiyun melekleri bu İlâhî hitâbı işitmiyerek secde etmediler. İşte aşktaki bu mertebeye heymân mertebesi denirki, İbrâhim (A.S.) ın makâmıdır.

İkinci beyitte geçen nârdan murad, burada bildiğimiz ateş değildir.İlk önce halk olunan “Nûr-i Muhammedî” dir. Bunun Rûh-i Muhammedî, Akl-i kül ve Kalem-i Alâ gibi sâir isimleri de vardır.
Rûh rihten müştaktır. Çünkü rih rüzgâr demektir, yani havadır. İşte havayı solunumla içine aldığın vakit ona nefesi dahil (içri alınan solunum) denirki hayatın mayasıdır. Nefes-i (dışarıya verilen solunum) soğuktur. Nemlilik ve kuruluk bundan meydana gelir. Arşı ve Kürsî ve Felek-i Atlas vesâir bütün yaratıkların hepsi bu Ruh-i Muhammedîden halk olundu. Isı fazla olursa ateş, soğukluk fazla olursa yel, kuruluk fazla olursa toprak ve nemlilik fazla olursa su denilir. İşte insan nefsini içeri atıpta dışarıya veremezse, yani içinde kalırsa o nefes ısınır ve bunun sonucu adam ölür.
 

“Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet yolunda berdâr olur.”
 

Berdârın manası asılarak idâm demektir. Mansûr (K.S.) nin öldürülmesi hakkında doğru olanı onun kılıçla katledilmiş olmasıdır. Çünkü Mansûr aşkın fazlalığından “Enel-Hak” dedi. Sonra önce onu hapsettiler ve tevbe etmesini teklif ettiler ve Hazreti Resûlüllâhın bunu yasak ettiğini kendisine anlattılar, ikna olmadı. Dayısı “Cüneyd-i Bağdadî” ve Şeyhi “Hazreti Şiblî” şer’an ve hakikaten hatli lâzım geldiğine fetvâ verdiler. Abbasîler devrinde zamanın Melîkinin emriyle ve Ebul-Hârisin kılıcıyla katledildi. Çünkü asılmak cezası yol kesicilerin cezasıdır. Yol kesici insanların parasını da alır eli kesilir, hem de asılır, yalnız parasını alırsa eli kesilir, asılmaz parasını da almaz, yalnız korkutursa memleketten dışarı çıkarılır. Hallâc-ı Mansûr ise diliyle yol kesmiş sayıldı ve bu cezaya müğstehak oldu.
 

Ben de ârı terkedip girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına düştüyse bi-âr olur.
 

Âr dan murad kibirlenmedir. Kişi kibri terketmeden derviş olamaz.
 

Bu yolda cânın veren cânân alur yerine,
Aşk dükkânında anın canyile bazâr olur.
 

Bu yolda can vermek şöyledir: İnsan önce ef’âlini ifnâ eder, sıfâtını ifnâ eder, vücûdunu ifnâ eder. İşte canını vermiş olur, çünkü onda bir şey kalmaz. Sonra ef’âline karşılık İlâhî ef’âl gelir, sıfatlarına karşılık İlâhî sıfât gelir, vücûduna karşılık İlâhî vücûd gelir demek olur.
Beyitte geçen cânân ki, yani mahbub ki (sevilen), bundan murad Hak-tır, anı alır.
 

Ey dilber-i rûhânî al koma işbu cânı,
Sevdâna düşeliden dünyâ bana dâr olur.
 

Terk et Niyâzî seni bul anda o Sultanı,
Herkim canından geçer ol vâsıl-ı Yâr olur.
___________
Vezin : Mef’ûlü mef’âîlü mefâîlü feûlün
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler,
Ol ahde vefâ eyleyüp ikrâra gelirler.
 

Hazreti “Muhammed Mustafa” (S.A.V.) min sûret-i nûrâniyesinin (nurlu sûretinin) yüzünü gören “Elest” bezminin (elest meclisinin) ahdine vefâ ederek ikrâr etti ve her an da o kimse Allâhın “Elest-ü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) hitâbını işitip buna karşılık o “Belî” (evet) der.
 

Anlar ki ezel gözleri saçında kaluptur,
Bunda seni hiç bilmeyüp inkâra gelürler.
 

Ancak siyah saçlarını gören kâfirler onu inkâr ettiler.
 

Çeşmin kadehin nûş eden Abdâl-ı İlâhî,
Ol aşk ile bu âlemi devvâre gelirler.
 

Mübarek gözlerini gören İlâhî abdallar (âşıklar) ise o aşkla bu âleme geldiler.
 

Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı,
Mansûr gibi meydâna girüp dâra gelirler.
 

Zülfünün telini gören Mansûr gibi berdâr olur (yeri dar ağacı). “Ene” (ben) demek şer’an yasaktır. Mansûr ise “Enel-Hak” (Ben Hakkım) dedi. Gerek şerîat ehli gerek hakîkat ehlinin, yani Ehlullahın matrûdu oldu, bu yüzden katlonuldu.
 

Şol dâneleri gör biter eşçâr olur,
Sırrıyle içinden yine esmâre gelirler
 

Her neyi tarlaya ekersen, meselâ buğdayı ekersen yine buğday verir. Velhasıl herkes bir yol almış o yol ile gider. Eğer saîd ise saadet yoluyla, şakî ise şekâvet yoluyla bu âleme gelir. Saîd olan kimse şakîlik, şakî olan kimse de saadet yoluna gitmez.
“Küll-ü mevlûd-in yüvellid-ü alel fitret-il İslâmiyye sümme ebahu yehûdâne ve yensarâne” buyuruldu. “Her doğan çocuk İslâm üzere doğar, onu ailesi Yahûdi veya Hristiyan yapar. Herbir çocuk daha doğuşunda bir ilmi vardır. Daha doğumundan kısa bir süre sonra çocuk anasının memesini arar, çünkü Cenâb-ı Hak sağlığını koruması ve selâmette kalması için ona bunu öğretir, çocuk bu fıtrî ilim ile dünyaya gelir. Bu ilim onun ana ve babasıyla konuşmaya başlayana kadar alınmaz, sonra alınır. Çocuğun âilesi Yahûdi ise Yahûdi, Hristiyan ise Hristiyan, İslâm ise İslâm olur, o yolu tutar.
 

Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil,
Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler.
 

Hiç biri izinden çıkıp âher yola gitmez,
Her birisi bir yol ile bazâra giderler.
 

Cemâl mazharı olan cemâl yolunu, celâl mazharı olan celâl yolunu tutar. Cemâl ehli cemâl yolunun ve celâl ehli celâl yolunun dâvetçilerine ve o yolun dâvetine icâbet eder. Cemâl yolunun dâvetçileri ülemâ ve meşâyih Hazreti Resulullâhın vekilleri, despot ve papazlar da şeytânın vekilleridir. Çünkü “Hâdî” isminin en başta gelen mazharı “Resulullâh” (S.A.V) efendimizdir. “Mudil” isminin baş mazharı ise şeytândır.
 

Yoları ne var ayrı ise hep sana âşık,
Cümle seni ister sana didâre gelirler.
 

Bunların yolları her ne kadar eğri ise de cümlesi Hak-ka âşıktır, yani kâfir kendi yolunun hak olmadığını bilse o yolda durur mu? Tabii durmaz, o bu yolu haktır zanneder de o yolda bulunur.
 

Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî,
Hârın gezüp evvel sonu gülzâre gelirler.

___________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Çıkıp hüccâc ile gitmek ne güzeldir, ne güzeldir,
Yolunda cânı terketmek ne güzeldir, ne güzeldir.

O yolların mugeylânı âşıkların gülistânı,
Visâlin haccı lezzâtı ne güzeldir, ne güzeldir.

O yolların riyâzâtı eritir hep hatîâtı,
Hicâzın yol kerbânı ne güzeldir, ne güzeldir.


Bir adam hac yapmak niyetiyle evinden çıkıp yolda vefât etmiş olsa o kimse kıyâmete kadar bundan mahrum olarak bekler. Fakat Beyt-i Şerîfin cennete idhal olunacağı hakkında İlâhî emir bulunduğundan melekler gelip Beyt-i Şerîfe: “ Yürü ey mübarek cennete” dediklerinde Beyt-i Şerif: “Beni ziyâret etmek üzere benim yolumda vefât eden ve çevremde gömülü bulunanlar beraber olmadıkça ben cennete girmem” cevabını verir. Sonra yine İlâhî emir sâdir olur ve beraber cennete dâhil olsalar gerektir.


Nebilerin nazargâhı, Velîlerin karargâhı,
Görürsem Kâbetullahı ne güzeldir, ne güzeldir.


Nebîlerin her biri Beyt-i Şerîfi ziyâret etmiştir. Velîlerin de bir çoğu orayı ziyâret eder ve orada bulunur. Hatta “Abdülkadir-i Geylânî” hazretleri Bâb-ız-ziyâde’de bulunan kırmızı direk dibinde yedi yıl oturmuştur. Velâkin Mısrî efendi hac etmemiştir. Anın için;


Niyâzî’ye nasib olsa varup maksûdunu bulsa,
Safâ ve zevk ile dolsa ne güzeldir, ne güzeldir.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey garib bülbül diyârın kândedir,
Bir haber ver gülizârın kândedir,
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,
Var senin elbette yârin kândedir.
Arttı günden güne feryâdın senin,
Âh-u efgân oldu mu’tâdın senin,
Aşk içinde kimdir üstâdın senin,
Bu senin sabr-u karârın kândedir.
Bir enisin yok aceb hasrettesin,
Rahatı terk eyledin mihnettesin,
Gice gündüz bilmeyüp hayrettesin,
Yâ senin leyl-ü nehârın kândedir.
Ne göründü güle karşı gözüne,
Ne büründü baktığınca özüne,
Kimse mahrem plmadı hiç râzına,
Bilmediler şehsüvârın kândedir.
Gökte uçarken seni indirdiler,
Çâr-ı unsur bendlerine urdular,
Nûr iken adın Niyâzî verdiler,
Şol ezelki itibârın kândedir.
 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi)

____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Hak-kı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur,
Aşk ödüne yanıkların eğlencesi tevhîd olur.
 

Durmaz işim sürer dili sorar müdâm doğru yolu.
Gerçek ere diyen belî eğlencesi tevhîd olur.
 

İzinden ayırmaz gözünü canla tutar sözünü,
Görmeğe eyür yüzünü eğlencesi tevhîd olur.
 

Tevhîd: Ef’al (yani insandan zuhur eden işler) ve sıfât (insandaki niteliklerin tümü) ve zât (vücûdun) Hak-kın olduğuna vâkıf olmaktır.
 

Durmaz isim sürer dili sorar müdâm doğru yolu,
Gerçek ere diyen belî eğlencesi tevhîd olur.
 

Beyitte “Durmadan hem sürer dili” demek zikr-i dâim (devamlı Tanrıyı anma) dir. Çünkü Cenâb-ı Hak kuluna zikri ihsân ettimi ve perdesini kaldırdımı bir daha geri almaz.
 

Halkın arasından çıkar tevhîdi görmeye can atar,
Bülbül gibi daim öter eğlencesi tevhîd olur.
 

Halk arasından “Fenâ-i Ef’âl” (fiillerde yok olma), “Fenâ-i Sıfât” (sıfatlarda yok olma) , “Fenâ-i Zât” ile (vücûdu ifnâ etmekle, yani Hak-kın olduğunu bilmekle) çıkılır. Bu “Fenâ-fillâh” tır (Hak-ta fâni olmaktır). Yoksa halktan ayrılıp bir kenara çekilmek demek değildir.
 

Mal-ü menâlin terkeder ehl-ü iyâlin terkeder,
Hâl ile kâlin terkeder eğlencesi tevhîd olur.
 

Mal, mülk, âilesini, hal ve boş sözlerini terk etmekten maksad ise tevhîddir, yani bunların tümünün kendisinin olmadığını bilmektir.
 

Son beyitte geçen “Can kuşu” ndan murad ruhtur.
Dünya ve ukbâ perdesin ardına atar cümlesin,
Ko mâsivâ eğlencesin, eğlencesi tevhîd olur.
Mısrî’ye uyan kişinin gider çürüğü işinin,
İçindeki can kuşunun eğlencesi tevhîd olur.

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mef’ûlü feûlün
Ey gönül gel ağlama zâri zâri inleme,
Pîrden aldım haberi ol bî-nişân sendedir.
Sendedir dostun ili sende açılır gülü,
Söyler bu can bülbülü gül-i handân sendedir.
Gezme gel bahr-u berrî kendinden iste sırrı,
Cism-ü câna hükmeden gizli sultân sendedir.
Anladınsa sen seni, bildin ise cân-u teni,
Gayri ne var ey gönül cân-u canân sendedir.
Ten tahtıdır bu cânın, can tahtıdır cânânın,
Ey Niyâzî şüphesiz ol bî-mekân sendedir.
 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi).

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mef’ûlü mefâîlü
Ey tarikat erleri ey hakîkat Pîrleri,
Bir haber verin ol bî-nişân kandedir.
Kandedir dostun ili kande açılur gülü,
Dost bahçesi bülbülü gül-i handân kandedir.
Aradın bahr-u berri bulmadım ben bu sırrı,
Cism-ü candan içeri gizli sultân kandedir.
Madem ki can tendedir ten canla zindedir,
Amma nidem bilmedim câna cânân kandedir.
Niyâzî’ ye can olan sırrında sultân olan,
Din-ü hem imân olan ol bî-mekân kandedir.
 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi)

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır,
Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’ân andadır.
Her şeye mahluk gözüyle baksan ol mahluk olur,
Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdân andadır.
Kesret-i emvâca bakma cümle bir deryâ dürür,
Her ne mevci kim görürsün bahr-ı ummân andadır.
Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,
Bir ilimdir ol ki cümle ilm-ü irfân andadır.
İbret ile şeş cihetten görünen eşyâya bak,
Cümle bir âyînedir kim vech-i Rahmân andadır.
Söyleyen ol, söylenen ol, görünen ol, gören ol,
Her ne var âlâ ve esfel bil ki cânân andadır.
Mazhar-ı tam veli Âdem yüzüdür şüphesiz,
Künh-ü zâtı hem sıfâtı cümle yeksân andadır.
Haşr-u neşr ile Sırât-u Dûzeh-u mâlik azab,
Hem dahi Rıdvân-u cennet hûr-u gılmân andadır.
Görünen sanma Niyâzî’ nin heman sen mülkünü,
Gönlü bir virânedir genc-i pinhân andadır.
 

Zâhir üzre takrîr olundu (Hacı Maksûd efendi).

___________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün
Âriflere esrâr-ı Hüdâdan haberim var,
Âşıklara dildâr-ı bekâdan haberim var.
Ey firkât ödüne yanuben bağrı göyünen,
Gel kim yarana türlü devâdan haberim var.
Gel ölü isen sözlerime tut kulağın kim,
Can bahşedici nefh-i nidâdan haberim var.
Âdem yüzü ol yâre ol mukâlib dedi Ahmed,
Bu sözde olan remz-u îmândan haberim var.
 

Evet “Âdem” mazharı zattır. Zâhir ve bâtın bütün âlemler Hazreti Muhammedin tafsilâtı değil midir? Hazreti Muhammed metin gibi olup âlemler anın tafsilâtıdır. Çünkü “Resûlullâh” Allahın nûrundan yaratıldı. Âlemler de “Muhammed” in nûrundan yaratıldı.
Âdemin ilmi allemel esmâdır, yani âyrt-i celîlede buyurulduğu gibi: “ve allem-e Âdem –el esmâ-e küllehâ”, “ ve bütün isimler Âdeme öğretildi” fehvâsınca bu isimler ancak irfân mektebinde öğrenilir.
 

Gir mekteb-i irfâna oku Âdemin ilmin,
Âlemlere bu ilm-i künnâdan haberim var.
 

Mektepler (okullar) üç kısımdır: Biri sibyân mektebi (ilk okul) ki, elifbâdan başlatarak son harfe kadar tanıtır. Sonra okumaya başlayınca ikinci mektebe (orta, lise ve yüksek okullara) geçilerek orada daha geniş bilgi öğretilir. Bunları da ikmâl ettikten sonra “ İrfân mektebi” ne devam edilir ve şimdiy--e kadar okudukların hakîkatleri öğrenilir. Meselâ, “elif” in hakikâti nedir, “be” nin nedir, “te” nin nedir? O irfân mektebinde bunları bir “Mürşid-i Kâmil” den okuyup öğrenilir.
 

Vechinde yedi Fâtihâ âyâtı yazılmış,
Âdemdeki âyât-ı Hüdâ’dan haberim var.
 

“Fâtihâ-i şerîfe” yedi âyettir (buna Besmele dahildir ve Fâtihânın birinci âyetidir). Fâtihânın yarısı Hak lisânından, yarısı kulun lisânındandır. Çünkü; “İyyâk-e na’büd-ü ve iyyâk-e nestaîn”, “ Yâ Rab, sana ibadet eder ve senden yardım isteriz”. Altıncı âyet: İhdines-sırâtel müstakîm”, “ Bize tevhîd yoluna hidâyet ver”. Yedinci âyet: “Sırâttel-lezîyn-e enamt-e aleyhim gayr-il mağdub-i aleyhim veled-dâllîyn”, “ Biz Yahûdiler gibi değiliz, biz dalâlette olan Hristiyanlar gibi dahi değiliz”. Bunlar Hak-kın sözleridir. Halbuki kul lisânından söylenmiş değil midir? Evet kulun lisânındandır. Bak Hak-kın lisânından olanlar da şunlardır: “Elhamd-ü lillah-i Rabb-il âlemîyn” Fâtihânın ikinci âyetinde: “Bütün âlemlerin Rabbi olan Allaha hamdolsun”. Cenâb-ı Hak bu âyetiyle Ulûhiyyet ile Rubûbiyyetini beyân eyledi. Üçüncü âyeti: “Er-Rahmân-ir-Rahîm”, “O Rahmân esirgeyici, Rahîm bağışlayıcıdır”. Allah Rahmâniyyet ile Rahîmiyyetini beyân eyledi. Dördüncü âyetinde: “ Mâlik-i yevmiddîn”, “ O Din gününün mâlikidir”. Allah bu âyette de Mâlikiyyetini beyân eyledi.
Şu halde Fâtihâ-i şerife Hak ile kul arasında müşterektir, yani yarısı “Cemiyyeti İlâhîyye” ile, yarısı da “Cemiyyeti Muhammediyye” ile söylenmiştir. Çünkü Cemiyyeti Muhammediyye görünen bu tafsilâttır. İlâhî sıfâtlar Âdemdedir. Bakınız daha ilk öğrenişimizde bize şunlar öğretilir:
Hak-kın sıfâtı selbiyyesi altıdır: Vücûd, Kidem, Bekâ, Muhâlifet-il-havâdis, Kıyam-binefsihi, Vahdâniyyet.
Hak-kın sıfâtı subûtiyyesi dahi sekizdir: Hayat, İlm, Semi’, Basâr, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvîn.
Hak-kın sıfâtı zâtiyyesi: Alîm, Semî’i, Basîr, Mürîd, Kâdir, Hayy, Mütekellim, Mükevvin dir. İşte ilm-i hal bunlardır.
Lâkin bunları bize öğreten hocaya Hak-kın sıfatları bizdedir demiş olsan, bu gerçeği bilmeyen hoca; Hak makuldür, sıfatları da makuldür diye Âdemin vechinde ve bütün yaratıklarda zâhir olan İlâhî sıfatları bırakıp istidlâl ile, yani dedillerle Hak-kın sıfatlarını aramaya kalkar. İşte Mısrî efendi İlâhî sıfâtların Âdemde olduğunu bu beyitlerle açıklamıştır.
 

Âdemde bulup vasf-ı İlâhîyi Niyâzî,
Ol mecma-i evsâf-i amâdan haberim var.

____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Ey Allâhım seni sevmek ne güzeldir, ne güzeldir,
Yolunda baş ve cân vermek ne güzeldir ne güzeldir.
“Baş ve can vermek” den murad “Fenâ-fillâh” olmaktır.
Şol ism-i zâtını sürmek visâlin gülün dirmek,
Cemâl-i pâkini görmek ne güzeldir ne güzeldir.
 

Hak-kın pâk cemâlini görmek mümkün değildir. Kul onu göremez. Nakşiyenin Hak-kı gördükleri iddiâsı, Allâh, Allâh diyerek ziyâdesiyle zikre devam ederler. Sonra zikrin fazlalığından zâkire mezkür (yani zikredene zikredilen “Allâh”) gâlip olur, fekat bu hal kabilindendir. Ayni Mecnunun Leylâ benim dediği gibi. Mecnun Leylâyı ziyâdesiyle tefekkür ettiğinden vücûdunda Leylâ gâlip gelip, Mecnun da Leylâ benim iddiâsında bulunmuştur. Halbuki o Leylâ mıdır, hayır Mecnûn’dur. İşte bu misalde görüldüğü gibi bu bir haldir. Makâm ehline bu hal gelmez, çünkü Hak-kı gören yine Hak-tır. Zirâ bu göz ile Hak-kı görmek mukâbele iktizâ eder, yani görünen, gözüne pek uzak, pek de yakın olmamalı. Halbuki bunların hepsi kayıddır. Hiç Hak mukayyed olur mu? Hak mutlaktır, mukayyed olarak görünen abiddir, yani kuldur. Ancak Hak Rubûbiyyetle Rubûbiyyetini görür. Âhiret âleminde mahcupların Hak-kı görmeleri yine mezâhir (zuhura gelenler) yüzündendi.
 

Sürüp Dergâhına yüzler döküp yaşı yere gözler,
Bir olsa gice gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir.
 

Dergâhtan murad Beyt-i şerif (Kâbe) dir, çünkü mazhar-ı zattır. İster mecâzî âşık olsun, isterse İlâhî âşık olsun her âşık geceyi sever.
 

Visâlin derdine düşmek yanup aşk ödüne pişmek,
Sonunda sana erişmek ne güzeldir, ne güzeldir.
 

Bağdatta bir âşık Mecâzi vardı. Akşam olunca sokağa çıkıp mâşûkunun (Sevgilisinin) evinin önüne gider, mâşûkası da pencereye gelir.Bunlar birbirleriyle konuşmağa doymazlardı. Müezzin ezan okumağa başlayınca mâşûkası âşıka derki: “Yatsı ezanı okunuyor, şimdi babam namaz kılmağa camiye giderken seni burada evin önünde görürse ikimiz için de fena olur. Halbuki az sonra ortalık ağarmağa başlar ve iki âşık okunan ezanın sabah ezanı olduğunu anlarlar.
 

Niyâzî yârini bulmak yanında eğlenüp kalmak,
Varup bir ile bir olmak ne güzeldir ne güzeldir.
_____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâîlün
Katre katre dökülenler dür müdür bârân mıdır,
Zerre zerre görülenler hatmıdır reyhân mıdır.
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
 

Yukarıdaki beyitte geçen “zerre zerre görülenler” den murad edilen zerre de zâhir olan . (görünen) Hak-tır.
 

(Hacı Maksud efendinin “Hulûsî” mahlaslı Dîvânında zerre hakında bir şiiri :

“Cevher araz olsun benden Zâtın münezzeh cümleden
Ettin zuhur her zerreden Sensin görünen dem-bedem.
Her zereden oldun iyân Çün zerre zâhirsin nihân,
Bu sırra vâkıf olmayan Gâfil çeker der-ü elem.
Nakşeyledin nîce suver Â’lâ-vü ednâ hayr-ü şer
Kıldın temâşa ser-teser İnsânı tâ buldun etem.
İnsânı mazhar zâtına Kıldın dahi âyâtına,
Bakdın anın mir’âtına Düzdün o dem levh-ü kalem.
“İnnî Ena-llâh” sırırnı Vâkıf olan insân kani,
Her zerre nâtıktır anı Hem ol dürür sâhib alem.
Hulûsiye kıldın nazar Tâ gördü hep senden eser,
Yoktur eser hep nûr-i fer Nûrun dürür her bir ni-am.
Dâne dâne görünen hal’mi yâ vahdet sırrı mı,
Lâle lâle kızaran haddin mi yâ mercân mıdır.)
 

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

Tâze tâze açılan gül mü cemâlin mi senin,
Yan yana inleyen bülbül mü yâhut can mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Halka halka salınan kâkül mü yâ “Habl-ül metîn”,
Sûre sûre yazılanlar hat mıdır Kur’ân mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Pâre pâre eyleyip bağrım kızıl kan edeli,
Kana kana içtiğim sahbâ mıdır yâ kan mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.


Kezâ yukarıdaki beyitte geçen “dâne dâne hal’mi” den murad edilen hal mahbubun (sevgilinin) yüzündeki bene derler.
 

Döne döne yanmadan dermân umarım derdime,
Gûne gûne mihnetin derd mi yâ dermân mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Ata ata kirpik okun bu Niyâzî’nin dilin,
Şerha şerha eyleyen cân mı yâ cânân mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

 

Mısri Divan 14

_____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Bu tabiat zulmetinden bulmak istersen halâs,
Gel riyâzetle arıt bu cism-u cân çün rasâs
Nice mecruh eylediyse rûhunu emmâre nefs,
Sen de gürz-ü zikirle dön başına eyle kısâs.
 

Tabiat zulmetinden kurtulmak için yedi makâm vardır. Bunlar :
1) Tabiat
2) Nefs
3) Kalb
5) Sır
6) Hafi
7) İhfâ dır.
 

Tabiat: Tabiat sâhibi kimse şerîat bilmez, haram bilmez, helal bilmez, zarar bilmez, fayda nedir bilmez. İşte tabiat makâmında olanlar bunlardır. Adetâ hayvan gibi, hayvandan bile aşağıdır. Hayvan yine bir dereceye kadar zarar ve faydayı hisseder. İşte bir insan, zamanında gelen bir Nebî veyahut bir Resûle tâbi olduğu vakit tabiât makâmından nefs makâmına terakki eder, yani yükselir.
Nefs de yedidir: 1 -- Nefs-i emmâre, 2 -- Nefs-i levvâme, 3 -- Nefs-i mutmainne, 4 -- Nefs-i mülheme, 5 -- Nefs-i râziyye, 6 -- Nefs-i mardıyye 7 -- Nefs-i sâfiyyedir. Eğer bir kimse nefsinin emriyle hareket eder ve nefsinin istediğini yaparsa, o kimse nefs-i emmâre sâhibidir. Şayet nefsin istediğini, yapıp da sonradan pişman olarak kendini paylarsa, o kimse nefs-i levvâme sâhibidir. Nefs ile ruhun farkı şudur: Kişi Hak-la olursa rûh, Hak-la olmazsa nefs denilir, fark bu kadardır.
Riyâzat de iki kısımdır: Biri yemez, içmez, bu şerîatte yoktur. Bu riyâzeti kâfirler de yapar. Keşişler dağlarda gıdalarını riyâzetle bir hurmaya kadar indirirler. Esasen riyâzet perhiz yapmak demektir.
Hazreti Resûl: “Lâ ruhbâniyyet-e fid-dîn”, “Dinde ruhbanlık (keşişlik, papaslık) yoktur” buyurmuştur. Öyle arpa ekmeğiyle filan şeyle riyâzat olmaz.
 

Her ne vaktin gâlip olsa kes gıdâsın zâlimin,
Gice gündüz cünn-ei tevhîdi kıl sana menâs.
 

Asıl riyâzat, yani şerîatteki riyâzat mü’minlerin orucudur. Bu ise bir ay Ramazanda oruç tutmakla olur.
 

Uzlet-i halk ihtiyâr et sen sana gel ey gönül,
Tâ bulasın uzletiyle Hak katında ihtisâs.
 

Son beyitte geçen “Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs” da geçen havas makâmları beştir :
 

Ey Niyâzî bu riyâzât yoluna kim gittiyse ,
Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs.
 

1-- Havâs ki, Cem makâmıdır. 2—Havâs-ıl havâs ki Hazret-il cem makâmıdır. 3—Hülâset-i havâsıl havâs ki, Cem-ül cem makâmıdır. 4—Nihâyet Hülâseti havâssıl-havâs ki, Ahadiyyet makâmıdır. 5—En sonunda Velâyet makâmı ki, bu aynı zamanda Sıddıkiyyet makâmı ve Kurbet (yaklaşma) makâmıdır.
__________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün
Vasl-ı Hak olmağa eylersen heves,
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.
Gayri nesne sanma aşkı zâhidâ,
Kendi cennetten oluptur muktebes.
Kârıbândır bu halâik dâimâ,
Ehl-i aşk içinde olmuşlar ceres.
 

“Kârıbân” kervân, yani kâfile demektir. Meselâ hac yolunda veya diğer yola giden kâfilelere kâribân derler. Bu kâfilelerde develerin boyunlarına çanlar asmalarının sebebi çan çaldıkça deve neşelenir. Ayrıca her çeşit çalgı çalınmasına müsaade olunmuştur, haram değildir. İşte deve hem açlık ve susuzluğa dayanıklı, hem de âşık bir hayvandır. Güzel sesli deveciler şarkı söylemeye başlayınca develer aşka gelip ağır ağır yollarına devam ederler. İşte mahlukat arasında aşk ehli de çan gibidir. (diğerlerini coştururlar).
 

Cism-ü cânın ko yükün yinilde gör,
Râh-ı aşka gidemez merkeb feres.
Onsekizbin âlemi tutup duran,
Kâf-u nûnun terkibiyle yek nefes.
Tarfet-ül-ayn içre yakar cümlesin,
Ger dokunsa nâr-ı aşktan bir kubes.
Bağ-ı cennete olursa öde yak,
Ey Niyâzî koma dilde hâr-u hes.
Onsekizbin âlemi tutup duran,
Kâf ve Nûn-un terkibiyle yek nefes.
 

Âlemler yirmisekizdir, kezâ ilâhî mertebeler de Yirmisekizdir. Bu beyitte Mısrî efendi ne için Onsekizbin diye söyledi ? Şunun için; Bu mertebelerin en evvel: “Nur-i Muhammedî” olmak üzere Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûlâ, Arş, Kürsîdir. Bu altı mertebe manevîdir. Yirmisekizden çıkarılırsa Yirmiiki kalır. Bunlardan Arş bütün âlemleri kaplamış bir kubbedir. Muhaddep; yani yumru olan kısmına arş, muka’ar, yani çukur olan kısmına Felek-i atlas ve Felek-il burûc denilir. Çukur olan kısmında hiçbir şey yoktur, sâdedir, düzdür. Bu iki kürsînin dahi muhaddebi ve maka’arı var. Bunlar ikişerden dört eder, kezâ yirmiikiden çıkarılınca onsekiz kalır. Anın için Mısrî efendi onsekiz âlem dedi. Kürsînin çukur kısmına Felek-il menâzil ve Felek-i mükevkep dahi denilir. Felek-il menâzilde ise kamer (ay) bulunmaktadır. Semâda görülen yıldızların hepsi bu Felek-i mükevkeptedir. Çeşit cihetiyle onsekiz asıldır. İşte onsekizbin âlemi ki, bunlar ilâhî mertebelerdir. Bunları tutan nedir, Hak-kın vücûdudur. “Kâf” ve “Nun” ilmi, yani “Kün” ilemi, evet.
Kur’ânı Kerîmin Yâsin suresinin son âyetlerinden biri olan: “İnnemâ emruhû izâ erâd-e şey’en en yekûl-e lehû kün fe-yekûn” yani “O Allâh bir şeyin olmasını irâde ettimi, emri “ol” demektir, o da hemen olur” buyurulmuştur.
Bu âlemi dört melek mazharından tutarlar. Bunlar: Cebrâil (A.S.) Mikâil (A.S.) , İsrâfil (A.S.) Azrâil (A.S.) dır. Çünkü melekler Allâhın kuvvet isminin mazharıdırlar. Melekler mazharlarıyla bu âlemleri tutarlar ve bunlar âlemlerin rükünleridirler (destek, mesnetleri). Fekat bu mezâhirden zâhir olan kendisidir, mazharla olunca demek “kâf” ve “nun” ile, “kün” emriyle olur demektir.
_____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Bağrım pür-hûn eder şol çeşm-i mestâniyle bahs,
Dağıtır aklımı şol zülf-i periyşâniyle bahs.
 

Kalp ile göz her zaman birbirleriyle mübâhasededir, çünkü gözün işi kayid, kalbin işi de itlaktır. Akıl da makbul olan şeylerle mukayyeddir, yani akla uygun gelen şeylerle kayıdlanmıştır. Velhâsıl her bir kuvvetimiz böyledir. İşitmemiz işidilmiş olanlarla, dokunmamız dokunduğumuz şeylerle, koku almamız koku veren şeylerle, lisân zevk aldıklarıyla, görme gördükleriyle, bunların herbiri birer şeyle mukayyeddir. Kalb ise mutlaktır. Gözün kaydettiği şeyi kalb itlak eder, yani kayıddan kurtararak sarfeder. Bundan dolayı birbirleriyle sürekli olarak mübâhasededir.
 

Leblerin feyzine mu’tad eyledin çün ağzımı,
Dilemez kim eyleye şol âb-ı hayvân ile bahs.
Beyitte geçen lebden murad edilen İlâhi hayattır.
Dürr-ü yâkut –ı dehânın seveli dilber senin,
Gelmez oldu dile her hiz la’l-ü mercân ile bahs.
Vechin üzere yazılan ma’nâyı Kur’ân gören,
Eylemez evrak içinde lafz-ı Kur’ân ile bahs.
 

Vechin üzere yazılan Kur’ânın manâları ki, bu zâhirde görülen suretler Kur’ânın sûretleridir. Bu sûretler nelerdir ? Bu suretler : Hak-kın Ef’al, Sıfât, Zâtından ibârettir. Kur’ânın herbir âyeti ya ef’âli, ya sıfâtlerı, ya da zâtı beyân eder. Meselâ, Haşir sûresinin 21 âyetinde “Lev enzelnâ hazel Kur’ân-e alâ cebel-in....”, “Biz bu Kur’ânı bir dağa indirseydik...”
 

Cümle fitne kaşın ile kirpiğinden olduğun,
Bilen eder mi cihandan nefs-ü şeytân ile bahs.
Şol ruhunla hattının sırrını zâhid anlasa,
Kürsî üzre eylemezdi küfr-ü îmân ile bahs.
 

Dağ bildiriyor, dağ bir sûrettir. Bu sûretlerde her ne varsa Kur’ânda mevcûddur. Bu sûretlerde Kur’ânı okuyan kimse Kur’ânın lafziyle bahsetmez. Bununla beraber hayrı ve şerri Allâhtan bilen nefis ve şeytân ile bahsetmez. Çünkü âyeti celîlede: “Kul küll-ü min indillâh”, “Söyle Yâ Muhammed, her şey Allâhdandır” vârid oldu.
Vakti saadette Mekke cıvarında bulunan Yahudiler Kureyşin ileri gelenlerine gelip: “Gelin sizinle birleşelim, Muhammedi mahvedelim” dediler. Bunlar aralarında birleşmeyi kararlaştırınca şeytân gelip Kureyşin ileri gelenlerine: “Bu Yahûdiler Ehli kitâptır, Muhammed de Ehli kitâptır, bunların ikisi birleşirlerse, o zaman sizler yalnız kalırsınız. Lâkin siz önce Yahûdileri dininize koyun” dedi. Bunun üzerine Ebûcehil Yahûdilerin reislerini çağırdı ve onlara: “Geliniz birleşmeden önce Beyt-i şerîfteki putlarımıza secde ederseniz , sizinle ondan sonra ittifak ederiz” dedi. Sonra bu birleşmeden sonuç alınamayınca Yahûdiler buna Muhammed sebeb oldu dediler. Böylece Yahûdiler bir süre putlara taptılar. Sonra Cebrâil (A.S.) yukarıdaki âyeti getirdi. Ancak edeb-i şer-î için: “Mâ esâbek-e min hasenet-in femin-allâh vemâ esâbek-e min seyyiet-in femin nefsik-e” yani Sana iyilik ve güzel şeylerden isâbet edenler Allâhdan ve sana fena şeylerden isâbet edenler kendi, nefsinden” âyeti kerimesi mucibince haseneyi, yani güzel şeyleri Allâha, seyyieyi, yani fena şeyleri de nefsine isnad etmekliğin lâzımdır.
 

Pertev-i nûr-i cemâlin aksidir şems-i cihân,
Ne münâsib ide ol nûr mâh-ı tâbân ile bahs.
 

Şems ve cihân nûru cemâlinin aksidir, yani güneş ve cihan cemâli nûrunun yansımasıdır. Çünkü güneşe nûr ismiyle tecellî olundu. Ancak nûrun keyfiyeti malum değildir. İstidâre yani münevver (nûrlu olması) ve müşa’şa, olması (parıldaması) güneşin nitelikleridir. Bu şemse, yani güneş İlâhî nûr ile mukâbil ve mübâhis olabirmi ? Olamaz.
 

“Cem-ü tefsilin rumûzun anladınsa epsem ol,
Etme andan sonra aslâ kul ve sultân ile bahs.”
 

Cem makâmında (tevhîdin) hepsi birdir, çünkü Sultan da kul da Hak-kın mazharlarıdır. Ancak tafsîlde kul kuldur, Sultan Sultandır, kul sultan olmaz, Sultan da kul olmaz.
 

Zerre iken sen Niyâzî Rûh-i âzam nûruna,
Haddini bil kılma ol şems-i dırahşân ile bahs.
 

Arafatta Âdem (A.S.) yaratıldıktan sonra Melekler onu vechine secde ile emrolundular. İblis ve Cinin kâfirleri secde etmediler. Sonra zürriyeti (nesli gelecek ahfâdı) zahrından (sırtından) çıkarıldı, dört saf meydana geldi.
Birinci saf Enbiyâ (Peygamberler), ikinci saf Evliyâ (Veliler, İnsân-ı Kâmiller), üçüncü saf Mü’minler, dördüncü saf Eşkiyâ (şakîler, kâfirler).
“Elest-ü Bi-Rabbiküm”, “Rabbınız değilmiyim” diye hitab edildi. Cümlesi “Belî”, “Evet” dedi. Kâfirler hitâbı işitmedi, ancak mü’minleri taklîden anlar da evet dediler.
İşte ona “Âlem-i zerre” tâbi olunur, çünkü herkes orada suver-i latîfe (latif suretlerle) ile idi. Hatta kâfirleri o zerre âlemindeki durdukları arafattaki mahalde bugün bile hacıları durdurmazlar.

 

Mısri Divan 15

_____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâ’lün
Gözet sun’-i kadîmi kim kimin halkın azîym etmiş,
Tamam halka elin, fiilin, dilin, gönlün kerîym etmiş.
 

Ey Tevhîdi ef’âl sâliki “Gözet sun’i kadîmi” diye Niyâzî hazretleri sesleniyor! Hazreti Resûl “Evvel-e mâ halak-allâh-i nûrî, evvel-e mâ halak-allâh-i rûhî, evvel-e mâ halak-allâh-i aklî”, “Allâh önce benim nûrumu , rûhumu, aklımı yarattı” buyurmuştur. Bu mahlukat ve bu mevcûdat “Nûr-i Muhammedî” nin şerhi ve tafsîlidir.
 

Kimin bed nefs-u bed ef’âl-u bed hûyu zamîr etmiş,
Kahr-ü evsâfına mazhar kılup anı leîym etmiş.
 

Kimin ef’âlin ve gönlün kerîm etmiş, çünkü mazhar-ı cemâl ve mevahhid-ül ef’âl olmuştur. (Allâh cemâline mazhar ve tevhîd-i ef’âl sâhibi etmiştir). Kiminin nefsini, fiillerini, huyunu fena etmiş, çünkü mazhar-ı celâl olup muvahhid-ül ef’âl olmamış, leîym etmiştir (Allâh celâline mazhar ve tevhid-i ef’âl ile müşerref etmemiş, herkese zarar verici etmiştir).
 

Ne kim takdir edüptür Hak olur elbette ol zâhir,
Ne tedbir edevüz ana ki takdîrin hakîym etmiş.
 

Hak-kın takdiri ne ise elbette ol zâhir olur. O tedbir bozulmaz, zirâ anı “Hakîm takdir etmiştir. Takdir fiilin iycâdına tealluk eden İlâhî kudrettir. “Tedbir et kadere bühtân etmeyesin” diye söz vardır, câhil sözüdür.
Sultan Abdülmecid Han hazretleri tahta teşrif ettikleri vakit Dersaâdete gittim. Selânik Müftüsü bir takım fetvâ kitapları sipariş etmiş idi, aldım getirdim. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
Müftü ---- Oturun konuşalım, dedi.
Muhammed Nur ---- Familyamı Koçanadan Üsküb’e nakledeceğim,Acele etmeliyim.
---- Ne için ?
---- Artık Üsküp’te oturacağım.
---- Peki üsküpte Medrese buldunuzmu ?
---- Henüz, hayır.
---- Ya nice Koçanada Medreseni terk edeceksin,şu kadar vakfı var, sonra kadere bühtân
etmeyesiniz.
---- “Ben mü’minim, kadere bühtân etmem” diye cevap verdim.
Müftü efendi elini sakalına koydu, düşünmeye başladı, yanımızda Vidinli Hoca da vardı ve aramızdaki konuşmaları dinliyordu. İkisi de bu sözün (kadere bühtân etmeyesin) küfür olduğuna vâkıf değilmişler, ol vakıt vûkuf hâsıl ettiler.
Evet hiç takdir, tedbir ile bozulurmu ? Bozulmaz.
 

Velî ârif olan lutfe sevinmez kahre incinmez,
Eyü kim cümleten halka âtâsın ol amiym etmiş.
Ârif olan kimse lutfe sevinmez, kahra da incinmez.
“İkisin bir bilüp doğru hakîkatle görür kim Hak,
Celâlî perdesin çekmiş cemâline hatîym etmiş”

Hakîkatte lutufla kahır birdir. Hak cemâlini celâliyle ihâta etmiş, yani kaplamıştır. Celâline uğramadan cemâlini göremezsin. Bu babta “Kâdıyıl kuzât” bir temsil getirmiştir: Bir memleketin Sultan veya Pâdişâhı sarayının çevresinde tertibat aldırmış, herkim saraya gelir ve siz de o kimseyi tanımaz ve yanıma girmek isterse, içeriye almayın. Hatta karşılık verirse, ona sizler de karşılık verin diye emir eder. Diğer taraftan da nedimlerine (sevdiklerine) beni tenhada ve kimsenin bizi görmeyeceği bir zamanda gelip görünüz der. Nedimleri sarayın çevresindeki nöbetçilerin uykuya varmasını veya bir işle meşgul olmasını bekler ve bir fırsatını bulup içeri girerek didâr-ı pâdişâh ile müşerref olurlar.
İşte Hak-kın cemâli de celâliyle çevrilidir. (Celâlinden cemâline ulaşılır.) Âhiret âleminde mahşer var, sorgu süâl var, sırat var, mizân var; işte bunlar hep celâldir. Mü’min bunlara uğramadan cennet giremez.
 

İkisinden de lâzımdır kemâl-i hüsn zâtına,
Anınçün birini kahhar edip birini halîym etmiş.
 

Anın için istidadı celâl ise kahhâr eder, cemâl ise hâkîm eder.
 

Ne hâsıl ey Niyâzî Cennet-i irfâna irmezsen,
Tutalım Hak yerin anda senin dâr-ün-naîm etmiş.
 

Ey Niyâzî yerin dârünnaîym olsun isterse, yine irfân cennetine giremezsin. Dârünnaîym âhiret âleminde Cennet-ül mücâzâttır. Bugünden daha burada iken irfân cennetine girmeli, yani zât cennetine girmeli ki işte asıl cennet budur. Tevhîd ehli nice burada irfân cennetinde ise âhirette dahi öylece irfân cennetinde olacaktır. Arada hiçbir fark yoktur. Cennet-il mücâzat ise ameller karşılığında verilir. Ehli yine hicabtan hâli değildir, mahcupturlar.
____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Her yeri hüsnün gülistân eylemiş,
Her tarafta bağ-u bostân eylemiş.
Ziynet etmiş zîr-ü pes evsâf ile,
Her sıfattan zâtın ilân eylemiş.
Bunca evsaftan görünen bir cemâl,
Bir cemâli bunca elvân eylemiş.
 

Hak-ın zâtının ziyneti sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak her sıfattan zâtını ilân eder. Zirâ bu sıfatlardan görünen bir cemâl, Hak-kın cemâlidir (güzelliğidir.) Bu bir cemâli bunca renklerde müzeyyen kılarak, yani süsleyerek sûretlerde gösteren O dur. Çünkü bütün Tanrısal güzellikler mezâhirle görülür.
 

Hep kitâb-ı Hak-tır eşyâ sandığın,
Ol okur kim seyr-i etvân eylemiş.
 

Bu eşyâ sandığın hep Hakkın kitâbıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı azîmde: “Vettûr-i ve kitâb-in mestûr-in fî rakkın menşûr-in”. “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitap hakkı için ki, bu yazılmış bir varaktadır” buyurmuştur. Tûr cümle dağların yücesidir. “Kitâb-ı mestûr” dan murad bu görünen sûretler, “Fî rakkin menşûr” ise bütün mahlukattır. Bu kâinat bütün bir kitaptır. O kitabı ancak tevhîd makâmlarını seyreden okur, başkası okuyamaz.
 

Hüsnünü izhâr eder bunca sıfât,
Zâtına insânı bürhân eylemiş.
Hak-kı istersen yürü insâna bak,
Şems-i zât yüzünde rahşân eylemiş.
 

Hak-kın zâtına insan delildir. Hak-kı görmek istersen insana bak. Şems-i zât (zât güneşi) insanın yüzünde pırıldamaktadır. Melekler ve sâire noksandırlar. Meselâ melekler Hak-kın yalnız kuvvet ismine mazhardırlar, insan ise bütün isimleri kendisinde toplamıştır.
 

Hak yüzü insân yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.
 

Anın için Mısrî efendi de “Hak yüzü insân yüzünden görünür” demiştir, zirâ insân Rahmânın zâtının şeklidir.
Bir defasında Hazreti Resûl sahâbe ile Harem-i şerîfte oturuyorlardı. Meclislerinde Uzifetil Yemânî de bulunuyordu. Hazreti Resûl: “İnnî li-ecid-e rih-ar-Rahmân min kablel Yemen”, yani “Rahmânın kokusu Yemen yönünden geliyor.” buyurdu. Sonra Uzifetil Yemânî tebessüm etti, çünkü Resûlün buyurduğu Rahmândan murad “Gavs-ı Âzâm” dır. Uzifenin tebessüm etmesinin sebebi o zamanın Gavsı Veysel Karânînin amcası olup, ismi Ali-ül Karânî idi. Uzife de anın Gavs-iş-şimâli, yani Sâhib-iş-şimâl olup süflîde (yeryüzünde) mütesarrıfı bulunuyordu. Sâhib-il-yemîn ise ulvîde, yani gökyüzünde mütesarrıftır. Bak, şimdi Gavs-ı Âzâm sûrette insan şeklinde ufacık bir adam, velâkin bütün âlemler anın avucu içinde bir hardal danesi kadar bile olamaz, gerçekte ne kadar büyüktür.
Hazreti Bedreddîn “Vâridât” adlı eserinde “Er-Rahmân-i alel arş-i is-tiva” âyetinin tefsirinde de böyle buyurmuştur. Çünkü Rahmân dan murad Gavstır. Arşa müstevi olan “Gavs-ı Âzâm” dır.
 

Nice görsün şems-i vechin çün anın ,
Zâhidi a’mâ ki tuğyân eylemiş.
 

“Zâhid nice görsün şems-i vechi” ni (güneşin nûrunu) ki, tuğyân edip Ehlullaha ta’n-ü teşni eyler. Şems-i vechi gören yine Âriftir. Yani hep Ehlullahın haklarında ve aleyhlerinde bulunarak fena sözler sarfettiklerinden nûrun yüzünü tabii göremezler. O nûrun yüzünü ancak Ârifler görürler. Evet insan nûr olmalıdır ki nûru görebilsin. Son beyitlerde de Niyâzî Mısrî:
“İçini almış anın zerk-ü riyâ,
Gönlünü şeytân perişân eylemiş.
Her nazarda gördüğü Hak Ârifin,
Her görüşte nice ihsân eylemiş.
 

diyerek bu hususu açıkça belirtmişlerdir.
Kezâ Hak-kı anlamanın da kolay olmadığını terennüm eden beyitleri:
 

Hak-kı anlamak değil âsân ola,
Adetâ Hak böyle erkân eylemiş.
Sâlik erince kemâle şöyle bil,
Yüreğin baş bağrını kan eylemiş.
Anlayınca Zât-ı Hak-kı zevk ile,
Bu Niyâzî nice seyrân eylemiş.
___________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
 

“Derdine dermân aramak” bu husus âşıka göredir çünkü âşık olan kimseye sorulsa ki derd nedir, dermân nedir. Zirâ insan derdli olmayınca âşık olamaz.
 

Sağ ve solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
 

Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
 

Savm-u sâlât-u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.
 

Oruç, namaz, hac bunlar Allahın farzlarıdır. Bunlarla işin bitmez. İnsân-ı Kâmil olmak isteyen insâna irfân lâzımdır.
 

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
 

Mürşid gerektir bildire Hak-kı sana Hak-kal-yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
 

Bir Mürşid-i Kâmil gerektir ki sana Hak-kel-yakîni bildirsin. Çünkü ilmel-yakîn şeriat ehlinin ilmidir. Aynel-yakîn ise tarîkat ehlinin ilmidir. Hak-kal-yakîn ise hakîkat ehlinin ilmidir. İşte Hak-kı ancakHakkal-yakîn bildiren Hakîkat Mürşididir, Mürşidi-i Kâmildir. Mürşidi olmayanların kitap mütealasından ve muhabetlerden (devam ettiği sohbetlerden) anladığı ve bellediği şeyler boş şeylerdir, zirâ tevhîd sülûksüz anlaşılmaz.
 

Her mürşidi dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
 

Mürşid-i Kâmil neden anlaşılır? Alâmeti nedir?
Bir Mürşid-i Kâmilin alâmeti şudur: Şayet kalbinde dünyâ gailesi (sıkıntılı iş, felâket) olduğu halde yanına gittiği zaman, o gailen eksilir ve yok olup kalkarsa, işte o kimse Kâmildir. Yok gâilen eksilmeyip daha da çoğalır ve gâilene gâile katılırsa, o insan Kâmil değidir, bir yalancıdır, andan kaç. Zirâ o kimse senin yolunu daha sarpa uğratır. Mürşid-i Kâmil olanın yolu âsândır (bu gibi insan ancak rahatlık ve kolaylık verir).
 

Anla hemen bir söz dürür yokuş değildir düz dürür,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
 

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hak-tan iyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.

 

Mısri Divan 16

_______________

Vezin. Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Her denînin sözüne aldanıp etme ihtilât,
Her leîmi sırra mahrem sanma eyle ihtiyât.
Şol ki söz kadrin bilür cânın ana eyle nisâr,
Ayağının altına döşe yüzünü çün bisât.
Arifin kadrin yine ol ârif olanlar bilür,
Ehl-i ulûvvun rütbesini bilmez ehl-i inhitât.
Güç getirme kendine geldikçe a’dâ tâ’nesi,
Sükkeri helvâdır andan hâsıl olur inbisât.
Ey Niyâzî fâriğ-u âzâde ol var çekme gam,
Kahr-u lütfu bir bilürsen gam olur sana neşât.
 

Zâhir üzre takrir olundu (Hacı Maksûd efendi).
_____________

Vezin: Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Bakup cemâl-i yâre çağırırm dost dost,
Dil oldu pâre pâre çağırırım dost dost.
Aşkınla dolmuşam zühdümü yanılmışam,
Mest-i müdâm olmuşam çağırırım dost dost.
Mescid-ü meyhânede hânede virânede,
Kâ’bede puthânede çağırırım dost dost.
Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ-u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ çağırırım dost dost.
Geldim cihâna garib oldum güle andelib,
Her dem ciğerim tâlib çağırırım dost dost.
 

Yukarıdaki beyitte geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allahtır. (Oradan geldik. Anın için Hazreti Resûl: “Hubb-ül vatan min-el îmân”, “Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu) Yani Allaha muhabbet (sevgi) îmândandır demektir.
 

Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Aşk ile daim uçup çağırırım dost dost.
Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir çağırırım dost dost.
Gâh düşerim mutlaka gâh asl geh mülhika,
Bakup kamûdan Hak-ka çağırırım dost dost.
Dolanmaz ol hâl-u hat minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz asla bu derd çağırırım dost dost.
Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.
Gökler gibi dönerim gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirim çağırırım dost dost.
Ne yerdeyim ne gökte ne mürdeyim ne zerde,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost.
Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost.
 

Bu şiirin diğer kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).
_____________

Vezin : Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Bakup cemâl-i yâre çağırırım dost dost,
Dil oldu pâre Pâre çağırırım dost dost.
Aşkınla dolmuşum zühdümü yanılmışım,
Mest-i mğdâm olmuşam çağırırırm dost dost.
Mescid-ü meyhânede hânede virânede,
Kâ’bede puthanade çağırırım dost dost.
Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ-u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ çağırırım dost dost.
Geldim cihâna garib, oldum güle andelib,
Her dem ciğerim tâlib çağırırım dost dost.
 

Yukadıdaki beyitte geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allâhtır. (Oradan geldik. Anın için Hazreti Resul: “Hubb-ül vatan min-el îmân”, “Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu: Yani Allâha muhabbet (sevgisi) îmandandır demektir.
 

Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Aşk ile dâim uçup çağırırım dost dost..
Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir çağırırım dost dost.
Gâh düşerim mutlaka gâh asl geh mülhika,
Bakup kamûdan Hak-ka çağırırım dost dost.
Dolanmaz ol hâl-u hat minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz aslâ bu dert çağırırım dost dost.
Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.
Gökler gibi dönerim gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirim çağırırırm dost dost.
Ne yerdeyim, ne gökte, ne mürdeyim, ne zinde,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost.
Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost.
 

Bu şiirin diğer kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)
_____________
Vezin : Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Yakup aşk ödüne cânı meşâmın bûy-i tevhîd et,
Kamûya yek nazar birle şuhûdun rûy-i tevhîd et.
 

Tevhîdin üç mertebesi vardır: Tevhîd-i Ef’âl, Tevdîd-i Sıfât, Tevhîd-i Zât. Bunlar urûc, yani yükselme makâmlarıdır.
Tevhîd-i Ef’âl: Hareket eden, sâkin olan, alan, veren Hak-tır.
Tevhîd-i Sıfât: Gören, ,işiden, söyleyen, murad eden Hak-tır.
Tevhîd-i Zât : Bu vücûd bizim değildir. Vücûd, Hak-kın vücûdudur.
 

Biz onun mazharıyız. Zâhir olan Hak-kın vücûdudur.
 

Şu mâhîler gibi kendini deryâdan cüdâ sanma,
İhâta eylemiş her yana bak sûy-u tevhîd et.
 

Şu mâhiler gibi demek, şu balıklar gibi kendini deryâdan uzak sanma. Çünkü bir defa balıklar toplanıp aralarında konuşmuşlar ve demişler ki, işidiriz su varmış, bu su nasıl şeydir? İçlerinde bunu bilen bulunmayınca, demişlerki, bir büyük balık vardır bilse bilse o bilir, ona gidip soralım. Büyük balığa gidip sordular. O da bunlara cevap olarak: “Sudan başka bir şeyi bana gösterin de ben de size suyu göstereyim” der. Bu temsilde olduğu gibi Hak-kın vücûdundan başka bir şey yoktur ki Hak-kın vücûdu görülsün.
Bizim zamanımızdan önce Mısır’da Ulemâ arasında bir anlaşmazlık vâki olmuş. Ulemânın bir kısmı Hak bu âlemleri ilmiyle kaplamıştır, diğerleri, hayır Hak bu âlemleri vücûduyla kaplamıştır. Sonra Ezher camiinde toplanıp bu meseleyi çözmeğe karar vermişler ve hangi taraf haklı ise o tarafa uyalım demişler. Bunların camide toplandıkları sırada zamanın Velîlerinden bir zat oraya gelmiş ve toplanma sebebini sorup öğrenmek istemiştir. Onlar aralarındaki anlaşmazlığı kendisine açıklayınca, buyurmuş ki : “Ey şaşkınlar Hak-kın ilmi zâtından ayrımıdır? Âlemleri ilmiyle ihâta eden (kaplayan) zâtıyla edemezmi?”.
 

Salınma câh-ı taklide suûd arş-ı tahkîka,
Sana senden sefer eyle seni sen tûy-i tevhîd et.
 

Ey mahcup! (ey gerçekleri görmeyen, gözü perdeli) taklide düşme, tahkika çık, sana senden sefer eyle. Sefer (yolculuk) beştir:
1 --- İlallâh ki, Tevhîdi ef’âl, Tevhîdi sıfât, Tevhîdi zât makamları.
2 --- Billâh ki, cem makâmıdır.
3 --- Fillâh ki Hazret-il cem makâmıdır.
4 --- Lillâh ki, Cem-ül cem makâmıdır.
5 --- Ma-allâh ki, Ahadiyyet makâmıdır.

Bu beş makâmdan üçü tenzilî dahi olur. Bunlardan birincisi tabiattan ilmelyakîne sefer, ikincisi ilmelyakînden aynelyakîne sefer, üçüncüsü de aynelyakînden Hak-kalyakîne seferdir.
Bir defa düşünelim; Beni kim yarattı ? Babam. Babam da benim gibi bir mahluk. Anam, anam da kezâ benim gibi bir mahluk. Şu halde benim bir Hâlikım vardır. İşte bu düşünce ile tabiattan ilmelyakîne sefer edersin.
Sonra benim vücûdumda bir işidiş, bir görüş ve bir irâde, bir kudret var. Bunlar benim Hâlikımda dahi var. Çünkü san’atta olan sâni’de (sanatkârda) olmazmı, elbette olur. Velhâsıl bu mülâhaza ile ilmelyakînden aynelyakîne sefer edersin .
İşte bundan sonra vücûd da anın olduğunu düşününce, bu defa Aynelyakînden Hak-kalyakîne sefer edersin. Hâsılı isti’dadı olan kimsenin hiçbir mürşide ihtiyâcı yoktur. Eğer o kimsenin gecikmesi var ise o zaman bir Mürşidin tâlimine muhtaçtır.
 

İzâfâtı bırak gözden açılsın dîde-i Hak-bîn,
Temâşâ-yı cemâl-i şâhid-i dilcûy-i tevhîd et.
 

Beyitte geçen izâfattan murad suver, yani sûretlerdir. Sûretleri bırakınca Aynel-Hak açılır.
 

Salât-ı ehl-i kurbun kıblesidir “Semm-e vech-ullâh”
Niyâzî durma dâim secde-i ebruy-i tevhîd et.
 

Şeyh Küşteri (K.S.) hazretlerinin namazda iken hatırına Arş, Kürsî vesâire gibi şeyler gelirmiş. Acaba namazım doğru ve makbulmüdür diye düşünmüş. Ona demişlerki, Ummân memleketinde bir zat var, o senin müşkülünü halleder. Oraya gider ve o zata müşkülünü arzeder. O zat: “Kalbin Hak-ka secde ettimi ?” diye sormuş. “Evet etti” deyince olvakit hatıra gelen şeylerin zararı yoktur. O hatıra gelenleri de halkeden Hak-tır, çünkü yüzünü yere koymak ancak yüzün secdesidir, kalbin secdesi değildir.
_____________
Vezin : Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Can kuşun her zamân ezkârıdır vâridât,
Akl-u hayâlin heman efkârıdır vâridât.
İşidicek adını duydu cânım dadını,
Bildim ki âriflerin esrârıdır vâridât.
Sidk ile gönlüm sever görmeğe cânım iver,
Anın içün kim Hak-kın envârıdır vâridât.
Öl dürr-i yekdânenin kadri bilinmez anın,
Bu dil-i vîrânenin mi’mârıdır vâridât.
 

Yukarıdaki beyitte geçen “dürr-i yekdâne” den murad dürr-i yetimdir (Hazreti Muhammed S.A.V. efendimizdir). Hazreti Peygambere Minede validesi hâmile kaldığı gece Nisan ayının yirminci gecesi idi. Nisan ayının yirminci gecesi yağmur yağarsa, inci çıkan deryâdaki sedefler ağızlarını açarlar. İşte herhangisi ağzını kapayıp da karnına yağmur girerse o yağmur dâneleri donar birer dürr-i yekdâne olan inci meydana gelir.
 

Gerçi kütüp çok yazar ilm-i ledünden haber,
Cümlesi bir bahçedir gülzârıdır vâridât.
Muhyeddin, Bedreddin ettiler ihyâ-yi din,
Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır vâridât.
____________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Serây-i din esâsıdır şerîat
Tarîk-i Hak hedâsıdır şerîat
Budur evvel kapu dergâh-ı Hak-kın
Ki yolun ibtidâsıdır şerîat
Dahi bununla hatm olur bu yollar
Bu râhın intihâsıdır şerîat
Sırat-ı müstakiyme davet eden
Münâdîler nidâsıdır şerîat.
Şeriat enbiyânın sünnetidir,
Kamûnun ihtidâsıdır şerîat.
Hüdâ’nın leyle-i Mi’râc içinde,
Habîbine atâsıdır şerîat.
Yirmiüç yıla dek Cebrâîlin
Ana vahy-i Hüdâ’sıdır şerîat.
Cihanda çoktur envâı ulûmun,
Kamûsunun hümâsıdır şerîat.
 

Şerîat Allahın beyânıdır. Şerîatı Cenâb-ı Hak yirmiüç yılda Cebraîl vasıtasıyla Hazreti Peygamber efendimize (S.A.V.) vahi etti. Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) altmışüç yaşında âhiret âlemine teşrif buyurdu.
 

Bu nefs-i kâfiri katletmek için
Hak-kın hükm-i kazâsıdır şerîat.
Cihâd-ı ekber eden ehl-i diller,
Kulûbunun safâsıdır şerîat.
Tarîkat kârbânının önünce,
Delil-ü muktedâsıdır şerîat.
Hakîkat gerçi Sultanlıktır ammâ,
Önünde anın livâsıdır şerîat.
Şerîattan velî yâd olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır şerîat.
Şerîatle durur arz-u semâvat
Bu bünyânın binâsıdır şerîat.
Ne bilisün şer’i pâki ehl-i ilhad
Ol a’dânın adâsıdır şerîat.
 

Şerîatsız ne tarîkat ne de hakîkat olur. Şerîata muhalif olan (karşıt olan) tarîkat, hakîkata dahi muhaliftir (karşıttır), çünkü şerîat Allahın beyânıdır (bildirisidir). İşte Mısrî efendi şerîatı böyle açık açık bildirmiştir.
 

Hemen anlar da aklınca sanır kim
Nizam için olasıdır şerîat.
Sakın cânâ sakın anlara uyup
Deme sen de nolasıdır şerîat.
Şerîatsız hakîkat oldu ilhad
Hakîkat nûr ziyâsıdır şerîat.
Ziyâ olmaz ise nûru da yok bil
Hakîkatla kıyasıdır şerîat.
Cihâna bir Velî hiç gelmez illâ,
Elinde anın âsâsıdır şerîat.
Dahî başında tâc-u şâl-u kisve
Hem egninde abâsıdır şerîat.
Hakîkat cânıdır ancak Velînin,
Canından mâdasıdır şerîat.
Çıkıcak can beden öldüğü gibi
Çıkıcak sır kalasıdır şerîat.
Karâr etmez beden olmayıcak can
Hakîkatın bekâsıdır şerîat.
Hakîkat dilber-i ra’nâ gibidir
Anın zerrîn libâsıdır şerîat.
Sakın soyma anı nâ mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır şerîat.
Hakîkat arş-ı âlâdır muhakkak
O Arşın üstüvâsıdır şerîat.
Cem-i Enbiyâ vü Evliyânın
Niyâzî rehnümâsıdır şerîat.

_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Sırr-ı Hak-kı nicesi fâş eyleyem ben ey sikât,

Kânı ancak remz ile etmiş beyân ehl-i nikât.
 

Ey kendilerine güvenilen Zâhir ulemâsı ! Hak-kın sırrını ben nice izhâr edeyim ki irfân ehli anı remizle yani işaretle beyân etmiştir.
 

Her ne denlü âşikâr etsem hafâsın artturur,
Ol iyân iken anı örter delâil beyyinât.
 

Hakkın sırlarını her ne türlü âşikâr etsem o gizliliğini arttırır. O iyân iken yani apaçık görünmekte iken bu sûretler anı örterler, zirâ Hak-kın zuhûru hicâbtır, örtülüdür. Ehli olmayana Hak-kın sırrını ifşâ etmek pek fenâdır, elinin kesilmesine müstahak olur. Esasen şerîatta hırsızlık yapanın elinin kesilmesi cezâsına çarptırıldığı gibi bu gibilerin de tevhîdden eli kesilir ve tardedilir, yani tevhîdden kovulur.
 

Anı tevhîd eylemez illâ ki şirk ehli eder,
Vahdet-i Hak-kı duyanın dili lâldir aklı mât.
 

“Anı şirk ehli tevhîd eder”, yani gizli şirkte olan kimse Hak-kı tevhîd eder, çünkü tevhîd şirkten (Allâha eş koşmaktan) gelir. Zikir gafletten gelir. Yoksa ârif kimsenin şirki yoktur ki tevhîd etsin, gaflet dahi etmez ki zikretsin. Ârif kimse esasen dâimâ zikirdedir. Bu sebepten anın hiç gafleti yoktur.
 

Her ne kim fevkal-ulâ taht-es-serâda vardurur,
Zât-ı vâhiddir veli göründü nice bin sıfat.
 

Arştan serâya (yeryüzüne) kadar her ne ki var zât-ı vâhiddir. Hazreti Muhammedin (S.A.V.) mi’râcı arşta vakî oldu. Hazreti Yunus (A.S.) ise balık karnında iken taht-ı serâda mi’râc etti. Bu miracların ikisi de birdir, zirâ her yerde olan Zât-ı vâhiddir. Hatta Hazreti Muhammed (S.A.V.): “Benim mi’râcımı Yunus’un mi’râcına tafdil etmeyin, yani üstün tutmayın” buyurdu.
 

Zâtı birdir lîk evsâfına gâyet yokdurur,
Gör bu fânusu ki anın şem’i oldu nûr-i zât.
Zâhir-ü bâtın kamusu bir fenerdir gayri yok,
Şem’i insân oldu fânusu cem-i mümkinât.
Ey Niyâzî Âdem oldu çün cihânın şu’lesi,
Bahş olur Âdem deminden âleme rûh-ul hayât.
 

Beyitte geçen “Evsâfına gâyet yoktur”, yani onun vasıflarına son yoktur. Çünkü bütün âlemlerin mayası “Nûr-i Muhammedî” dir, hepsi Nûr-i Muhammedîden yaradılmıştır. Mü’min ve kafir herkeste Nûr-i Muhammedî mevcuttur, hem de müstekillen mevcûddur. Mü’min olanın âhireti o nûr ile tenevvür eder, yani nurlanır, aydınlanır, kâfirin de dünyası tenevvür eder.
Hazreti Âdem önce bu Nûr-i Muhammedî mazharı oldu, sonra gelen evlâdı da o nûr ile zâhir oldu. Bu sebepten Hazreti Âdem (A.S.) cesetler cihetiyle Hazreti Muhammedin babası velâkin ruhlar cihetiyle de Hazreti Muhammed hazreti Âdemin babasıdır.
Velhâsıl zâhir ve bâtın herşeyin mayası Nûr-i Muhammedîdir. Bu âlem bir fânus olup içindeki mumu yani nûru Nûr-i Muhammedîdir.

_____________
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Oldum çü mahv-ı mahz-ı zât, buldum vücûdumdan necât,
Ben içmişem âb-ı hayât, irmez bana hergiz memât.
 

Beyitte geçen “Çünkü mahv-ı mahz-ı zât oldum” demek , yani Hakla Hak oldum, vücûdumdan vesâir vücûdlardan kurtuldum demektir. Bu sebepten ben asla ölmem.
 

Ben dost yolunda vârımı terkeyledim önden sona,
Küfr ile îmândan geçüp a’yânda bulmışâm sebât.
 

Ben dost yolunda vârımı terk ettim, küfür ve îmândan geçtim. Ayni Hak-ta sebat buldum. Çünkü küfür ve imânda ikilik vardır. Mü’min, îmân olarak bunların sayılmasıyla isneyniyet, yani ikilik olur.
 

Her kande baksam görünür gözlerime sırr-ı ezel,
Her şey ulaşup Hak-kına çıktı aradan kâinât.
 

Sırr-ı ezelden murâd, yani ezelin sırrından maksad eşyânın hakîkatıdır.
 

Dost ile ben dost olalı zevk ile işret bulalı,
Zayf-i mükerremdir bu can hep yediğim kand-ü nebât.
 

Halvetten ettim rihleti, kesrette buldum vahdeti,
Bâzarda düzdüm halveti rûz-u şebim îyd-ü Berât.
 

İkinci beyitte geçen “Zayf-i mükerrem” demek, yani bu canım Hak-ka misâfirdir. Halvet ise dört duvar arasında edilen halvet değildir. Belki halvet, bu sûretlerden halvet, bu sûretlerden halvet, yani “Fenâfillâh” oldum, ben artık sûret görmem, Hak görürüm. O zaman gündüzüm bayram, gecem de Berat gecesidir. Bu bahrı Mısrî efendinin Hak-la olup, Hak-kın lisânından söylemiş olmasıdır.
 

Gördüm bu âlemler kamû benim vücûdumla dolu,
Bir olmuş uçmağ ve Tamû cümle bana olmuş sıfât.
Her ne yana kim eğilem ol yane her şey eğilür,
Olmuş Niyâzî hep senin sâyelerin sitt-i cihât.

 

Mısri Divan 17

______________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Gir semâ’a zikr ile gel yana yana Hû deyu,
İr safâ-yı aşkı- Hak-ka yana yana Hû deyu.

Halka olup zikrederler, devrân ederler, ilahi okurlar, buna semâ tabir olunur. (Sünbülîler ayakta halka olup zikrederlerdi)
Hep erenler Hû ile kaldırırlar can perdesin,
Açtılar gözlerin anda yane yane Hû deyu.
“Hû” Ahadiyyet-ül-ayn’a işârettir. “Allah” Ahadiyyet-ül-kesret’e işârettir. Çünkü Ulûhiyyet mertebesi bütün ilmî ve dış kesretleri şâmil ve müstağrak olan Ulûhiyyet mertebesidir, yani “Allah” ismi ve Ulûhiyyet mertebesi sâhibi, gerek Allahın ilminde olan kesret-i ilmiyyeyi ve gerek hâriçte olan kesretleri, yani bütün mevcûdat ve mahlûhat-ı dünyeviyye ve uhreviyye esmâ ve sıfatları, velhâsıl her ne kesret var ise cümlesini muhît ve müstağraktır.
Hû yani Hüviyyet gayb-ı mutlak zât-ı baht-ı kesretten sarf-ı nazar “Ahadiyyet-il-ayn” makâmıdır, bundan daha yüksek mertebe yoktur. Yani Ulûhiyyet bütün ilahî mertebeleri muhît ve müstağraktır, velâkin Ulûhiyyet mertebesinde Hüviyyet mertebesi altında münderictir. Ulûhiyyet mertebesi sahibi bütün âlemlerde mütesarrıftır, yani âlemlerde tasarruf eden Ulûhiyyet mertebesi sahibidir. Halbuki Hüviyyet mertebesinde tasarruf yoktur, zevk yoktur.
 

Gördüler Hû kaplamış hep Onsekizbin âlemi,
Feyz alırlar cümle Hû’dan yane yane Hû deyu.
 

Anınçün Kâmiller Ahadiyyet-ül ayni telkin etmezler. Telkin ettikleri Ahadiyyet-il-kesrettir, çünkü Ahadiyyet-ül-ayn’da zevk ve şevk yoktur, zevk Ahadiyyet-il-kesrettedir.
 

Zât-ı Hak-kı buldular, buluştular Hû ile,
Dost göründü her taraftan yane yane Hû deyu.
 

Hazreti Resûle sordular: “Yâ Muhammed senin davet ettiğin İlâh nicedir?” O zaman işte İhlâs sûresi nâzil oldu. “Kul hu-vallâh-ü ahad Allâh-üs-samed lem yelid ve lem yûled velem yekün le-hû küfüven ahad” “Yâ Muhammed, de ki : “Allâh bir tektir. Allâh herbir şey kendisinin, her dileğin mercii ve maksûdu olan büyük varlıktır. O Allâh doğurmadı ve doğurulmadı. Ve Ona bir küfüv (eş) olmadı”. Yani, “Yâ Muhammed, sen Hû de”. Hû yani Hüviyyet mertebesi sâhibi Allâh Ulûhiyyet mertebesi ahaddir, yani birdir. Onsekizbin âlemi kaplayan Allâhtır, yani mertebe-i Ulûhiyyettir. Lâkin Ulûhiyyet, Hüviyyette münderiçtir. Her ne kadar iki görülse de gerek Ulûhiyyet mertebesi ve gerek Hüviyyet mertebesi ayrı ayrı zannolunursa da birdir, çünkü Ulûhiyyet Hüviyyette münderiçtir.
Mısrî efendi bu itibarla Onsekizbin âlemi Hüviyyet mertebesi kaplamıştır buyurdu. Bir kimsenin üç kere Hû dese Hû olur dedikleri bunun içindir. O kimse önce bir kere hâriçte olan kesrette, yani dünyâ ve âhiret ne kadar mevcûdat ve mahlûkat ve malûmat ve isimler, sıfatlar var ise makâmdan (yani sahip olduğu makâmdan) Hû der. Sonra bir kere de İlâhî ilimde olan ilmî kesretlere Hû der. En sonunda bir kere de ikisine de Hû der, Hû olur.
 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar,
“Künt-ü kenz” in haznesinden yana yana Hû deyu.
__________
Vezin: Müstef’ilün müsstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bir şehere erişti yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.
Bir hoş güzel yapısı var otuziki kapısı var,
Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamû.
Âb-u havâsı mu’tedil giren çıkamaz ay-ü yıl,
Dağları lâle ak kızıl bağlar gül-i handan kamû.
“Bir şehere erişti yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.”
 

Beyitte geçen şehirden murad “Semsem vâdisi” dir.Cenâb-ı Hak Beyti şerîfin toprağından Âdem (A.S.) mın balçığı yapıldığı vakit fazlasını Kürsî cinân (cennetler) çevresine serpti. İşte Semsem vadisi andan yaratıldı, çünkü Semsem Âdemin balçığından arta kalana derler. O şehrin büyüklüğüne nisbetle cennetler bir hardal tanesi kadardır. Cennet ehli zevk ve tenezzühe istek duydukları vakit oraya çıkarlar ve sonra tekrar cennete dönerler. Aynı burada da gezinti için halkın çiftliklere çıktıkları gibi. Lâkin Ârifler dünyâ ve âhirette istedikleri zaman rü’yada veyahut münselih olarak, yani varlıklarından soyunup o şehre giderler, kapısında karşılanırlar, elbiselerini çıkarırlar ve o şehrin kendine has elbisesini giyip içeriye girerler.
O Velî veya Ârif kişi hangi makâmda ise, altından ağaçlar ve üzerindeki altın meyveler, o Ârifin makâmından konuşup tesbih ederler ve herhangi bir ağaca baksa kendi sûretini görür. İşte orada böylece zevklenirler ve nimetlenirler. Çıkarken şehrin kapısında oranın elbisesini bırakır ve yine kendi elbisesini giyer.
Oraya giren kimsenin tevhîddeki makâmı; Cem, Hazret-il Cem, Cem-ül Cem ve Ahadiyyet makâmından aşağı olmamalı. Cem makâmından aşağı olursa o şehre giremez. İşte bu Semsem vâdisine “Hakîkat şehri” denilir, Kürsî üstündedir, yeryüzünde değildir. Yreyüzünde olan “Cennet-il-Velâyet” dir (Velîlik cenneti). Bunu daha önce anlattık.
İşte bu şehre giren bir daha ölmez. “Mutû kabl-e en temutû”, yani “Ölmezden önce -ihtiyarî olarak - ölünüz” hadisi gereğince tabiatiyle bu sırra mazhar olan bir daha ölür mü? Ölmez, o daima uyuklar gibi bir halde bulunur. İşte tevhîd ehlinin ölümü budur. Halbuki o hep diridir, çünkü muvahhid, yani tevhîd ehli ölmez. İhtiyarî ölümle ölen bir kimse bir daha ölür mü, ölmez.
 

“ Bülbülleri nalân eder cân-u dili hayrân eder,
Bahçeleri seyrân eder her köşede hûbân kamû.
Eşçârda sazlar çalınır dallarda meyve salınur,
Sen sunmadan ol bulunur her emrine fermân kamû”
 

“Eşçârda sazlar çalınr” demek, işte anlattık. Ağaçlar oraya giren Ârifin makâmından tehlil-ü tesbih (Kelime-i tevhîd ve ismi- celâl ile zikir) ederler. O ârif kimseye ikramen ağaçların meyveleri kevn, yani kainât büyüklüğündedir.
Arzu ettiğin vakit o meyva sana gelirken ufala ufala ağzına gelir; tam yenilecek kadar küçülür ve kendiliğinden ağzına girer, o meyvaları hiç el ile tutmazsın.
 

Kim Selsebil’den nûş eder rahik anı bihûş eder,
Tesnîm ebed sarhoş eder olur içen mestân kamû.
 

Semsem vâdisinin üç ırmağı vardır: Selsebil, rahik, tesnîm’dir.
 

Bu dediğim Cennet değil anlara ol minnet değil,
Bunun sefâsı zevkine ehl-i cinân hayrân kamû.
Şehr-i hakîkattır adı, Hak sırrını bunda kurdu,
O sırra vâkıf olanı, Hak eyledi mihman kamû.
Olmaz anlarada hiç fesad buğz-u hased kibr-ü inad,
Cümle bilir yok asla yâd birbirine ihvân kamû.
Özleri canlaradan aziz sözleri ballardan leziz,
Yok anda sen, ben, siz ve biz birlik ile yeksân kamû.
Ol şehre Mürsel gelmedi, anları dâvet kılmadı,
Anlar yolu yanılmadı evsafları Kur’ân kamû.”
 

“O şehre Mürsel gelmedi”, yani o hakîkat şehrine Resûl gelmedi zirâ, orası dâr-ı teklif, bir teklif yeri değildir.
 

Hak mezhebi mezheberi, deryâ-yı zât meşrebleri,
Hâsıl kamû matlebleri, kadr içredir her an kamû.
Yoktur onlardan ihtilaf günden iyândır bî hilâf,
Her işleri Hak-ka muzâf ruh eylemiş Yezdân kamû”
 

O hakîkat şehrine girenlerin mezhebi Hak mezhebidir, anlarda anlaşmazlık yoktur. Çünkü hakîkat ehlinde anlaşmazlık olmaz , biri burada, diğeri başka bir yerde olsa, birbirleriyle mülakat ettikleri gibi anlaşırlar, aralarında anlaşmazlık olmaz.
 

Terk eylemişler kâl-u kil lâl olmuş anlara bu dil,
Her halleri Hak-ka delil hep mazhar-ı Rahmân kamû.
 

Fakat amâl mezhebleri arasında anlaşmazlık çoktur. İmâm-ı Azam bir türlü der, İmâm-ı Şafiî başka türlü der, İmâm-ı Malikî de bir başka türlü der. Velhâsıl birbirlerinin aksine belki kırk mezheb, hatta birbirleriyle anlaşamayan daha ziyâde bile mezheb vardır. Halbuki hakîkat ehlinin mezhebi yalnız bir türlüdür, aralarında hiç anlaşmazlık yoktur. Onlar her işlerini Hak-ka tafviz , yani Hak-ka havale etmişlerdir. Ârifin her hareket ve sekenâtı Hak-ka delildir. Zirâ kendileri Rahmânın mazharıdırlar.
 

Gerçi sana bakıp gözü, sohbet eder söyler sözü,
Lâkin Hak-kı bulmuş özü, söyleştiği Furkân kamû.
Dünyâya anlar gelmedi, geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları görmedi,anda olar pinhân kamû.
 

“Düyaya anlar gelmedi”, evet Ahadiyet-üs-seyr olanlar, yani vahdet zevkiyle Hak-ka ulaşanlar hiç dünyâya gelmedi demektir. Onları dünyâda görürsün velâkin onlar çocukluğundan Hak-ladır. O gibi kimse şimdi dünyâda olur mu? Olmaz, geldi ise de eğlenmedi.
“Şeytan onları görmedi”, yani bir takımı vakıa geldi ve bir takımı fena olan fiillerde bulundu, sonra tevbe etti, tevhîd yoluna girip daimî zikir sahibi oldu.Zirâ dâimi zikir sahibinden şeytân bir mil mesâfeden uzak durur. Bu mesâfe Dörtbin adımdan fazla olup, daha yakından yaklaşamaz. Bir takımı da muvahhid velâkin dâimî zikirde değil kalbi gâfil. İşte o takım kimseye şeytan Cem makâmına kadar musallat olur. O kimse Cem makâmına ayak basınca çekilir.İşte dünyaya gelip de eğlenmeyen ve şeytânın kendilerini görmedikleri kimseler bunlardır.
 

Ana girerse bir kişi gider gönülden teşvişi,
Başına bu devlet kuşu konan olur Sultan kamû.
Hemen ki ol şehre gelür her korkudan azâd olur,
Yollarda billerde kahr div-u peri şeytân kamü.
Dâr-ül emândır ol şehir lâkin girer yüzbinde bir,
Sanma ana dâhil olur hûr-u melek rıdvân kamü.
Kim ki o şehri özledi erenler izin izledi,
Adâb-ı Hak-kı gözledi irşâd eder Pîran kamû.
Ehlini bul ol illerin sarpın geçersin billerin,
Yırtar yalnız gideni kurd-u peleng arslan kamû.
 

Beyitte geçen kurt ve arslandan murad, nefis ve şeytândır.Mürşid-i Kâmili bulmadan o hakikat şehline gidilmez. Öyle kitap okumak ve yalnız sohbet dinlemekle de olmaz, behemahal Kâmile biyat lâzımdır.
 

Ehline anlar bellidür zirâ bilür bir ellidir,
Her birisi ahsen sıfat her müşküle bürhân kamû.
Gir Enbiyânın silkine bin bu vücûdun fülküne,
Kahreyle nefsin askerin gark eylesün tûfan kamû.
Var “Semm-e vech-ullâh” ı bul tâ görüne sana bu yol,
Senden sana eyle sefer kim idesin seyrân kamû.
Candan riyâzat-ı teap çeksin anı edüp taleb,
Olur riyâzat sonu derdlerine dermân kamû.
 

“Candan riyâzat teap” demek (teap: yorgunluk), burada riyâzat akıldır. Akıl üç kısımdır: Akl-ı maâş, Akl-ı maâd, Akl-ı kâmildir.
Akl-ı maâş sâhibi, aklını dünyaya fazlasıyla sarfedendir. Akl-ı maâd sâhibi, aklını âhirete fazlasıyle sarfedendir ve kendisinde âhiret fikri galip olandır. Akl-ı kâmil sâhibi ise kendisinde Hak fikri galip, yani fazla olan ve sarfeden bir kimsedir.
 

Çek sinene dağ üzre dağ şol hasta gönlün ola sağ,
Şâyed ola dağ üstü bâğ yâdlar ola yârân kamû.
Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim,
Bundan inüp döküldüler bu tenlere her cân kamû.
Gel tende koma cânını a’lâya çık bul kânını,
Lâyık mıdır insâna kim yeri ola zındân kamû.
Tut bu Niyâzî’nin sözün bunda aça gör gözün,
Birgün gidersin ansızın görmez seni giryân kamû.
Var ol hakîkat şehrine ir anda Hak-kın sırrına,
Dolsun senin de gönlüne deryâ olup irfân kamû.
__________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Nevbahar erişti bi-dâr olayım şimden gerû,
Andelip-i bağ-ı gülzâr olayım şimden gerû.
“Dünya vü ukba hevâsından geçüp abdâl veş,
Kâşif-i cilbend-i esrâr olayım şimden gerû”.
 

Birinci beyitte geçen bahardan murad edilen ilahi vücûddur. İkinci beyitte geçen “Abdâlveş” şunlara derler: Üçyüzler vardır, herbiri bir Nebi, yani peygamber meşrebindendir. Bunlar Üçyüzonüç ricaldir. Kırklar vardır, yediler vardır. Üçyüzlerin Kırkı Âdem (A.S.) meşrebinde, yani yaradılışındadır.İşte bu kırk kişiye Abdâl tabir olunur. Üçyüzlerin Yetmişi Nuh (A.S.) meşrebindendir,bunlara da Nakibler tabir olunur.Bunlardan yedisi Resûlüllah (S.A.V.) ın meşrebindedir.Bu Yedilerden Dördüne Evtâd, ikisine İmamân ve birine de “Gavs” tabir olunur.
 

Çaluben Mansûr gibi tabl-ı “Enel-Hak” nevbetin,
Gireyim meydâna berdâr olayım şimden gerû.
 

Mısrî hazretlerinin Mansûr gibi “Enel-Hak” diyerek meydana girip berdâr olayım demesi, ihtiyâri ölğmle ölmeğe işarettir. Çünkü Mansûr “Ene =ben” demekle vücûdunda Hak-kı kayıd ettiğinden Kur’ânın âyetleri, onun katline hükmetti, Hak kayıddan münezzehtir.
 

Dügeli dâr-u diyârın raht-u bahtın terk edüp,
İbn-i Edhem gibi deyyâr olayım şimden gerû.
Dolanayım Hızır-veş âlem gözünden bir zamân,
Mutlak olup sırr-ı settâr olayım şimden gerû.
Dolanayım ten zemininde karar edüp kalam,
Çıkayım göklere devvâr olayım şimden gerû.
Bu izâfât-ı kuyûdât illerin edüp harâb,
Lâmekân ilinde seyyâr olayım şimden gerû.
Mürg-i cânıbu kafaesten uçurup şâd edeyim,
Ol adem şehrine tayyâr olayım şimden gerû.
“Bir beden kaldı bana mensûb olan bunda hemân,
Yoğ edüp anı dahî var olayım şimden gerû.
 

“Bunda bana bir beden kaldı, onu da yok edip var olayım” diyor Niyâzî hazretleri, çünkü sâlik efâlini Hak-da fenâ eder, sıfatlarını fenâ eder, zâtını fenâ eder. Sonra Cem makâmında önce Hak-kın zâtını giyer, Hazret-il Cemde Hak-kın sıfatlarını giyer, Cem-ül Cem makâmında Hak-kın ef’âlini giyer, var olur. Zirâ “Vâriyet” Hak-kındır. Hak-kın vâriyeti ile ancak insan var olur, yani vâriyetin Hak-kın olduğuna vâkıf olur demektir. Bu sebepten de Niyâzî: “Kalmasın varlıkta Mısrînin vücûdu zerrece” diyerek şiirine son vermektedir.
Kalmasın varlıkta Mısrî’nin vücûdu zerrece,
Kurtulayım vasl-ı dildâr olayım şimden gerû.
_________
Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlün fâilâtün
Can yine bülbül oldu hâr açılıp gül oldu,
Göz kulak oldu her yer her ne ki vâr ol oldu.
Oynadı çün nâr-ı aşk kaynadı ebhâr-ı aşk,
Her yaneye çağlayup aktı gözüm sel oldu.
Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı,
Girdim anın zikrine azâlarım dil oldu.
Ferhad bugün ben oldum vartlık dağını deldim,
Şirin’ime varmaya her cânibim yol oldu.
Geç ak ile karadan halkı bırak aradan,
Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).
___________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,
Her kemâl ehli, kapusunda anın ednâ kulu.
Okları kavs-i kazânın kuvvetince yol alur,
Putesine kalb-i Sultandan geçer okun yolu.
Çün mukaddem “Fakr-i fahri” dedi Sultân-ı Rüsûl,
Yâ aceb mi fahr-i zillî diye bu âhir veli.
Karha terha iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,
Taht-ı ikdâm-ı erâzil Arş-ı Rahmân menzili.
Ârifin bir himmeti var ana Arş olmaz makâm,
Sidre vü Tûbâ gözetmez kâmilin cân-u dili.
Âkilin mizân-ı aklı mâverâsın almadı
Âşıkın âkiller içre adı mülhid ya deli.
Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kaza,
Katre katre kıldı zâtını anın aşk yeli.
“Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,
Her kemâl ehli, kapusunda anın ednâ kulu.”
 

Hazreti Resûlün yolu kıldan ince kılıçtan keskindir. Her kemâl ehli anın kapısında ednâ bir kuldur. Mısır’da Ehlullâhın ileri gelenlerinden İbrahim Hanifî hazretleri vardı. İbni Fârız’dan sonra yaşamıştır. Bu zâta sordular: İbni Fârız sizin zamanınızda yaşasa idi size tâbi olur muydu? Cevâben: “Evet, benim kapımda olurdu”. Bir defâsında Hazreti Resûl, Ömer (R.A.) in ansızın evine girdi, çünkü akrabalığı vardı,olmasa da Hareti Resûl’e perde yoktu, o cümlenin babasıdır. Hazreti ömer’in bir kitap okuduğunu gördü ve Hazreti Ömer okuduğu kitabın Tevrat olduğunu söyledi. O zaman: “Şayet Mûsâ hayatta olsaydı bana tâbî olurdu yâ Ömer” buyurarak Ömer’i, Hazreti Resûl ikaz ettiler. İbrahim Hanifî’nin sözü de bunun gibidir, çünkü o zamanın Ehlullâhı İbrahim Hanifî idi, bütün kibar Velîler ana tâbi idiler, yoksa İbn-i Fârız’ın kemâli andan ziyâde idi.
“Çün mukaddem fakr-i fahri dedi Sultân-ı Rüsûl,”
Hazreti Resûl “Elfakr-ı fahrî” buyurdu, yani “fakirlik benim iftihârımdır” dedi.Ama bu mal fakirliği değilidir, fakr-ı hakîkidir. Fakr-ı sûri değildir, yani vâriyeti yok olan, ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ka verendir. Bunlar esasen Hak-kındır, işte bunların Hak-kın olduğuna vâkıf olan kimseler fakr-ı hakîki sahibidirler.
Karha terha iki deryâ Mecma-il-Bahreyn olan”
Karha kırıntı demektir, sofrada kalan ekmeğin en ufak parçası, terha da bezin en ince parçasıdır. Mecma-il-Bahreyn zâhir olarak Akdenizle Nil nehrinin karıştıkları Reşid İskelesi’dir. Çünkü Mûsâ hazretleri Hızır (A.S.)ile orada buluştular. Birlikte yanlarında bulundurdukları pişmiş balık orada kayboldu. Balığın biri yanı kızarmıştı. Hakîkatta Mecma-il-Bahreyn, Bahr-ı Vücûb ile Bahr-ı İmkân arasında bir berzâhtır. Hatta Mecma-il-Bahreyn’in resmini pergelle çizerler, ortadaki çap çizgisi berzahtır. İki kavis ortasından geçen çap çizgisinin bir yanına “Kavs-i vücûb”, diğer yanına “Kavs-i İmkân” yazarlar. Kavs-i Vücûb “Fâtihâ-i Şerîfe” nin ortasına kadar olan âyetler, diğer yanı da sonuna kadar olan âyetlerdir.
“Âkilin mîzân-ı aklı mâverâsın almadı”
Aklî ilim bilginlerinin akıl mizânı, akıllarının kavrayamadıklarını alamazlar.Bu ilimler meselâ mantık, edebiyât ve bunlara benzer akliyâta dâir ilimler olup, bunlar İlâhî ilimleri öğrenmek için birer âlet, yani onlara âşinâ olmağa birer basamaktır.
Asıl ilim üç kısımdır : Şerîat ilmi, Tarîkat ilmi, Hakîkat ilmidir. Şu halde aklî ilimleri öğrenmek demek, bir nevi acemilikten ustalığa geçmek demektir. İlâhî ilimler aklî ilimler sâhibi âşıklar arasında bulunsalar, âşıkların sözlerini kavrayamadıklarından onlara ya mülhid, yani bozuk veya deli divâne derler.
“Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kazâ”
Zerre zerre demek, önce o kimse Hak-ta ef’âlini fenâ eder, sonra sıfatını fenâ eder, en sonunda da zâtını fenâ, yani yok eder demektir.

 

Mısri Divan 18

_____________

Vezin:Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Dost illerinden menzili ki âli göründü,
Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü.
Tûtilere sükker bağının zevki erişti,
Bülbüllere cânân gülünün dâli göründü.
Mecnûn gibi sahralara ağlayı gezerken,
Leylâ dağının lâlesinin âli göründü.
Ten Yakûbunun gözleri açılsa aceb mi,
Can Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü.
 

Hazreti Yakûb (A.S.) oğlu Yûsuf için ağlardı. Yollar başında oturup gelen ve gidene “Yûsuf’u gördün mü, Yûsuf’tan haber var mı?” diye sorardı. Sonra diğer evlatları babalarına: “Ey baba, Allâh’a kasem ederiz ki, sen bu halin ile ya ölüp gideceksin, veyahut da sana cismen bir zarar gelecektir." Sonra Hazreti Yakûb âyeti kerimede bildirildiği üzere: “Benim şikayetim Hak-kadır, her ne kadar siz gelip gidenlere şikâyet ederim sanıyorsanız, sizin bilmediğinizi ben bilirim, ben Nebîyim.”
İşte Hazreti Yûsuf’a ağlamaktan Hazreti Yakûb (A.S.) mın gözlerine bir ince perde geldi, velakin yine görürdü. Kör oldu dedkleri yalandır. Çünkü Nebîler dâvete engel olacak ve halkın kendisinden nefret edilecek illet ve hastalıklardan masun ve mahfuzdurlar. Öyle nefret verici, bulaşıcı hastalık ve körlük gibi ârızalar Enbiyâ’da olmaz.
Kâl ehlinin ahvâlini terk eyle Niyâzî,
Şimden gerû hâl ehlinin ahvâli göründü.
Kâl ehli şunlardır: Sözleri âyet veyahut hadise yakın olmayan sözleri söyleyenlerdir. Çünkü âyet ve hadîse yakın olan söz, o sözü söyleyenin değilidir, bu sözler ya Hak-kın veyahut Hazareti Resûlündür. O sözlere imân etmeyen kâfir olur.
Meselâ zâhir ulemâsı âyet ve hadîsle teyid edilmiş bir söz söylerse, o söz zaten onun değildir, âyet ve hadîs şerîfi söylüyor demektir. Şâyet kendi düşüncesinin mahsülü olarak söylediği ise, o söz kabul olmaz. Hatta İmâm-ı Âzam Ebu Hanife buyurmuştur: “Vesayâsındaki bir sözüm ki, yanında âyet ve hadîsle görüle, o benimdir kabul edin. Velâkin âyet ve hadîs yanında olmayarak görülen söz benim değildir, kabul etmeyin.”
İşte kâl ehlinin sözü âyet ve hadisle teyid edilmiş olmalı, kendi istidat ve düşüncesinin mahsulü olmamalıdır. Çünkü kâl ehlinin sözü, hâl ehlinin sözü gibi zevkî değildir, yani manevî bir zevkle söylenmemişti
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâilün feûlün
Çün sana gönlüm mübtelâ düştü,
Derd-ü gam bana âşinâ düştü.
Zühd-ü takvâya yâr idim evvel,
Aşkla benden hep cüdâ düştü.
Vâiz eder gel aşkı terk eyle,
Nideyim sabrım bî-vefâ düştü.
Nice terk etsin aşkı şol âşık,
Ana karşu sen meh-likâ düştü.
Vechini görsem dağılır aklım,
Zülfün ona çün muktedâ düştü.
 

“Ol zühd-ü takvâ benimle yâr idi, aşkla bunlar hep uzak oldu.”, öyle ya dâimî zikirde iken , yani Mabûdu ile dâima huzurda iken zühd ve takvâ ne lazım. Zühd ve takvâ mahcup işidir, âvâm halidir. Hak-kı bulan kendi yok olur, çünkü vücûd zaten Hak-kın vücûdudur. İşte insan bu hususa vâkıf olunca Hak-ka vâsıl olur.
 

Kim seni buldu kendi yok oldu,
Vaslına ey dost can bahâ düştü.
Aşka, uşşâkın dâvet etmişsin,
Can kulağına ol sadâ düştü.
 

Cenâb-ı Hak âşıkları “Vemâ halaktel cinn-e vel-ins-e illâ liyâ’budûn”, “Biz cin ve insanları bize ibadet etsinler diye yarattık”, âyeti kerimesiyle aşka dâvet etti. Bu âyeti kerimenin tefsîrinde İbn-i Abbas (R.A.) der ki: “İbâdet nedir yâ Resûlullah” diye sahâbeler sordular. Hazreti Resûl: “Eyyi li-yuvahhidûn-e eyyi liya’rifûnehû” diye tefsîr buyurdular, yani “Ben ins ve cinni ancak beni tevhîd etmek ve beni bilmeleri için yarattım” demek istemişlerdir.
Bu Niyâzî’nin hiç vücûdunda,
Zerre komadı hep bekâ düştü.

 

Mısri Divan 19

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Yâ İlâhî sana senden el’ıyâz,
Sensin âhir cümlemize müsteâz.
Derd senin dermân senindir şüphe yok,
Derdli kullara yine sensin melâz.
Cem-i farkı eylegil meşhûdumuz,
Cem-ul cem inden bize ver iltizâz.
Zevk-i küllî pâdişâhım oldürür,
Bize tevhîdin ola dâim me’âz.
Bu Niyâzî bendeni etme garîb,
Eyle gel tevhîd-i sırfda onu şâz.
 

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd Efendi)
_________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün fâilün
Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder vâiz,
Okur açmış kitâbını bu halkı ağladır vâiz.
İki bölmüş cihân halkın birini cennete salmış,
Eliyle kürsüden birin Tamû’ya sarkıdır vâiz.
Çıkar ağzından ateşler yakar şeytân-ı mel’ûnu,
Sanasın yedi Tamûnun azâbı kendidir vâiz.
Tamûya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer,
Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir vâiz.
Yaraşur va’z ana hakkâ ki yanar yakılur her dem,
Niyâzî’nin hemen ancak cihanda adıdır vâiz.
 

Zâhir üzre takrir olundu (Hacı Maksûd Efendi)
__________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfândan garaz.
 

Pîr (Mürşid) den garaz, yani maksat sen seni bilmektir. Çünkü şeytan seni kendi yoluna rağbet göstermeni ister. Anın için Mürşid lâzımdır. Mürşidsiz olmaz.
“Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfândan garaz”
Yukarıdaki ikinci beyitte geçen ilim ve irfandan maksad da noktayı anlamaktır.
Bir keresinde Eshâb-ı Kirâm Hazreti Ali (K.V.) ye sordular:
“Yâ Emiril Mü’minîn, ilim nedir?”. Cevâbında buyurdular: “İlâhî kitaplarda olan Kur’ân’da, Kur’ân’da olan Fâtihâ-i şerîfede, Fâtihâ-i şerîfede olan Besmele’de, Besmele’de olan “ba” da (be harfinde), “ba” da olan altındaki noktada vardır. “Ve ene li-noktatülletî taht-el bâ” yani “Ba’nın altında olan nokta benim.” Ve ilave ettiler “El-ilm-ü noktatün kesrehel câhilün”, yani “İlim bir noktadır, câhiller anı çoğalttı”.
 

Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.
 

Öyle ya ilim bir noktadır. Bu tafsilât hep o noktayı anlatmak içindir. Bu kadar Peygamber, bu kadar kitap ve bu kadar Verese, yani Hazreti Resûlün vârisleri, hep anı, noktayı bildirmek içindir.
 

Sâni-i gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendüyü göstermek içündür o san’attan garaz.
 

Ey Tevhîd-i Ef’âl sâliki, Sâni-i gör, yani Hak-kı gör günde yüz bin çeşit sanat gösterir. O sanattan garaz, yani maksad amaç kendisini göstermek ve bildirmek içindir. Hâdis-i şerîfte: “Künt-ü kenzen mahfiyyen feahbebt-ü u’ref-e fe-halakt-ül halk-a li-u’ref”, yani “Görünen sûret ve bilinen şeylerle zâhir idim, diledim ki bilineyim. Bu bilinen şeyleri ve mevcûdatı yarattım.” Buyurulmuştur.
 

Hep celâlin perdesidir küfr-ü isyândan murad,
Bahr-ı vücûdun katresidir fazl-u rahmetten garaz.
Nefsini bilen irermiş bir tükenmez devlete,
“Fakr-ı fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.
“Fakr-ı fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.”
 

Hak-kın celâli bâtın, cemâli zâhirdir. Nâs, yani insanlar fakirdir. Çünkü Cenâb-ı Hak: “Yâeyyühennâsü entüm-ül fukarâ-u ilallâh val-lâhü hüv-el ganiy-yül hamîd” yani “Ey insanlar, sizler fakirsiniz, Allâhınız zengindir ve ona hamd ediniz” buyurmuştur. (Fâtır Sûresi, Âyet 15)
Zira fiiller Hak-kın, sıfatlar Hak-kın vücûd Hak-kın olunca, tabii insanlar fakirdir. (Devlet ve zenginlik ancak Hak-kındır). İşte Mısrî efendinin son beyitte “Fakr-ı fahrîdir o devletten garaz” buyurduğu budur.
___________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Eyâ Deccâl Hak-kın takdîri bil hergiz bozulmaz,
Ezel levhindeki yazı silinmez hem yuyulmaz.
 

“El mukadder lâ yugayyer”, yani “Takdîr bozulmaz”. Takdîr şudur: Her fiilin icâdına taalluk eden, yani her işin meydana getirilip yapılmasına sebep Allâhın kudretidir. İkinci beyitte geçen “Ezel levhi” ise “Kazâ” demektir. Kazâ, allâhın en önce malumatla tecellîsine “Kazâ” denilir. Sonra bu âlemde herkes için kazâda olan fiilerin icâdına sebeb olan Allâhın kudretine “Kader” denilir. İşte bu kazâ ve kader ne bozulur, ne silinir.
 

Ne denlü sâ’y edersen et sonunda hep hebâdır,
Çamurdur havzının içibulandıkça durulmaz.
 

Ne kadar çalışırsan çalış, çalışman boşunadır. Çünkü kazâ ve kader hakkında senin havuzun (içindeki suların) bulanıktır,bu sebepten kazâ ve kaderi bilemezsin. Esasen kimse de bilmez ve bilmeğe çalışanları Cenâb-ı Hak menetmiştir.
 

Gönül durulmadıkça âlem-i gaybin şemûsu,
İçini eylemez aydın karagûsu sürülmez.
 

Şumus demek güneşlerdir ve bundan murad edilen de Allâhın tecellîleridir.
 

Ne denlü gayriyi ağlatsa bir kimse anı da ,
Mukallib ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez.
Durur kendisi yok gibi işin işler hafâda,
Alan veren odur, kendisi mahfîdir görülmez.
 

Hak görülmez, ama baş gözüyle görülmez, yani bâtın gözü kör olan Hak-kı görmez. Ancak Hak zâhirdir, yani görülmektedir. Ruhu saf ve basîret gözü (gönül gözü) açık olan Ârifler Hak-tan başka bir şey görmezler, çünkü vücûd, Hak-kın vücûdu değil midir? Bu makâmda “İbn-i Fâriz” hazretleri Kaside-i Tâiyesinde: “beda bil-ihticâb ve ihtifâ-i bi-mezâhir”, yani “Hicabla zâhir oldu (örtüleriyle göründü), mazharlarla (görünenlerle) gizlendi” buyurmuştur.
 

Neam zâhir dürür gözlülere, âmâya mahfî,
Anı zâhir gören işini bozmağa yorulmaz.
 

Anın için mahcub olan (Tevhîd ehli olmayan) görmez, onu ancak hicâbı (gaflet örtülerini) kaldıran görür. Hak-kı zâhir gören Ârifler, anın işini bozmağa çabalayıp yorulmazlar.
 

“Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam dime hiç,
Hak-kın sırrı emîn olmayana bil kim denilmez.”
 

Zerâfetle, nezâketle sakın Mısrî’den haber alacağını sanma, alınmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde: “inna-llâhe ye’mürüküm en tüedd-ül emanât-ı ilâ ehlihâ”, “Allâh sizlere emânetleri ehil olanlara verilmesini emreder” buyurmuştur. Ayrıca Hazreti Resûl Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuştur: “Emaneti ehil olanından başkasına verirsen, emânete zulmetmiş olursun ve ehline vermezsen bu defa da ehline zulmetmiş olursun.” Çünkü emâneti ehli olmayana vermek emânete zulümdür, zirâ o zaman verilen emânetin değeri bilinmez.
Yukarıdaki âyeti gelmesinin sebebi şu idi: Peygamber efendimiz “Beyt-i şerîf” in anahtarlarını (tekrar Kâbenin alınmasından sonra) “İbn-i Şîbe” den alıp “İbn-i Abbâs” a verdi, sonra bu âyet nazil olunca, anahtarları İbn-i Abbâs’tan alıp tekrar İbn-i Şîbe’ye verdi. Görüldüğü üzere âyetin nâzil oluş sebebi özeldir, velâkin anlam yönünden umûmîdir. Emânet yalnız Beyt-i Şerîf’in anahtarları değildir. Diğer emânetler de ne olursa olsun umûmîdir. Bilhassa “Tevhîd” kadar değerli emânet olabilir mi, olamaz. Çünkü Tevhîd,
Hak-kın sırrıdır, emin olmayana (ehil olmayana) söylenmez, bildirilmez.
___________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Tâ ezelden biz bu aşk içinde rüsvâ omuşuz,
İsmimizdir söylenen mâ’nada Ankâ olmuşuz.
 

Tevhîde dair söylediğimiz sözleri mahcuplar anlamadıklarından bize kusur ve isnadlarda bulunarak iftira ve küfür ederler demektir.
İkinci beyitte “İsmimizdir söylenen mânâda Ankâ olmuşuz” da bildirilen isim üç kısımdır: Biri müsemmâya delâlet eden, Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin vesâire gibi isimlerdir. İkincisi de isim ama, müsemmâya delâlet etmez, yani delil olmaz, meselâ Allâh’ın isimleri gibi. Bu isim de ikiye ayrılır: Esmâ-i Hak-kiyye, yani Tanrısal isimler, diğeri de Esmâ-i Halkiyyedir. Bir de isim var söylenir velâkin müsemmâsı, yani hakîkati bilinmez, görülmez ve söylenmez. Meselâ yukarıdaki beyitte geçen “Ankâ” gibi. Bazıları buna “Ankâ-i mağrıb” derler, fakat bunun hakîkati nedir, kimse bilmez. İşte Mısrî efendi “İşte biz Ankâ olmuşuz”, yani gerçi ismimiz var velâkin hakîkatimiz nedir, kimse bunu bilmez diyor.
 

Gerçi sûret âleminde sandılar kesretteyiz,
Kesret içre bilmediler ferd-i tenhâ olmuşuz.
 

Gerek dünya ve gerek âhiret sûret âlemidir. İşte bizi o sûret âlemlerinde kesretteyiz zannettiler, velâkin biz kesret içinde vahdetteyiz.
 

Şol izâfât-u taayyün sofların giysen ne var,
Çünkü andan soyunup ma’nen muarrâ olmuşuz.
 

Beyitte geçen soflardan murad edilen burada sûretlerdir.
 

Mantık-at-tayr’ın lûgâtı muğlakından söyleriz,
Herkes anlamaz bizi, bizler muammâ olmuşuz.
 

“Mantık-at-tayr” adındaki kitap Şeyh “Attâr” ın “Hakâyık”, yani hakîkatler hakkında yazdığı bir kitaptır, bu söz aynı zamanda “Kuş lisânı” demektir. İşte kelâmda cinâs (benzetme) var. Eğer söylenmek istenen Şeyh Atâr’ın kitabı ise, bunu yazan Şeyh Attâr’a sor, yok kuş lisânı ise, sen onu uçan kuşlara sor, onu kuşlardan başkası bilmez demek isteniyor.
Lafz-u sûret cism ile anlamak isterler bizi,
Biz ne elfâzız ne sûret, cümle mâ’nâ olmuşuz.
Çünkü Cenâb-ı Hak lisân olarak konuşmaların lûgat manâlarını üç şeye vermiştir: İnsan, cin ve melekler. Geriye kalanların lisânları yoktur, sadâları vardır. Onlar çıkardıkları sadâlarından (meselâ kuşlar gibi) ilham yoluyla birbirlerinin merâmını anlarlar.

Katreler ırmağa ırmak erdi bahre cem olup,
Karışup birbirine hâlâ o deryâ olmuşuz.
 

Katreler (sûretler) ırmağa, aynı nevilere ve bu neviler bahra ayni cinslere erişip birbirlerine karışarak deryâ oldu ki, bu deryâ “Ahadiyyet deryâsı” olan Allâhın zâtıdır. İşte biz o deryâ olmuşuz.
 

Zerreler şemse, güneş erişti vahdet kânına,
Kalmadı aslâ taaddüd ferd-i yektâ olmuşuz.
 

Niyâzî efendi diyor ki, zerreler güneşe, güneş vahdete erdi, bu temsil olmaz, o “Lâ misâl-e lehû” yani “onun misli yoktur”. Çünkü Hak için temsil olmaz, bu sebepten onun misli yoktur. Güneş başka, zerre başka taaddüd var, yani çoğalma var. İşte taaddüdsüz tek bir ferd olmuşuz.
 

Her kesâfet kim izâfet gösterir âyînede,
Ol kedüret tozunu silüp mücellâ olmuşuz.

Yani aynada kir, pas, toz olursa kimseyi gösterir mi, göstermez. Ancak kir, pas olmazsa o mir’âta (aynaya) baktığın gibi içinde sûret görülür. İşte biz öyle bir mücellâ, yani tertemiz parlak bir aynayız.
 

Zâhidin zikrettiği şol harf-i savtın resmidir,
Zâkir-u mezkür zikre biz müsemmâ olmuşuz.
 

Zâhid kimsenin zikrettiği lafzîdir, yani harf ve sûrettir, ama zâkir ve mezkür ve zikre müsemmâ olan biziz.
 

Sofunun şol hûy-u hâyi narâsından almazız,
Vasl-ı deryâyiz biz, ol sesden müberrâ olmuşuz.
 

Bir adam üç kere Hû dese Hû olur. Fakat onun Hû demesi lafzî değildir, çünkü Hû her bir mertebeden, yani Ulûhiyyet mertebesinden de, Ahadiyyet mertebesinden de daha yüksektir, zirâ “Hüviyyet-i Gayb-ı Mutlak” a delâlet eder. İşte bir adam önce bu mahsûsata bir kere Hû der, sonra malûmâta dahi Hû der, daha sonra her ikisine de birden Hû derse, o adam Hû olur. Çünkü mahsûsat ve malûmât (duygular ve bilgiler) yok olunca geriye “Hüviyyet” kalır.
Allâh Kur’ân-ı Hakîm’inde buyuruyor: “Ve iz kâl-e Rabbüke lil-melâiketi innî câil-ün fil-ardı halîfe...”, “Biz Âdemi –Meleklere- yeryüzünde Halîfe kıldık ve melekler dediler yeryüzünde fesat çıkaracak...” Burada âyetin tefsirinde tefsirciler anlaşamamışlardır. Kimi, daha Âdem yaratılmadan yeryüzünde fesat edileceğini melekler neden bildi? Dediler. Kimi de; ateşten yaratılan Canın ilk oğlu İblis kâfir olduğundan anladı –melekler- dediler. Yine bazı tefsirciler de, Hayır Âdem (A.S.)ın kalıbını Cebrâil, İsrâfil, Mikâil; Mekke ile Taif arasında kokmuş çamurdan yaptılar, melekler ise fena kokudan hoşlanmadıklarından Cenâb-ı Hak: “Ben yeryüzünde Âdemi halîfe kılacağım” dediği vakit, Melekler de: “Sen yeryüzünde fesat edecek ve kan dökenleri mi Halîfe kılacaksın. Biz seni takdis ve tesbih ederiz” dediler. Sonra Cenâb-ı Hak onlara: “İsimlerimi söyleyin” dedi, Melâike söyleyemedi. Cenâb-ı Hak Âdem’e: “Ve allem-e Âdem-el-esmâ-e küllehâ sümme aradahüm alel melâike” âyeti kerimesiyle İlâhî isimlerini öğretti, meleklere haber ver dedi. Melekler: “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîymül hakîym”, yani: “Seni tesbih ederiz, ilmimiz yoktur, ancak bize öğrettiklerini biliriz, sen her şeyi hakkıyla bilirsin” dediler. Âdem (A.S.)mın meleklere haber verdiği isimler, bütün isimler değildi, çünkü onlar insandan noksandırlar, bütün isimleri hâmil olamazlar. Yalnız kendilerinin mazhar oldukları Allâhın kuvvet isimlerini anlara haber verdi, çünkü melekler yalnız Allâh’ın kuvvet isimlerinin mazharıdırlar. Arş ve Kürsî yer ve göğü tutan Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil bu dört melektir, kuvvet isimlerinin mazharıdırlar, Âdem (A.S.) ise bütün isimleri kaplamıştır.
 

Allemel esmâya mazhar istersen gel berû,
Âdem’im ve hem ana ta’lim olan esmâ olmuşuz.
 

İlk önce Nûr-i Muhammedî ve Esmâ, Âdem sûretiyle zâhir oldu. Muhammed (S.A.V.) Zâtın mazharıdır. Âdem (A.S.) ise isimlerin mazharıdır ve “Nûr-i Muhammedî” nin bu âleme ilk zuhûru Âdem sûretiyledir.
 

Ten gözüyle Mısrî’yi sûrette görsem deme kim,
Zirâ biz ol Kâf-ı sûret içre Ankâ olmuşuz.
 

Beyitte geçen “Kâf” dan murad edilen sûretlerdir. “Ankâ” dan da murad, bu sûretlerin hakîkati olan “Zât-ı Aliyye”, yani Allâhın zâtıdır.
___________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlün feûlün
Bulan özünü, gören yüzünü,
Bir yüzü dahi görmek dilemez.
Vuslatta olan, hayrette kalan,
Aklın diremez, kendin bulamaz.
Her şâm-u seher ödlere yanar,
Hem benzi solar ağlar gülemez.
Âşıl ola gör, sâdık ola gör,
Cehd eylemeyen menzil alamaz.
Meftûn olalı, mecnûn olalı,
Bu Mısrî dahi akla gelemez.
 

Birinci beyitte geçen “Bulan özünü, gören yüzünü” de Hak-kın yüzünü gören başka yüz görmek dilemez. Tabii başka yüz yok ki görmek dilesin.
 

Bu bahrın şerhi bundan ibarettir. (Hacı Maksûd Efendi)
________
Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün
Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez,
Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz.
Savm-u salâtu zekât, günâh kibrin mahveder,
Darab-ı zikir olmasa gönül pası silinmez.
 

“Şerîatin sözleri hakîkatsiz bilinmez”, bu sebebten Cem makâmı Hazret-il Cem de şerîat makâmıdır. Hazreti Resûl: “Lâ salât-e limen yekre-ü Fâtihâ-til-kitâb”, “Fâtihâ sûresi okunmayınca namâz olmaz” buyurdu, bu hadis doğrudur. Halbuki imamla birlikte namaz kılındığı zaman cemaatin namazının olmaması lâzımgelir. İmâm-ı Âzâm hazretleri hakîkata âşinâ olduğundan: “İmam ve cemaatin vücûdları Cem makâmı üzere tek bir vücûddur” demişlerdir. Evet Hak-kın vücûdundan başka vücûd var mı, yoktur. İşte imamın okuması, cemaatın okumasıdır. Bu sebepten imam okur, cemaat sükût eder. Şimdi İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife bu hakikatı bilmeseydi şerîati anlar mıydı, anlamazdı.
İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Âzam’ın sözleri doğrudur, velâkin Hazret-il cem makâmı üzere cemaatın dahi okuması lâzım gelir, çünkü bu makâmda Hak bâtın, halk zâhir olduğundan dolayı Şafiî imamları Fâtihâ’yı okuduktan sonra bir süre sükût ederler, bu sırada cemaat da okur, sonra zammı sûre okunur ve rükûa varılır.
“Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz”
İlim üç kısımdır: “İlmel-yakîn”, “Aynel-yakîn”, “Hak-kal-yakîn” dir.
“İlmel-yakîn”: Avâmın ve zâhir ehlinin ilmidir. İşte halkın vücûdu Hak-kın vücûduna delildir. Çünkü sâni’ sanatından bilinir. Deve tezeğinden, adam izinden bulunur, yani bir adam izi görürsün, o izden gider, gider, sonunda aradığın adamı bulursun. Halbuki Cenâb-ı Hak gâip değil ki, delil ile bilesin ve bulasın. İşte bu avâma, yani halka göre güzeldir.
“Aynel-yakîn”: Bu halk Hak-kın mazharıdır, müstakil vücûdları yoktur. Bu görüş, söyleyiş Hak-kındır der, veâkin vücûdu bir türlü Hak-ka veremez, vücûdunu kıymetli tutar, bu vücûd Hak-kın sıfatlarına mazhardır der. İşte bu da tarîkat ehlinin ilimidir. Şimdi aynel-yakîne nisbetle ilmel-yakîn güzel mi? Hayır değildir. Gelelim Hak-kal-yakîne:
“Hak-kal-yakîn”: Bu hakîkat ehlinin ilmidir. Vücûd Hak-kın vücûdudur, Hak-kın vücûdundan başka vücûd yoktur. “Lâ mevcûd-e illâ Hû” buna delildir. Şimdi buna nisbetle ilmel-yakîn ve aynel-yakîn güzel mi? Hayır değildir.
Bir sâlik aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varır mı, yani tarîkat ehlinin ilmini görmeden (bilmeden, öğrenmeden, zevk etmeden) Hak ehli ilmini bilir mi, bilmez. İşte bu sûretle “Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bilinmez” dediği Mısrî efendinin Aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varılamaz demektir.
 

Savm-u salâtu zekât, günâh kibrin mahveder,
Darab-ı zikir olmasa gönül pası silinmez.
 

Darab-ı zikir, yani dâimî zikir (Allâhı anma) gönül pasını siler, pâk eder, çünkü sâlik velevki şuhûd ile olmasın, Allâhı anarken her nereye teveccüh ederseve her ne görürse Allâh der, taş görür Allâh der, ağaç görür Allâh der, insan görür Allâh der, hayvan görür Allâh der. Velhâsıl gözü her neye baksa ve kalbine her ne gelirse Allâh der, böylece o kimsenin gönül pası silinir. Bu durumda her ne kadar şuhûd ehli zâkir değilse de. Bak Mevlut sahibi Süleyman Çelebî: “Allâh adıyla olur her iş tamam” diyor.
 

Sil gözünü dön andan bak göresin kendü özün,
Hakîkatin güneşi doğmuşdürür dolanmaz.
 

Evet, Zât-ı Hak doğmuş dolanmaz, velâkin gözünü silmediğin için göremezsin. Bir kere gözünü sil de andan sonra bak, işte o zaman görürsün.
 

“Kavseyn”e erişince varır gelür gemiler,
“Ev-ednâ”nın bahrına hergiz gemi salınmaz.
 

Deryâya dalmağa can terkin urmak gerek,
Cânına kıymayınca o deryâya dalınmaz.
 

Beyitte geçen “Kavseyn” den murad tevhîdde “Cem-ül cem” makâmıdır. Oraya kadar isneyniyet, yani ikilik var. “Ev-ednâ” ise “Ahadiyyet” makâmıdır. Oraya can terkin urmadan ve cana kıymadan oraya gemi salınmaz ve o deryâya (Vahdet deryâsına) dalınmaz.
 

Bu sûretin libâsın vir gayriye Niyâzî,
Ol bahre dalar isen şâyet geru gelinmez.
 

Sen de ey Niyâzî, şâyet o deryâya dalarsan bu sûret libâsını (giysilerini) terk et.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Sırf içürdü bize vahdet câmını cânânımız,
Anınçün bir nefes ayrılmadı mestânımız.
Küfr-ü imân gussasından kurtulup Yâr’in bugün,
Şol ruh-u zülfünde bulduk küfr ile imânımız.
 

İşte Mısrî efendi: “Bize sırf vahdet câmını içirdi cânânımız” diyor, yani, “vahdet sırf câmını içtik” demekten murad “Ahadiyyet” makâmıdır. Diğer makâmlar sırf vahdet değildir. Cem makâmında, halk bâtın, hak zâhir olduğundan hem Hak var hem halk var. Hazret-il cem makâmında Hak bâtın, halk zâhir ki, şerîat makâmıdır, burada da hem Hak var hem hallk var. Cem-ül cem makâmı vahdettir, iki kısma bölünür: Biri zâhir, diğeri bâtın. Cenâb-ı Hak Hadid sûresinin 3. Âyetinde: “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel-bâtın”, “Evvel o’dur, âhir O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur” buyurmuştur, yani zâhir de O’dur, bâtın da O’dur olunca, görüldüğü üzere zâhir, bâtın sözleri vardır. “Ahadiyyet” ise, orada birşey yok, yani vahdet sırf orada var, ikilikten eser yoktur
 

Lutf ile dün gice geldi bize teşrif etti Yâr,
Adın işitirken il oldu şükür mihmânımız.
 

“Dün gece Yâr bize lütfedip teşrif etti” sözleriyle o zaman Mısrî efendiye öyle bir tecellî vakî oldu ki aynı Hazreti Mûsâ (A.S.) ya Tûva vâdisinde Allâh’ın ateş sûretiyle tecellî ettiği gibi, bize de Yâr teşrif etti demek istiyor.
 

Nice geldi cânı teslim eyledik kurbanlığa,
Hamd-ü lillâh kabul oldu bugün kurbânımız.
Halk-ı âlem her dem okur “Küll-ü şey’in halik-ün”,
Kendi okur dâimâ “İllâ vech” e Subhânımız.
 

“Halk-ı âlem her anda okur” yani âlemlerde olan yaratılmış olanlar dâimâ şunu okur: “Her şey helâk olucudur, her şey helâk olucudur”, her an da fânîdir, her bir tecellî de fânîdir (herşey yok olucu, mahvolucudur)
Hak sûbhânehû ve taalâ hazretleri de: “İllâ veche, illâ veche” yani herşey helâk olucudur, illâ veche, “Yalnız Hak bâkîdir” (yalnız Allâh kalıcıdır) buyuruyor.
 

Bir aceb hatlardürür geh yazılur, geh silinur,
Vech-i bâkî levhi üzre dâimâ â’yânımız.
 

Hatlardan murad bu mahlûkattır. Her anda bu mahlûkat vücûda gelir, yok olur, vücûda gelir yok olur, velâkin vech-i bâkîde kalan sûretlerimiz dâimîdir.
 

Aşinâlık arttığınca ey Niyâzî dost ile,
Arttı bezm-i vahdet içre günbegün seyrânımız.
 

“ Kişinin Hak ile ma’rifeti terakkî buldukça “,yani bir kimsenin Allâhı bilme hususundaki bilgileri çoğaldıkça, ona olan âşinâlığı da o nisbette artar. Kezâ onun vahdet bezminde seyrânı terâkkî bulur, yani o kimsenin vahdet alanında ilerleyişi artar ve bu ilerleyiş artık ondan dünyâ ve âhiret kesilmez .