Mısri Divan 12
Arabca Şiir :
Visâlül abdi lillâhi bilâ beynin velâ eynin
Kezâlikel abdu billâhi bilâ beynin velâ eynin
Şerhi
Abdin Allâh'a vuslatı, yani kulun Allâh'ına yaklaşması mesâfesiz ve mekânsızdır.
Kezâ Allâh'ın da kuluna yaklaşması öyledir, yani mesâfesizdir.
Cemâlün kad bedâ hakkan biküllil vechi ıtlâkan
Tecellâ bienne tahkîken bilâ beynen velâ eynen
Allâh'ın cemâli her yüzde zâhir oldu (göründü). Mutlak olarak tecellîsi
gerçekten mesâfesiz ve mekânsızdır.
Feinnel halka lem yunkal minel imkânı lâ lagfel
Erâ Hakkan vücûdel külli bilâ bennen velâ eynen
Halk imkândan intikâl etmez,gâfil olma. İmkân şudur ki,vücûd ile yokluğu eşit
ola, yani varlıkla yokluğu aynı olmalıdır.Herbir şeyin vücûdunu mesâfesiz ve
imkânsız olarak Hakkın vücûdu görür.
Yerâ fî külli mir’âtün biiskâtil izafâti
Vücûdul vahdetizzâti bilâ beynen velâ eynen
Kuyudâtın iskâtiyle (kayıdların yok edilmesiyle ) her bir mir’atta tek bir vücûd
görünür.Özetle Zâtı aliyyenin (Yüce Allâhın) vücûdunu mekânsız ve mesâfesiz
olarak her bir aynada tek olarak görür.
Bebâbil Mürşidîyne elzem lihâzel meşhedil a’zam
Terâ mâlâ yerel a’lemü bilâ beynen velâ eynen
Bu meşhed-i â’zam (bu büyük toplantı,bu görüş için) için Mürşidin kapısına sık
sık devam ve eteğine yapışmakla olur,sen de öyle yap.O zaman âlemin görmediğini
aracısız olarak görürsün Çünkü Bu Tevhîd ilmi zevkîdir.
İlmi değildir,yani öyle kitapları okumakla hasıl olmaz.Kitap okumakla elde
edilen bilgilerden kitapsız haber verilmez.Bu tevhîd ilmi ise zevkîdir,yani hâl
ehli olmakla elde olunur.
Sekânî şerbeten subhan feahyânî bihi ilmen
Fesârel ilmü aynen bilâ beynen velâ eynen
Mürşid sabah vakti bana bir şerbet içirdi,yani bana bir tevhîd makâmı gösterdi
ve beni ilmiyle ihyâ etti,yani yeniden diriltti,sonra mekânsız ve mesâfesiz olan
bilgim ayn oldu,(Yani onu kendimde buldum).
En son beyitte Mısrî efendiye her halde vech-i İlâhî bizzat tecellî etti.İşte o
zaman Bilâ beynen velâ eynen, yani arada hiçbir engel olmadan vücûdların yok
olmasıyla onu kendisinde buldu.Tecelli-i bizâtihî (Zâtı tecellî) ve Tecelli-i
bi-sıfâtihî (Sıfatıyla tecellî) ve ihâta-i bi-esmâihî (İsimleriyle kaplama) ve
zahara bi-efâlihî (Fiilleriyle görünme) oldu. Yani zâtıyla tecelli
etti,sıfâtıyla ziynetlendi,isimleriyle bütün âlemleri kapladı,fiilleriyle
göründü.
Tecellâ vechuhu bizzâtî alel Mısrıyyı filhalâtı
Biifnâil vücûdiyyâtı bilâ beynen velâ eynen
-------------------
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Tende cânım canda cânânımdır Allâh hû diyen,
Dilde sırrım sırda sübhânımdır Allâh hû diyen.
Dest-i kudretle yazılmış yüzüne âyât-ı Hak,
Gönlümün tahtında sultânımdır Allâh hû diyen.
Cümle â’zâdan gelir zikr-i “Enel Hak” nâresi,
Cism içinde zâr-u efgânımdır Allâh hû diyen.
Giceler tâ subh olunca inledir bu dert beni,
Derdimin içinde dermânımdır Allâh hû diyen.
“Cümle â’zâlardan gelür zikr-i “Enel Hak” nâ’rası” demek, yani bütün organlardan “Ben Hak-kım” nârası bir zikir halinde yüksek sesle benden çıkmaktadır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Lâ yezâl-il abd-i yetekkareb-ü ilâ binnevâfil-i hatta ehabbehu feizâ ahbebtuhu künte semi’a-hüllezî yesmeu bihî ve basara-hüllezi yubsir-u bihî ve lisâni-hillezî yantik-u bihî ve yede-hüllezî yabtiş-u bihî ve recüle-hillezî yemşî bihî febi yesmau ve yabsiru ve bî yef’al-ü”, Kulum bana nafilelerle (nâfile ibâdetlerle) yaklaşmak isteyince, beni sever, ben de onu severim, kulağındaki duyması, gözündeki görmesi, lisânındaki söylemesi, elindeki tutması, ayağındaki yürümesi ve işledikleri, yani bütün kuvvet ve organlarından çıkan her şey benimle olur.” Böylece o kulun bütün a’zâ ve cevâhiri Hak olur, onun tüm organlarından, “Ben Hak-kım” nârası gelir.
Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbindedir,
Katremin içinde ummânımdır Allâh hû diyen.
Cenâb-ı Hak başka bir kudsî hadiste buyurmuştur: “Mâ veseanî ardî velâ semâî
velâkin vesianî kalb-i abd-il mü’min”, Yani ; “Dünyâya ve göğe sığmadım, ancak
mü’min kulumun gönlüne sığdım”. Çünkü arz ve semâda, yani dünyâ ve göklerde
cemiyyet yoktur. Bunların herbiri Allâhın birer isminin mazharıdır, insan ise
Allâhın bütün isimlerini câmidir, yani için almıştır.
“Kisve-i tenden muarrâ seyreder bu gökleri,
Çark uran abdâl-ı uryânımdır Allâh hû diyen”.
Musullu “Ebul Feth” hazretleri bir anda bin yerde zâhir olurdu. Bir defasında
Musul kadısı onu mezbelelik bir yerde çırıl şıplak soyunmuş olarak otururken
gördü ve içinden “ Böyle bir zındıka da halk kalkıp “Sıddık” diyor” diye
geçirdi. Ebul-Feth Kadıya seslenerek: “Kadı, biz her yüzden görünürüz, senin
bana zındık demen benim Sıddıkiyyeme engel olmaz”.
Her kişiye kenduden akreb olan dost zâtıdır,
Ey Niyâzî dilde mihmânımdır Allâh hû diyen
__________
Vezin: Mafâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Gel ey gurbet diyârında esir olup kalan insan,
Gel ey dünyâ harâbında yatıp gâfil olan insan.
Gözün aç perdeyi kaldır duracak yermi gör dünyâ,
Kati mecnun dürür buna gönül verip duran insan.
Kafeste tutiye sükker verirler hiç karar etmez,
Aceb niçün karar eder bu zındâna giren insan.
Ne müşkül hâl olur gaflette yatup hiç uyanmayıp,
Ölüm vaktinde Azrâil gelince uyanan insan.
Kararmış kalbin ey gâfil nasihat neylesin sana,
Hacerden katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insan.
Bu derdin çâresin bul sen elinde var iken fırsat,
Ne ıssı sonra âh-ü zâr edüp hayfâ diyen insan.
Niyâzî bu öğüdü sen ver evvel kendi nefsine,
Değil gayriye andan kim tuta her işiten insân.
Zâhir üzre takrir edilmiştir. (Hacı Maksut efendi).
__________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Şeha yüz döndüren senden kimse tutsa gerek yüzün,
Gözün yuman cemâlinden kime açsa gerek yüzün.
Seni terk eyleyen insan bulur mu cismine ol can,
Yüzünde âyeti Rahmân görür her kim siler tozun.
Saçınla kirpiğin kâşın heme evsâfı nakkâşın,
Şüphem yoktur ayakdâşın kim ileru süre izin.
Buyurdu Hak ki Kur’ânda ideler Âdem’e secde,
Div-ü şeytân o kim bunda kabul etmez Hak-kın sözün.
Kaşın mihrâbını şimdi Niyâzî kible edindi,
Kati çalıştı süründü yöneldince sana özün.
Zâhir üzre takrir edildi. (Hacı Maksut efendi).
____________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün
Gönülden zikre eyle iştiğâli
Zikirden gayrı iştiğâli nidersin.
İbâdet acısın bu nefse tattır,
Amelden olmağıl hâli nidersin.
Amel oldur ki anda ola ihlâs,
Hulûs olmayan â’mâli nidersin.
Yöneldi gör Hak-ka akl-ü hayâli,
Bu halden gayri ahvâli nidersin.
İç ol zehri ki bal olsun sonunda,
Sonunda zehr olan balı nidersin.
Derüp dünyâyı cem etme önünde,
Seninle kalmayan malı nidersin.
Ko mekri aldatıp gezme bu halkı,
Bu mekr-ü fitne vü âli nidersin.
Gönül ikbâli halka olma mağrur,
Gönülsüz olan ikbâli nidersin.
Riyâ ile bu halkı gel azıtma,
Ko tâc-ü hırka vü şâlı nidersin.
Kuru laf ile maksûd ele girmez,
Yürü hâl ehli ol kâli nidersin.
Fenâ ender fenâya erdin ise,
Ferâgat ehli ol hâli nidersin.
Ko halkı nefsin islâh eyle evvel,
Salâh ehli ol ıdlâli nidersin.
Niyâzî isteyen Hak-kı bulurmuş,
Gel imdi iste ihmâli nidersin.
Zâhir üzre takrir olundu. ( Hacı Maksut efendi ).
___________
Vezin:Fâilâtün fâilâtün feûlün
Ey Kerîm Allah, ey ganî sultân,
Derdliyüz senden umarız dermân,
Lûtfuna had yok ihsâna pâyân,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Gerçi kullarda ma’siyet çoktur,
Rahmetin Mevlam dâhi artıktur,
Gayriden bize hiç medet yoktur,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Gel demez isen biz günahkâre,
Bir adım kâdir mi ki yol vara,
Çâre yok olmasa senden çâre,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Şu dem ki senden bir hedâ geldi,
Feyzi akdesten âşinâ geldi,
Bir cefâsına bin safâ geldi,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Bu Niyâzî çün zikrine düştü,
Dün-ü gün gönlü fikrine düştü,
Zâtına iren şükrüne düştü,
Derdliyüz senden umarız dermân.
Zâhiri üzre takrir olundu.(Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün feûlün
Gel ey bâd-ı sabâ lûtfeyle bir dem,
Haber bize cânân illerinden,
Beşâretle bize kıl Şâd-ü hurrem,
Haber ver bize cânân illerinden,
Aradım nice yıl kevn-ü mekânı.
Bulunmadı anın nâm-u nişânı,
Aceb nice bulur isteyen anı,
Haber ver bize cânân illerinden.
Seherde açılan güllerde midir,
Yâhut efgân eden dillerde midir,
Akan suda esen yellerde midir,
Haber ver bize cânân illerinden.
Ol ilden azmedinde bu cihâne,
Tamuya uğrasan döner cihâne,
Teselli ver kulûb-ı âşıkâne,
Haber ver bize cânân illerinden.
Harîm-i kuds-i lahûta varırsın,
Saray-i hâs-ı cânânı görürsün,
Yine azmeyleyip bunda gelirsin,
Haber ver bize cânân illerinden.
Nesîm-i feyz-i akdes bahr-i cûdun,
Havâdisten mukaddestir vücûdun,
Cemâl-i zât-ı a’lâdır , şuhûdun,
Haber ver bize cânân illerinden.
Eğer bir cân ise hüsnün bahâsı,
Nice bin cân anın olsun fedâsı,
Niyâzi’nin kadîmi aşınâsı,
Haber ver bize cânân illerinden.
Zâhir üzre takrir olundu.(Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Müstef’ilün faûlün müstef’ilün faûlün
Nâdanı terk etmeden yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmeden insânı arzularsın.
“Men aref-e nefse-hû fakad aref-e Rabbe-hû”
Nefsini sen bilmeden Subhânı arzularsın.
Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadan,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yüzün Hak-ka dönmeden ihsânı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.
Çüzün yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Şerâbı sen içmeden sarhoş-u mest olmadan,
Nice Hak-kın emrine fermânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan,
Kebab olup pişmeden büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Bostanı bağı gezdim hıyârını bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile,
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Müstef’ilün feûlün Müstef’ilün feûlün
Cânını sen terk etmeden cânânı arzularsın,
Zünnârını kesmeden imânı arzularsın.
Şol uşacıklar gibi binersin ağaç ata,
Çevkânı ile topun yok meydânı arzularsın.
Karıncalar gibi sen ufak ufak yürürsün,
Meleklerden ileru seyrânı arzularsın.
Var sen Niyâzi yürü atma okun ileri,
Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın.
İkinci beyitte geçen zünnâr Hristiyanların alâmeti olup (bilhassa Katolik
Papazlarının) bellerine bağladıkları yapağıdan yapılmış (kordon halinde örülmüş)
bir iptir. Buna benzer bir ip de Bektâşilerde de vardır. Önce bir kimse Bektâşî
olduğu vakit beline yapağıdan yapılmış bir ip bağlarlar. Çünkü onlar önce İsevî
olur , sonra Musevî olur, daha sonra güyâ Muhammedî olurlar. Öylesine Muhammedî
olur ki, Hazreti Alî (R.A.) ye Allâh der, bu da fenâdır. İşte Hristiyanlık alâmeti
olan zünnâr belinde İslâm olur mu, olmaz. Burada zünnârdan murad edilen şirktir.
“Zünnârını kesmeden imânı arzularsın”, yani “sen henüz şirki terk etmeden imânı
arzu edersin” demektir.
------------------
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Yine firkât nârına yandı cihân,
Hasretâ gitti mübârek ramazân,
Nûr ile bulmuştu âlem yeni cân,
Firkâtâ gitti mübârek ramazân.
İndi Kur’ân ey nûru güzel,
Leyle-i Kadrinde ey kadri güzel,
Gitti ey tehlil-ü tekbiri güzel,
Elvedâ gitti mübârek ramazân.
Gâhı tesbîh-ü senâ vü zikr ile,
Gâhı tahmîd-ü düâ vü şükr ile,
Can bulurdu mürde diller nûr ile,
Hasretâ gitti mübarek ramazân.
Bu ay içre bağlanur dedi Resûl
Cin-ü şeytân etmeye asla füzûl,
Hep duâlar bunda olurdu kabûl,
Firkâtâ gitti mübârek ramazân.
Cem olup Hak-ka münâcât edelim,
Nûr-i Kur’Ân ile doğru gidelim,
Bilmedik kadrin Niyâzî nidelim,
Dirigâ gitti mübârek ramazân.
“Kur’ân-ı Kerîm” mübârek Ramazanın “kadir gecesi” nde nâzil olduğu “Şehr-ü
ramazân ellezî ünzile fihil kurân” ayetiyle ve “İnnâ enzelnâhü fî leyletil
kadri...” suresiyle sabit olmuştur. Âyeti celîlede “ Biz Kur’ânı ramazân ayında
indirdik” kezâ sure-i şerîfedde “Biz onu kadir gecesinde sana indirdik.”
Beyanlarından bir se oru ortaya çıkıyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm efendimize
Cibrîl-i Emîn vasıtası ile âyet âyet yirmi üç yılda indirilmiştir. Yukarıdaki
surede ise bir gecede indirildiği beyân olunmaktadır.Evet öyledir, velâkin
kur’ân ramazânın kadir gecesi Resûlullah’ın vücûd-u nûrânîsine hepsi birden
indirildi. Sonra hayatları süresince zuhura gelen her vakanın halli için, yani
lüzum görüldükçe Cibrîl vasıtası ile vücûd-u unsurisine (Hayatlarında
bulundukları süresince gördüğümüz mübârek vücûdları) âyet âyet indirildi. Hatta
bir defa Hazreti Resûl Cibrîl (A.S.) ma buyurdu :
“Yâ Cibrîl Kur’ânı nereden alırsın?”.” Perde arkasından “ ,dedi. Hazreti Resûl:
“Kimden alırsın bak.” Cibril (A.S.) perde arkasından bakınca gördü ki, Kur’ân-ı
Kerîm i Resûlullahın nûr olan vücûdundan, sûret olan vücûduna getirmektedir.
Hazret-i Resûlün vücûd-u nûrânisi vücûd-u unsûrîsi gibidir, fakat
nûrdandır. (Evvelâ mâ halak-allâh-ı nûrî). “Allah önce benim nûrumu yarattı.”
“Bu ay içre bağlanır dedi Resûl,
Cin-ü şeytân etmeye asla füzûl”.
Ramazan ayında cin ve şeytanın kaâfirleri,mü’min olan kimselere musallat (üzerlerine düşerek rahat yüzü göstermeyen) olmamaları için sıkıca bağlanırlar. Fakat fâsıklar (günahkâr, şerirler, kâfirler) için bağlanmazlar
_____________
Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Elâ ey Mürşid-i âlem haber ver ilm-i Mevlâ’dan,
Elâ ey Mânâ-i Âdem haber ver remz-i esmâdan.
Ne sırdır Âdem vü Havvâ, ne sırdır “Allem-el esmâ”
Ne sırdır Sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan.
Âlemin Mürşidi Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dir. İlm-i Mevlâ ise İlm-i zat
demektir. Kudret,kâdirin ayni olduğu gibi,zâtın ilmi de âlemin aynidir.Fekat
ilim ma’lumun (bilgi bilinenin), ve kudret makdurun (kudret de Tanrı tarafından
takdir edilmiş şeyin) ayni değildir.Hak-kın diğer sıfatlarıda kezâ bunun
gibidir.Manâ-i Âdem yine Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dir .
“Ne sırdır Âdem vü Havvâ, ne sırdır” Allem-el esmâ”
Zatın biri rü’yasında kendisini Hazreti İbrahim ile Hazreti Adem’in kabirleri
arasında görür. Ya Âdem’in ya da İbrahim’in kabrinden bir nidâ gelir: “Allâhın
güzel isimlerini oku “. Bu zat da başlar Allâhın bilinen doksandokuz güzel
ismini okumaya ve tamamlayınca, yine aynı ses: “Allâhın güzel isimlerini oku”.
Zat düşünmeğe başlar ve “İşte okudum”der. Bu defa aynı ses: “Hayır tamamını
okumadın, hani Hüvettâcir-ü vez-zâiru, vel-hârisu (o ticaret yapıcı,
çi,çiftçilik yapıcı, sanat icrâ edici). Bunları duyan zât korkmaya ve vücûdu
titremeye başlar, derhal kalkıp camiye gelir. Mısır ‘da “Abdülganî Nablusî”
hazretlerini bulur ve ona rü’yasını anlatır. Rü’yâ dinleyen Abdülganî hazretleri:
“Senin tevhid görme zamanın gelmiş olduğu anlaşılıyor.” Diyerek ona tevhid telkin
eder.
İşte hazreti Âdem, gerek “Esmâ-i Hakkîyye” olan alîm, semiî, basîr, kâdir,
kayyûm gibi isimler olsun, gerekse “Esmâ-i halkîyye” yi meselâ, tâcir (ticaret
eden), zâri (ziraat ve çiftçilikle meşgul), hâris (sanat işiyle meşgul) gibi
isimleri câmidir. Amma Hakk ticaret yapar mı? Hak çiftçilik yapar mı? Diye
sorular akla gelebilir. Ya Hak-kın kudreti olmasa bir şey olur mu, olmaz. Bütün
her şey ancak Hak-kın vücûdu ve Hak-kın kudretiyle olur.
“Ne sırdır âlem esmâ” beytinde “Sırr-ı allemel esmâ” ya işaret olunmaktadır.
Hazreti Âdem’e bütün isimler öğretildi, isimler anın mazharından zâhir oldu.
Yani ruh nefh olunca bütün isimler andan zâhir oldu.
“Ne sırdır sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan,”
Sidre bir ağcın ismidir.(Tûbâ cennette bir ağaç).
Arş, İsrâfil (A.S.) ın makâmı Muhît (kaplayıcı) isminin mazharıdır. Kursî
Mikâil (A.S.) ın makâmı, Şekûr (Şükredici) isminin mazharıdır. Feleki atlas
Azrâil (A.S.) ın makâmı ve Gani (zengin, çok, bol) isminin mazhârıdır.Feleki
mükevkep ise işte yukarda adı geçen sidredir, bu Cebrâil (A.S.) ın makâmı ve
kâdir (kudret sahibi) isminin mazhârıdır. Bu dört melek ruhâniyetleriyle dünyâ ve
âhirette olan bütün mevcûdat durur.
Nedir dillerdeki ilmin, nedir ya remz-i Zülkarneyn,
Ne yerdir Mecma-ul bahreyn haber Hızr-u Mûsâdan.
“Zülkarneyn” hazretleri Nebî değil, Velî idi ve meşrikten mağribe kadar (
güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar) hükmü geçen bir Melik (hükümdar) idi.
Hazreti İbrahim, İsmail, İshak zamanlarında yaşadı. Önce güneşin battığı yere,
sonra doğduğu yere gidip, oranın halkıyla görüştü. Bu Kur’an-ı Kerim’de âyette
geçenlerin kısaca beyânıdır. Bâtın manasına gelince: Güneşin hakikatinden murad
ise;güneş Allahın vücûdu; mağribden(güneşin battığı yön) murad “Hazret-il cem”
makamı ki , şeriat makamıdır. Çünkü Hazret-il cemde zâhir olur, Hak batın olur,
yani Hak-kın vücûdu orada gurup eder(bâtın olur). Meşrikten (güneşin doğduğu
yön)murad ise “cem” makâmıdır. Cem makâmında Hak zâhir olur, halk bâtın
olur.Şems vücûd-ü Hak cem makâmında zâhir olur.
İşte Zülkarneyn ilmi budur. Makâm-ı cem ve makâm-ı hazret-il cem ikisi “Mecma-il
bahreyn” olan zâhirde Reşid iskelesi (Hazreti Hızır (A.S.) ile Hazreti Musa
(A.S) mın buluştukları yer)dir. Hakikatte ise “ Nûr-i Muhanmmed (S.A.V.)” dir.
Çünkü “Mecma-il Bahreyn” “Bahr-i imkân” ile “Bahr-i vücûb”un toplandığı
mahaldir. Bahr-i İmkân görünen bu mevcûdât, arş, kürsî, felek-i atlas, felek-i
mükevkeb, dünya ve ahiretin hepsidir, bahr-i vücûb ise zât, sıfât ve ef’aldir.
Bunların toplamı “Nur-i Muhammed”dir. Çünkü her şey Nûr-i Muhammedin şerhi ve
tafsîlidir. Nur-i Muhammed bütün âlemlerin toplamıdır.
Ne yerdir merkez-i ednâ nedir tâ halka-i vustâ,
Bilinmez zerre-i kübrâ haber ver sen bu sugrâdan.
Yüksek merkez “Nûr-i Muhammed Mustafa” ve alt merkez de“İnsan-ı Kâmil” dir ve bu
âlemi tutar. İnsanı Kamilin sonuncusu Çinden zuhur eder. O bir ananın iki
çocuğundan, yani bir kız ile erkek evladından erkek olanıdır. Önce kız sonra
erkek doğar ve işte bu son doğan İnsan-ı Kâmil olur. Onun bu doğumundan sonra
artık başka doğum olmaz, kadınlar çocuk doğurmaz olur. Bu son doğan çocuk
“Mahmud” isminde bir İnsan-ı kâmil olup, yetmiş yaşında ölür. Vefâtından sonra
güzel bir rüzgâr eser ve bütün imân ehli olanlar da âhirete göçerler. O zaman
gökler yeryüzüne yıkılır ve yeryüzü cehenneme döner. Hayatta yalnız şakî
olanların başına kıyamet kopar ve onlar dünyada bir süre kalarak azap çekerler.
Her zaman İnsan-ı Kâmil vardır. İşte sonuncu olanı bu yukarıda açıklanan Mahmud
isminde olanıdır. Beyitte geçen “Halka-i vustâ” dan murad “Ümmet-i Muhammed”
dir. Haklarında “Ümmeten vustâ” vârid olmuştur. Onlar ifrat ve tefrit (aşırılık
ve itidal) arasındadırlar, zirâ “Din-i Muhammedî” de zorluk diye bir şey yoktur.
Kimindir feyz-ü hem ihyâ ne sırdır hem dem-i İsâ,
Nedir Meryem deki deryâ haber ver dürr-i yektâdan.
“Dürre-i kübrâ Hazreti Resûlün nûr olan mübarek vücûdudur.”Dürre-i suğrâ” da
Hazreti Muhammedin vücûd-ü unsurîsidir.(bu âlemde iken sûret olarak görülen).
Hazreti İsâ,bir erkek ile iki kadın diriltmiştir.Dirilttiği erkek hazreti Nûh’un
oğlu Hâm (A.S) dır.
Beyitte geçen “Ne sırdır hem dem-i İsâ”dan murad edilen hazreti İsânın nefesinin
sırrı,onun cem makamında olmasıdır. Çünkü cem makamında hâlk bâtın,Hak zâhir
olduğundan kendisinden sâdir olan mucizeleri ölüleri diriltmek oldu.Hatta o
balçıktan yarasa kuşları yapar,nefes edince hayat bulurlardı.Cem makâmı sâhibi
herşeye kâdir olur. “Dürr-i yektâ” dan murad ise hazreti İsâdır.
Nedir Kur’ânın esrârı, nedir esrârın envârı
Nedir Mehdî’nin etvârı haber ver sırr-ı esrâdan.
Hak-kın sırları indirilen sevâvî kitaplarda, bunların sırları “Kur’ân “ da,
Kur’ânınki “Fâtiha” da, Fâtihanınki “Besmele” dedir. Andan Besmelenin sırları
“be’ harfinde, “be’ nin sırları noktadadır ki, “Zât-ı İlâhiyye” dir. Harfleri
birbirinden ayırt eden noktadır.
İkinci beyitte geçen “Mehdînin etvârı” (Yaptığı iş ve hareketleri) evvelce
açıklaması geçti idi. Mehdî İmâm-ı Hasan-ı Askerî’nin oğludur, kıyâmete yakın
Medine-i Münevvereden zâhir olur. Zuhûrunun üç alâmeti vardır: Birincisi Fırat
nehri taşarak Basra şehrini harap eder. İkincisi tevhîd ehli çoğalır ve bunlar
onun zuhûrunda askerleri olurlar. Üçüncüsü ay, ondört ve onbeşinci geceleri
devamlı olarak tutulur.
Kendisinin alâmetleri: orta boyludur, dişleri seyrektir sağ yanağının üst
kısmında büyük bir siyah beni vardır.
“Sırr-ı esrâ” dan murad ise, “Sübhân-ellezî esrâ”....” âyetinin hikmeti
gereğince Resûlüllâh (S.A.V.) efendimiz Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’yı
teşrif etti, Enbiyâya cesedleriyle oldukları halde imam olup iki rik’at namaz
kıldılar, sonra birlikte oturdular. Cebrâil (A.S.) bu sırada bir âyet getirdi ki
anlamı: “Sor, benden başka Mâbud varmı?”. Sonra Hazreti Resûl Enbi’yâya: ---
“İnnî ganiyyün an-is-süâl”, “Ben Haktan başka Mâbud olmadığını bilirim, ben bu
sorudan müstağniyim” dedi.
Nedir Mısrî, nedir ken’ân Selîm kimdir ye kimdir ân,
Haber verdi bunu Kur’an haber ver seb’i kurrâdan.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey bu cümle kâinâtın aslını bir cân eden
Âdemi kudretle ol sana sevüp cânân eden.
Kâinâtın aslı Nur-i Muhammeddir. Bu kâinat anın tafsîlidir.Âdem cesetlerin
babasıdır. Âdem yaratıldığı zaman “ cennet-ül berzâh” a konuldu. Cennet-ül
berzâh denilmesi onun dünya ile ahiret arasında olduğundan dolayıdır.Hadis-i
Peygamberî ile sabittir. Bir kimse öldüğü zaman saîd ise, yani imân ehli ise
kabrinden cennet-ül berzahâha bir pencere açılır, kıyamete kadar bu cennetle
ni’metlenir, şayet şakî, yani şirk ehlibir kimse ise kabrinden cehennem-ül
berzâha bir pencere açılır ve kıyâmete kadar cehennemle azap görse gerektir.
İşte Âdem berzâh cennetine gidip biraz uyukladı, sol kaburgasından Havvâ
yaratıldı. Âdem uyandığı zaman yanıbaşında güzel bir sûrete mâlik bir kadının
oturmakta olduğunu gördü. Ona el uzatmak istediğinde melekler onun bu hareketine
mihirsiz olamıyacağından menetti. Sonra melekler Hazreti Muhammede bin salavat
getirerek mihr-i muacelile Havvâ’yı Âdem’e nikah ettiler. Âdem o zaman Hazreti
Resûle aşık oldu ve onun nurunun kendisine görünmesinin istedi. Cenab-ı Hak
Hazreti Risaletin nurunu Âdem’in alnına koydu.
Cennet-ül Berzâh’ın bir diğer ismi de “Cennet-ül Velâyet” dir. (Yani velîlik
mertebesine ulaşanların cennetidir). Ehlullahtan herbiri daha dünyada iken zaman
zaman oraya gidip ni’metlenirler.
“Allem-el esmâ ile hem tâc-ı kerremnâ ile,
Arş-ı âlâda melekler cem’ine, Sultân eden.”
“Allem-el esmâ” isimler Hazreti Âdem’e öğretildi demek değildir. Bütün isimler
Âdem’in vücûdunda zahir oldu demektir, yani Hak-kın bütün isimlerine Âdem mazhar
oldu ve Cennetten kendisine hülle(bir çeşit elbise lup cennette giydirelecek) ve
tac getirilip giydirilerek tekrîm olundu. Bu hususubildiren âyet-i celîlede: “Ve
lekad kerremnâ benî âdem-e ve hamelnâhüm fil-berr-i vel-bahr-i ....” “Biz Benî
Âdemi mükerrem kıldık ve onu karada ve denizde yüklendik....” buyurulmuştur.
Vechi Âdemle cihân fânûsunu tenvir edip,
Künhü zâtına o vechi hüccet-ü burhân eden.
Cihân fânûsu Âdem’in vechiyle nurlandı, yani âlemin ruhu insandır, insan olmasa
âlem olmazdı ve insansız âlem pâyidâr olmaz. Bu âlemin öncesi bir Âdem’dir, bu
Âdem değil bir Âdem, sonu hâtemdir, yani “Hâtem-ül Velâyet” dir.
Velâyet üç kısımdır: Biri “Velâyet-i âmme “ dir. Velâyeti âmme ile Evliyâ
olanların reislerine “ Kutup veya Gavs” denilir.
Biri de “Velâyet-i Muhammediyye” dir. Tevhîdi bu âlemde iken veyahut âhiret
âleminde bizzat Hazreti Resûlulahtan alırlar. İşte cihânın ma’muriyyeti(gelişip
şerefli insanların dolup taşması) ancak bunlarla olur. Velhâsıl her yüzyılda bir
Gavs, bir de Velâyet-i Muhammediyye sahibi bulunur, birden ziyâde olmaz.
Biri de, yani üçüncüsü “ Velâyet-i Mutlaka” dır. İşte Hazreti Resûl “Utlub-ül
ilme velev bıs-sîn”. Zâhir manâsı: “İlim Çinde bile olsa isteyip öğreniniz.”
Bâtın manâsı ise : “Tevhîd ilmini öğrenmeyi, velev ki Çinde olsun” buyurmuştur.
Zirâ Tevhîd ilmini öğrenmeyi istemek insana farz ve vâciptir. Velev ki kâmil
olan insan (yani ona yetkili olan kimse ) uzak olan Çinde bile olsun, git öğren.
Yukarıda da açıklandığı üzre Velâyet-i Muhammediyye sahibinin (İnsan-ı Kâmil)
sonuncusu Çinde zuhûr edecektir, adı Mahmûddur. Velâyet-i âmmenin sonuncusu da
kıyâmete yakın nüzûl edecek olan Hazreti Îsâ olur. Sonra evladı da olursa da
tevhidi Hazreti Îsâ’nın eserlerinden alırlar.
Evveli Âdem, sonun hâtem kılup bu âlemin,
Hâtemi Mahmûd Âdemi zübde-i insan eden.
Nokta-i perkâr âlem Ahmed’in Zâtın kılup,
Sırrını kutb-ı hakîkat mazhar-ı Rahmân eden.
Enbiya vü Evliyâ hep mazhar-ıenvâr-ı Hak,
Mustafa’da her şuûnun cem edüp bir ân eden.
Enbiyâ ve Evliyânın hepsi Hak mazharıdır yani ef’al, sıfat ve zat
mazharlarıdır.Hazreti Resûl de her şuûnu kendisinde topladı. “Küllü yevmin hüve
fi şe’n” âyeti hükmünce Cenâb-ı Hak her anda bir şe’ndir. Her şe’n ise “Nur-i
Muhammed” dedir, çünkü Nur-i Muhammed her şuûnu câmîdir. Bu âlem anın şerhi ve
tafsîli değil midir, tafsîlidir. Her şe’n ve her tecelli Nur-i Muhammed (S.A.V.)
den gelir.
İsmi resmi mahv iken bu âciz-ü bî-çârenin,
Nâmını Mısrî verüp dillerde âd-u sân eden.
____________
Vezin: Mef’ûlü mefailü mefâilü feûlün
Aldın mı gönül hüsn ile yektâ haberin sen,
Duydun mu hem ol Yûsuf-ı Zibâ haberin sen,
Ya’kub veş ol, dîdelerin görmez olunca,
Ağladı mı ta sorsan o bina haberin sen.
Yûsuf yoluna ağlayan ancak dime Ya’kub,
İşittin anın oldu Züleyhâ haberin sen.
Kays’ı nice yıl ağlatıp inletmedi mi aşk,
Alsan nola bir doğruca Leylâ haberin sen.
Dağlar dahi dayanmaz anın yüzüne karşı,
Âlemlere sor Tûr ile Mûsâ haberin sen.
Her kande anın zerre-i hüsnün görene sor,
Ola duyasın hasret ile tâ haberin sen.
Sular gibi yüzün yere sür kalma yolundan,
Alçakta alursun yürü deryâ haberin sen.
Âlemde nice yüzbin olur aşka giriftâr.
Gelme sorma o mecnunlara dânâ haberin sen.
Bülbüllere sorma yürü var hâlet-i aşkı,
Pervâneden al gizlice tenhâ haberin sen.
Yûsuf (A.S.) cemâl-i İlâhiyyeye
(İlahi güzelliğe) işârettir, çünkü anın gibi
güzel hiçbir zaman cihâne gelmemiştir. Yâkûp (A.S.) oğlu Yûsuf’u güzelliğinden
dolayı o kadar çok severdi ki, yanından hiç ayırmazdı. Sonra kardeşileri onu
çekemedi. Hikâyenin bundan sonrası tafsîlen Kur’ân’da vardır.
Tevhid sanur lâ ile isbat-ı vücûdu,
Sorma güzelim anlara illâ haberin sen.
Zâhir ehli tevhîdi “ La ilâhe illallâh Muhammed-ün-Resûlullah” dır zannederler.
Halbuki tevhîd bu değildir. Bu “Kelime-i Tevhîd” dir. Bununla bir şey hâsıl
olmaz.
Tevhîdin üç mertebesi vardır: 1-Tevhîd-i Ef’âl, 2_Tevhîd-i Sıfât, 3-Tevhîd-i Zât
dır. İşte asıl tevhîd budur. Lâ ilâhe illallâh demekten ne fayda, bu tevhîd
kelimesidir. Bu yola sıdkiyle girmeyen Fenâ-fillâh olamaz ve Cemâl-i İlâhîden
haberdâr olamaz.
Her kim bu yola sıdk ile girmezse yoğ olmaz,
Yoğ olmayacak Yûsufun umma haberin sen.
Lâhût ile nâsûtu gönül anladı ise,
Mısrî ana sor Kâf ile Ankâ haberin sen.
Beyitte geçen lâhût ve nâsût ne demektir? Lâhût celâl, yani bâtın, Nâsût ise
cemâl, yani zâhirdir. “Hüvel-evvel-ü” lâhût “Hüvel-âhir-ü”nâsût kezâ
“Hüvez-zahir-ü” nâsût, “Hüvel bâtın-ü” lâhûttur. İşte zâhir ile bâtını, yani
cemâl ile celâli gönlün anladı ise, o zaman Kâf ile Ankâdan haberin olur ve
onları bilirsin. Kâf zâhirde vardır velâkin Ankânınismi vardır, cismi yoktur.
Kâftan murad edilen celâl ki, bu ise “ Zât-i İlâhiyye” dir.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Gül müdür bülbül müdür şol zâr-u efgân eyleyen,
Ten midir yâ can mıdır hem Arşı seyrân eyleyen
Nâr-u bâd-ü âb-ü hâk’in gel haber ver aslını,
Kim bulârın her birini emre fermân eyleyen.
Beyitte geçen “ateş, su, toprağın aslı nedir? Haber ver” deniliyor. Dört tabiat
şunlardır: Hararet, soğukluk, rutubet(nemlilik), kuraklık. Bunlardan hangisi
fazla olursa, meselâ hararet fazla olursa ateş olur ve yukarıya doğruyükselir.
Bu sebepten ateş küresi (tabakası) en yukarıdadır. Eğer soğukluk fazla olursa
hava, yani rüzgâr olur. Ateş küresinden(sıcaklık tabakası) sonra hava küresi
(hava tabakası) dir. Eğer nemlilik fazla olursa su olur ve hava küresinden sonra
su küresi(su tabakası) dir.Eğer kuraklık fazla olursa toprak olur. Bu sebepten
toprak küresi en aşağıdadır. Bütün bunların aslı ve hakikatı Hak-tır, cümlesi
“Nur-i Muhammedînin tafsîli” dir. Bu dört tabiat Hak-kın emriyle hükmünü icra
eder.
Âteşin keremiyetinin sırrını duygur bize,
Ki hilâf üzre anı kimdir gülistân eyleyen.
Nemrudun yaktırdığı ateşin İbrahim(A.S.) mı yakmadığı Cenâb-ı Hak-kın: “ Yâ
nâr-ı kûnî berden ve selâmen alâ İbrâhim”, “Ey ateş soğu İbrahimi selamette kıl”
emrinden dolayı idi. Ateşin gülistân (gül bahçesi) haline geldiği hakkındaki
söylentiler gerçeğe uymamaktadır. Hazreti İbrahim Cibril ile ateş içinde oturup
sohbet ettiklerini Nemrud dörtbin adımlık mesafeden dürbünüyle seyrederdi. Hiç
kimse bu ateşin yanına yaklaşmazdı. Cenâb-ıHak ateşin hakikatına Hazreti
İbrahime selâmet olacak bir derecede soğumasını emretti. Bu sebepten ateş
yakmadı. Görülen ateşin sûretidir. O sûret bir şey yapmaz, yakan ateşin
hakikatıdır Ateşin hakikatına yakmaması için Cenâb-ı H emredince sûret ne yapar?
Sûretin hiçbir hükmü yoktur.
Yelde kimdir geh nesîm-ü geh sabâ zevkin veren
Gâhi hışmiyle nice beldânı vîrân eyleyen.
Yelde, yani havada nesîm-ü sabâ zevkini veren Hak-tır. Sabâ rüzgârı, yanı sıra
doğu rüzgârı estikçe ruha hayat verir. Gâh olur ki, bu rüzgâr sertçe esince bir
çok memleketleri harap eder. Hazreti Lut ve Hazreti Salih (A.S.) ların
kavimlerini mahvettiği gibi, evlerini de harap etti.
Kimdir anı bana göster şol sularda durmayıp,
Rûz-u şeb yüz üstüne aşk ile cevlân eyleyen.
Sularda yüz üstünde durmayıp ,
Aşkla cevlân eyleyen kimdir,Hak-tır.
Hâk ma’dendir biter andan maâdin geh nebat,
Kimdir anı gâhı hayvân gâhı insan eyleyen.
Toprağın kendisi de bir madendir ki, içinden bütün madenler çıkarılır. Kezâ
bitkiler de hep topraktan yetişirler. Kimdir anı gâh hayvân, gâh insan eyleyen?
Hak-tır. Hak-tan başka var mı, yoktur.
Ay-u gün yıldızları kim döndürür ver gel haber,
Hem ne seyr için dönerler bunca devrân eyleyen.
Ay ve yıldızları döndüren ve tutan kimdir? Hak-tır. Hep Hak-kın vücûdu değil
midir? Hak-tan başka var mı, yoktur.
Bâde birdir sâkî bir meclisteki yârân da bir.
Bâdenin keyfiyyetini kimdir elvân eyleyen
Kiminin mescidde boynun eğdirip zâhid kılan,
Kiminin meyhânede serhoş-u sekrân eyleyen.
Zâhidin benzin sarartıp ağlatan kim hem nedir,
Kâfirin küfrü dahi fâsıkta isyân eyleyen.
Halktan ayırmış gözünü pinhâna çekmiş özünü
Ne arar kendini halktan böyle pinhân eyleyen.
Görse mahbubu gönül bî-ihtiyâr nâil olur,
Ehl-i derd uşşâkı kimdir zâr-u giryân eyleyen
Kim bu sırdan kimini mahrum edüp câhil eden
Kimini mahrem edinüp ehl-i irfân eyleyen.
Vahdet ehli cümlede bir yüzü seyrân ettiler,
Lik görmez ol yüzü kesrette tuğyân eyleyen.
Ey Niyâzî kim vücûdun terk ederse ol dürür
Cümle yüzler içre ol bir yüzü seyrân eyleyen.
__________
Vezin:Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasun,
Âr-u ırz ile gelüp âşıklara bâr olmasun.
Gam yükün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür,
Doymayın dost derdine aşka giriftâr olmasun.
Derd uyumaz rahat etmez gece gündüz âşıkı,
Şol ki bülbüldür güle karşı nice zâr olmasun.
Zevk-i tâatle kimesne hâl-i aşkı anlamaz,
Tâlib-i sâdık isen belinde zünnâr olmasun.
Can, yine candır. Fakat bir insan canının vâriyetinden geçmezse bize yâr olmasın, zira canının vâriyeti Hak-kın vâriyetidir. Vâriyet Hakkındır.
Gam yükün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür
Âşık olan kimsenin iki mertebesi vardır:
Biri muhip (seven), diğeri habib (sevilen) dir. Âllah buyurur: “Yuhibbuhüm ve
yuhibbûnehu”, “Onlar ki Allah’ı sevdi, Allah da onları sevdi”. Yani bu âyetle
sabittir ki, Cenâb-ı Hak kularına muhabbet eder. Çünkü muhabbet Hak-kın
sıfâtıdır. Kullar da Hak-kın habîbidir. Gayret-i ilahiyye zuhûr edip âşık seven
olursa , o zaman kul seven, Hak da sevilen olur. Bu sırada kul çok zahmet çeker,
tâki kul yine sevilen oluncaya kadar, yani sevilmiş olduğu zaman rahatlar, seven
iken kul rahat etmez. (İnsan daima Allah tarafından sevilmek ister, Peygamber
efendimizin Allâh’ın sevgilisi olduğu gibi ).
Zevk-i taatla kimesne hâl-i aşkı anlamaz
Zevk ve taatla meşgul olan kimse aşkın halini anlamaz, yani âbid ve zâhid ibâdet
zevkini bilir, aşk zevkini duymaz, âşıktan kaçar. Kezâ âşık olan tevhid ehli
ibadet ve taat zevkini duymaz, yani ibâdet ve tâattan zevk alamaz, o ancak
tevhîdden zevk alır. Âbid de tevhîdden zevk alamaz.
Tâlib-i sâdık isen belinde zünnârın olmasın.
Zünnâr Hristiyanların işaretleri olan parmak kalınlığında yapağıdan
yapılmışbellerine bağladıkları bir iptir. Güyâ hazreti Îsâ böyle bir ipi beline
bağlamışmış. Anın için Îsâ’ya ibadet edenler bunu bağlarlar. Beyitteki zünnârdan
murad edilen şirktir.
Remz-i Hak-ka mahrem olmak değmenin kârı değil,
Kim dilerse aşk ile yâr olsun , ağyâr olmasın.
Remz-i Hak-ka mahrem olan, yani o mahrem olan manevî işareti başkalarına ifşâ
etmez. Zira ifşâ etmek caiz değildir. Mahrem olmayana şöyledir, böyledir diye
söylemek memnudur.
Zerrece aşk öldü kimde olsa yakar varlığın,
Aşk ödü ister ki Hak-tan gayri hiç var olmasın.
Aşk ateşi ister ki Hak-tan başka hiçbir şey var olmasın. İbn-i Fâriz hazretleri
Kaside-i Tâiye’sinde şöyle buyurur: “Sâlik olan kişi ef’âlini, sıfâtını, zâtını
Hak-ta yok etmeyince âşık olamaz. Esasen mecâzî olan aşkta da böyledir. O kimse
ma’şukuna yalnız hizmet etmeyi ister, başkasını gözü görmez.
Cümle efkârın hurûfun cem edüp tevhîd ile,
Nokta-i vahdette haşr ol gayri efkâr olmasın.
Burada harflerden murad edilen de görünen mevcûdattır, yani bütün mevcûdatı
tevhîd ile birleştir, vahdet noktasında haşrol (kaynaş) başkaları kalmasın.
Cümlenin vücûdu Hak-tır, başka mevcûd yoktur.
Ey Niyâzî hâl-i aşkı herkese fâş eyleme,
Sırr-ı Hak-tır ana bigâne haberdâr olmasın.
____________
Vezin
: Mafâîlün mefâîlün mefâîlün meâîlün
İlm-i bahrî vücûd esdâfının dürdânesiyim ben,
Maarif kenz-i dil vessâfının virânesiyim ben.
Benim ilmim katında mücteidler âciz oldular,
Veli ilm-i İlâhînin deli divânesiyim ben.
Tevhîd ehlinin ilminden müctehidler (ictihat sâhibi âlimler) âcizdir, çünkü
tevhîd ehlinin ilmi Tanrısal bir ilim ve zevkî bir ilimdir. Müctehîdin ilmi ise
naklî ve aklî olan bir ilimdir. Hatta kendileri bile, bunlardan en büyük
müctehid İmâm-ı A’zam hazretleri: “Bizim mezhebimiz (hanefî) doğrudur,
yanlışlığa ihtimâli vardır. Diğer sâir mezhepler yanlıştır, doğruya ihtimâli
vardır”. İşte İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlikî ve İmâm-ı Hanbelînin herbiri böylece
derler, birbirlerini hatâ yapmakla itihâm ederler. Hiçbirinin, mezhebi açıkça
beyân edilmemiştir. Anın için hiçbir mezhep hakkında kesinlik yoktur. Anın için
herkes muhayyerdir, dilediği mezhebe tâbi olur.
Esdaf, sadefin çoğulu, yani sedefler demektir. Sedef su kaplumbağasında bulunur,
bunlar güney denizinde yaşarlar. Bu hayvanlar Nisan ayının yirminci günü yağmur
yağar ve bunlar da ağızlarını açarsa, giren taneler inciye çevrilir. Kezâ
hazreti Peygamberin doğumu da Nisanın yirminci gününe rastlar. O gün yağan
yağmur bir yılanın ağzına düşse zehir olur.
“Birer hâle cihânın halkı bir bir râzı oldular,
Benim bir hâle meylim yok Hak-kın bilmem nesiyim ben.”
Cıhânın halkı ayrı ayrı birer hâle râzı olmuşlardır. Benim bir hâle meylim
yoktur. Bilmem ben Hak-kın nesiyim diyor. Daha önce yapılan bir şerhte de
“İbn-il vaktem ben Ebul-vakt olmazam” demişti. Çünkü Ebul-vakt tasarruf edendir,
yani Ebul-vakt olan Veliler Kerâmet-i keyniyye gösterirler ve cihanda tasarruf
sâhibi olanlar bunlardır.
Bi-küllî âlemin halkı bilürler bende bir dert var,
Bilinmez sevdiğim kimdir nenin mestânesiyim ben.
Eğerçi sûret-i âharda geldim âlem-i mülke,
Ne mâziyem, ne mustakbel her ânın ânesiyim ben.
Yitürdüm benliği, benlik bana hak benliğindendir,
Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben.
“Ne mâziyim, ne müstakbel her ânın âneyiyim ben,
Yetürdüm benliği benlik bana Hak benliğindendir.”
Yani vaktin herbir zuhûru benim rûhâniyetimledir. Benlik fânî oldu, çünkü
benliğin Hak-kın benliği olduğuna vâkıf oldum.
“Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben”
Hitâb, yani muhâtab ve muhâtıb birdir (söz söyleyen ve kendisine söz söylenen
birdir) ve gayb (gizli olan, göze görünmeyen) birdir. Ente (sen ) zamiri
kendisine söz söylenen, hüve (o) ise gâip zamirdir. Bunlardan biri hazıra, yani
zâhire ki, sen ve diğeri de gâibe, yani bâtına ki, hû dur. İşte bu ikisinin dahi
kemâlde kârhânesiyim ben.
“Ne Mısrîyim, ne Mehdîyim, ne İsâyım, ne İnsânım,
Bu yanan dâimî şem’in neli pervânesiyim ben.”
Ben ne Mısrîyim, yani Mısrî değilim, Mehdî değilim, insân değilim. Zirâ bunlar
İlâhi kayıdlardır ve kayıdlanmış olarak görünen sûretlerdir. Bu sebebten ben
ancak görünen zâhir vechin pervânesiyim.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey bu gönlüm şehrini bin kahr ile vîrân eden,
Bî-dühân ödler yakup bu sînemi külhân eden.
Ehl-i âlem derdinin mislin görür rahat bulur,
Cins-ü misli olmayan derde beni dükkân eden.
Bir bahirdir sâhili yok mevci olmaz münkesir,
Leylinin fecrin getürmez gökteki devrân eden.
Akl-ı fikrim zevrâkı yollarda kaldı ser-nigün,
Belki cümle akl-u fikri bende sergerdân eden.
Kimine meydân eden bu âlemin her köşesin,
Mısrî’ye uçtan uca her köşeyi zındân eden
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Sevdim seni hep vârım yağmadır alan alsun,
Gördüm seni efkârım yağmadır alan alsun.
Aldı çü beni benden geçtim bu cân-u tenden,
Aklım dahi her vârım yağmadır alan alsun.
Ben varlığımı attım dost varlığına yettim,
Her usluya bazârım yağmadır alan alsun.
Geçtim ben âd-u sandan çıktım ben o dükkândan,
Hep ırz ile vekârım yağmadır alan alsun.
Geldi dile dildârım buldum gül-ü gülzârım,
Şimden gerû hep vârım yağmadır alan alsun.
Sen gâib-ü hâzırsın her hâlime nâzırsın,
Ahvâl ile etvârım yağmadır alan alsun.
Sen gâib ve hâzırsın, yani gâip bâtın (görünmeyen), hâzır de zâhir ki (görünen)
sensin. Âyet-i Kerîmede : “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın-ü”,
“İlk ve son olan O dur. Zâhir ve bâtın da O dur” buyurulmuştur. Yani zâhir olan
bâtın olurmu, bâtın olan zâhir olurmu? Cenâb-ı Hak hiçbir kayıdla mukayyed
değildir (kayıtlanmaz) demektir. O ne evvellik, ne âhirlik, ne zâhirlik, ne
bâtınlık ile kayıdlanır. Sen zâhir dersin bâtın da O dur, zâhirlik ile
kaydolunamaz. Sen bâtın dersin zâhir de O dur, bâtınlık ile kaydolunamaz.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak hiçbir şeyle mukayyed olmaz.
Çün buldu gönül yârim terk eyledim ağyârım,
İmân ile zünnârım yağmadır alan alsun.
İmân üç kısımdır: Biri îmân-ı taklidî, diğeri İmân-ı istidlâlî, üçüncüsü de
İmân-ı tahkikî dir. İmâm-ı Gazâlî “İhyâyi ulûm” adlı kitabının dördüncü cildinin
sonlarındaki tevhîd kitabında imân hakkındaki yukarıdaki ayırımı cevizi misâl
getirerek yapar. Taklit edilen imân cevizin dışındaki yeşil kabuğu gibidir der.
Ne yenir, ne yakılır, çünkü acıdır, ateşe koysan yanmaz ve hiçbir işe yaramaz.
İşte îmânı taklidî beyledir, hiçbir yararı yoktur, belki zararı vardır.
İstidlâlî îmân cevizin ikinci, yani kuru olan kabuğudur, yenmez velâkin ateşe
koysan yanar. Eğer şeytân son nefeste bunu bozmazsa biraz işe yarar, bozarsa hiç
yararı olmaz.
Tahkikî îmân ise cevizin içi ki, her şeye yarar. İşte Mısrî efendinin
beyitlerinde yağma ettirdiği îmân taklidî ve istidlâl olanlarıdır, îmân-ı
tahkikî değildir.
Mısrî efendi Malatyada Müderris iken tarikat ve tahkik ehlini oranın halkı
sevmezdi. Sinan Ümmî Mehmed efendi hazretlerinin tekkesi oraya yakın Elmalıda
idi ve yanında bir câmisi vardı. Mısrî efendi vâ’zını yaparken halk yıkılmasına
dâir vâ’azda bulundu tekkeyi yıkalım ve Şeyhi de oradan atalım dediler. Namazdan
sonra Niyâzî hazretleri kürsüde vermek istediği dersi kitapta bulamadı. Derhal
kürsüden indi ve camiin bir köşesinde oturan Mehmet efendiye kabulünü rica etti
ve bu sûretle tahkikî îmâna ulaştı, taklidî ve istidlâli olan imânlarını yağma
ettirdi.
“Mısrî’ye vücûb imkân bir oldu kamû a’yan,
Tâat ile ezkârım yağmadır alan alsun.”
Bahr-ı vücûb: Hak-kın ef’âl, sıfât, zâtıdır. Bahr-i imkân: Bu mevcûdât, yani
âlemdir. İşte Mısrî efendide vücûb deryâsıyla imkân deryâsı bir oldu, tâat ile
ezkârını yağma ettirdi, çünkü tâat maksud olan değildir, o bir başlangıçtır,
Allâhı bilmeğe bir âlettir. Bir insan ma’rifetullâha ulaşınca tâatı ne yapar,
yani o tâattan zevk almaz bir hale gelir.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Teşne-i bahr-ı mûhît olan dile reş neylesin,
Tûti-i sükker feşân uftâdeye keş neylesin.
Birinci beyitte geçen engin denize susamış bir gönüle su serpintisi neylesin,
yani tevhîd ehline ilmi-i rusûm (resmî ilimler) ne yapar? O resmî ilimlere hiç
iltifât etmez.
Cür’a-i sahbâ-i zât-ı nûş edip temkin bulan,
Afitâb olan gönül telvîn-i meh veş neylesin.
Tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât telvin makâmlarıdır, yani renklenme
makâmlarıdır. Cem makâmı ise temkin makâmıdır, yani vakâr, sebât, ağırbaşlılık
makâmıdır. Hazret-il cem makâmı yine telvin makâmıdır. Ahadiyyet makâmı temkin
makâmıdır. Temkin ehli olan, yani Ahadiyyet makâmında bulunan bir kimse bir daha
telvin makâmına inmez, ancak tevhîd mertebelerini başkalarına öğretmek için
olabilir.
Arifin esrârı settâr olduğun etme aceb,
Tâ’n eder zâhid denilen div-i serkeş neylesin.
Âdemin vechinde Hak-kı görmedi iblîs-i lain,
Sûretâ gördüğü bir şekl-i munakkaş neylesin.
Âdemin kırk oğlu ve kırk kızı oldu. Hazreti Havvâ yaptığı kırk doğumda her
defasında ikişer çocuk doğurmuş. İlki erkek idi ve ismi Kâbil’di, kâfir oldu.
İlk önce benî Âdemden küfreden Kâbil’di. Âdem hamâ-i mesnundan, yani balçık
halindeki çamurdan yaratıldı. Âdemden önce dünyada Can evladı vardı. Nasıl benî
Âdemin babası Âdem ise, cinlerin babası da Can idi, “Halaktel cânne min mâricin
min nâr” âyeti mucibince dumansız ateşten yaratıldı, hünsâ idi, yani hem
erkeklik hem de kadınlık uzvu vardı. İşte iblis andan doğdu.
Mâlumdur ki âyette buyrulduğu üzere meleklerin cümlesi Âdeme secde ile
emrolundular, yalnız iblis ve kendisine uyanlar secde etmedi, diğer bütün
Melekler secde ettiler. İblis Âdeme secdenin Hak-ka secde olduğunu anlamadı,
zirâ kâfir idi. Şâyet kâfir olmasaydı Âdemin vechinde hak-kı müşahede ederdi.
Diğer bir âyet-i kerimede: “Ve kân-el iblise min-el kâfirin” işaret olunduğu
üzere “Kân-e” ye iki mana verilir: Biri “ iblis kâfirlerden oldu”, diğeri
“kâfirlerden idi”. Tabii iblis olduğunu ve Âdemin Hak-ka secdeye mihrab olduğunu
anlamadı. Hiç Hak kendisinden başkasına secde için emir verir mi? Lâkin iblis
muvahhid olmadığından Âdemi Hak-tan ayrı olarak nakışlamış sûret olarak gördü ve
secde etmedi.
Bir de şu rivayet vardır ki, iblis güya meleklerin hocası imiş, bu yalandır. Hiç
kâfir olan biri meleklere hoca olur mu, olmaz. Meleklerin başı Cebrâil (A.S.)
idi ve ilk önce Âdeme Cebrâil secde etmiştir.
Can Niyâzî ehl-i aşka nazikhâne va’z eder,
Ehl-i nefs olan işitmez dil-i müşevveş neylesin.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Gözlerini noldu bî-dâr eyledin,
Âh-u efgânı sana yâr eyledin,
Aşk ödüyle içini nâr eyledin,
Noldu bülbül içini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Noldu ağlarsın ne eylersin taleb,
Bu tükenmez derdine ne oldu sebeb,
Güldeki didârımı gördün aceb,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Bu fenâ gülzâre talibsen eğer,
Hiç bekâsı yoktur anın tez geçer,
Bu fenâ içre bekâ duydun meğer,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Ber-karâr olup biraz eğlenmedin,
Dâim ağlarsın durup dinlenmedin,
Kimse bilmez hâlini anlatmadın,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Bunca hasretten di cânım ne sezer,
Firkâtin günden güne artup gider,
Lûtfedip var gel Niyâzî’ye haber,
Noldu bülbül işini zâr eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.
Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksud efendi).
_____________
Vezin
: Mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün
Derd-i Hak-ka talib ol dermâne irem dersen,
Mihnetlere râgıb ol âsâne irem dersen.
Aşk yolu belâlıdır her kârı cefâlıdır,
Canından ümidin kes cânâne irem dersen.
Öd yak sineni çâk et su gibi özün pâk et,
Yüzün yere sür hâk et ummâna irem dersen.
Bu yolu bil andan gel deryâyı bul andan dal,
Ka’rına erüp el sal dürr-i kâna irem dersen.
Pîrinle olan ahdi güt nen var ise ko git,
Bildiklerini terk et irfâne irem dersen.
Sabretmede Eyyûb ol, gam çekmede Yâ’kûb ol,
Yûsuf gibi mahbub Ken’âna irem dersen.
Terk et kuru dâvâyı hem ucb ile riyâyı,
Mısrî ko o sevdâyı Sübhân’a irem dersen.
“Sabretmede Eyyûb ol” beytinde geçen sabır, Cenâb-ı Hak-ka şikâyet etmek
anlamında değildir, mukâvemet yani dayanıklılıktır. Eyyûb (A.S.) Cenâb-ı Hak-ka:
“Yâ Rabbî sen bana ne kadar musibet verirsen ben dayanırım” demişti, halbuki kul
aciz bir mahlûktur.
Eyyûb (A.S.) humma denilen bir nevi sıtma hastalığına tutulmuştu. Bazılarının
iddiâ ettikleri gibi yaraları vardı da kurtlandı, hattâ yere dökülenleri Eyyûb
(A.S.) toplayıp yine yaraların üstüne koyardı gibi sözler yalandır. Hiç böyle
bir şey olur mu? Resûl olan kimsede böyle herkesin nefretini mucib olacak illet
bulunur mu? Onlar bu gibi hal ve illetlerden korunmuşlardır, zirâ kendileri
insanları Allâha davet edicidirler. Şâyet bu gibi illetlere maruz kalmış
olsalar, ümmeti andan nefret eder, sonra Cenâb-ı Hak da onlara zulmetmiş olurdu,
çünkü bu durumda Nebînin yanına gitmekten ikrâh duyarlardı(tiksinirlerdi). İşte
hazreti Eyyûb bu hastalığı için şikâyet etmedi. Sonra vahiy geldi: “Yâ Eyyûb,
bana şikâyetin sabrına mâni değildir.” Hazreti Eyyûb da o zaman hastalığından
şifâ bukması için Allâh’a niyaz etti. Sonra tekrar vahiy geldi: “Oturduğun yere
ayağını vur, su çıkacak, onunla vücudunu yıka, bir şeyin kalmaz”. O da ayağını
yere vurdu, çıkan su ile yıkandı, sağlığına kavuştu. Esasında halka şikâyet
etmek sabra manidir, yoksa Cenab-ı Hak-ka şikâyet sabra engel teşkil etmez.
Yukarıdaki beyitte geçen “Gam çekmede Yakûb ol” sözlerine gelince:
Hazreti Yakûb (A.S:) mın evladı olup, onu bir anadan, diğer ikisi başka anadan
idi ki, Yûsuf (A.S.) ile küçük kardeştir (Bünyamin). Hazreti Yâkub, Yûsuf’u
diğerlerinden daha fazla severdi. Kardeşleri babalarının sevgilerini hasretmek
için henüz yedi yaşındaki Yûsuf’u kıra götürüp bir kuyuya attılar ve bir tarafa
gizlenip beklediler. Nihayet oradan Mısır’a gitmekte olan bir kâfile bu kuyudan
su çıkarırken kovadan su ile birlikte güzel bir çocuk çıktı. Derhal kardeşleri
ortaya çıkıp kâfile başkanına: “Bu küçük kardeşimizdir, kaçmıştı, fena huyludur,
size satalım” dediler. O zamanın parasıyla Yûsuf’u altı kuruşa sattılar. Sonra
kâfile başkanı hazreti Yûsuf’u Mısır sultanına ağırlığınca altına sattı. Ya’kûb
(A.S.) bir rü’ya gördü, keyfiyeti anladı ve Yûsufa kavuşacağını bildi. Kezâ
Yûsuf (A.S.) da bir rü’ya gördü, babasıyla kavuşacağını bildi. Bu sûretle ikisi
de gamlı olmadılar. Beyitte geçen Ken’an Şam şehri ilçelerinden biridir.
____________
Vezin: Mef’ûlü maf’âilü mef’âîlü feûlün
Ey bülbül-ü şeydâ yine efgâna mı geldin,
Azm-i gül edip zârıyla giryâna mı geldin.
Pervâne gibi âteşe dâim cân atarsın,
Evvelde bu aşk ödüne sen yâna mı geldin.
Yağmur gibi yağarsa belâ sen baş açarsın,
Can vermeğe dost yoluna kurbâna mı geldin.
Her şey çalışır bir sıfatı eyleye mâ’mur,
Sen cümle sıfat ilini virâna mı geldin
Vech-i ahadiyyet ki şu eşyada görünmüş,
Bu kesrette ancak anı seyrâna mı geldin.
Bir kimse senin olmadı hiç râzına mahrem,
Bilmem bu cihân için yekdâne mi geldin.
Bu hasta Niyâzî’ye şifâ remzin edersin,
Derde düşenin derdine dermâne mi geldin.
“Vech-i ahdiyyet ki şu eşyada görünmüş
Bu kesrette ancak anı seyrâna mı geldin.”
Evet biz bu kesret âlemine vech-i ahadiyyeti seyretmeğe geldik. Bunu teyit eden:
“Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebt-ü en u’refe fe-halaktel halka li-u’ref”
hadisidir. Anlamı cihetiyle; “Ben ilm-i zâtiyyede malumatla mütecellî idim.
İstedim ki, bilineyim, halkı yarattım. Halk ancak Hak-kı bilmek ve vech-i
ahadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi” demektir.
Diğer beyitler zâhir üzere takrir edilmiştir (Hacı Maksud efendi)
_____________
Vezin: Müstef’îlün fâilü müstef’îlün fâilün
Hak yolunun rehberi nefsi dürür Kâmilin,
Dil tahtının serveri nefsi dürür Kâmilin.
Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen nefsi dürür Kâmilin.
Kâmilin nefesi yani ruhu tevhid yoluna delildir, çünkü Kâmilin ruhu ahadiyyetin
ve zâtın mazharıdır. Kâmil insan ölmez, bir yerden bir yere intikâl eder. Hatta
öldüğünde cesedi bile kırk günden fazla kabrinde kalmaz.
Devlet şûrası reisi Rıfat Paşa vefat ettikten sonra cesedini Kosova’daki Sultan
Birinci Murad Hân’ın türbesi önüne gömmüşler. Sonra paşanın âilesi kabir için
İstanbul’dan müzeyyen taşlar göndermişler. Kabir açıldığında paşanın cesedini
bulamamışlar. İsmail Paşa durumu bizden sordu. Biz de cevaben: “Rıfat Paşanın
hayatta iken halleri nassıldı, muvahhid mi idi?” Aldığımız cevapta: “Evet paşa
hayatında iken gayet musallî ve güzel ahlaklı idi”. Sonra tekrara cevap verdik:
“O takım kimseler kırk günden fazla kabirlerinde durmazlar
Mısır’da Şeyh Bakkal vefâtından önce cenâze namazının İbn-i Fârız hazretleri
tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Şehit edildikten sonra Bakkalın namazını
imam olup İbn-i Fâriz kıldırdı, selâm verdiğinde büyük bir kuş gelip cenâzeyi
alıp uçtu. Bunu gören cemaat hayretler içinde durumu İbn-i Fâriz hazretlerine
sordular. Bu zât da şu hadisi okudu: “Ervâhüş-şühedâ-i fî havasıl-ıt-tayr”,
“Şehitlerin ruhları kuşların kursaklarındadır”. İşte Şeyh Bakkalın ruhu kuş
sûretinde cesetlendi ve gelip kendi cesedini kendisine ruh yaptı, ruhu cesed,
cesedi ruh oldu. Şeyh Bakkal bir tevhîd şehidi idi. Tevhîd şehîdi, kılıç
şehîdinden daha ileridedir.
Uhud gazâsında Abdullâhın oğlu şehîd olmuştu. Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.)
efendimiz duâ ettiler, dirilip ayağa kalktı. Hazreti Îsâ da bir kız çocuğuyla
iki erkek diriltti.
Bu ümmetten de ölüleri dirilten üç kişi vardır: Bunlardan biri Abdurrahman Molla
Câmî, biri Abdülkâdir-i Geylânî, diğeri de Beyâzîd-i Bistâmî hazretleridir.
Molla Câmî Belh’de saray hocası idi. Melîkin gayet güzel olan oğlunu okutuyordu.
Melîkin çevresindekiler Molla Câmî’yi kıskandılar ve iftirâda bulundular.
Melîk’e: “Hoca oğlunuza âşık olmuştur, ahlakını bozacak, onu fenâ huylu yapacak”
dediler. Bunun üzerine Melîk Molla Câmî’yi daha önce denemiş olmasına rağmen
çevressindekilerin de onu tanımaları için hep birlikte yemeğe davet etti. Yalnız
yemekte saray vekil harcına Mollanın sahanına daha önce ölmüş bir tavuğu
kızartıp koymalarını emretti. Belh’de sofra âdeti Mısırdaki gibi olduğundan
bütün yemek sahanları bir defada masa üstüne konuldu. Sonra hep birlikte sofraya
oturuldu. Mola Câmî hazretleri önüne konan sahana elini sürmeyince Melîk:
“Efendim neden tenâvül (yemek almıyorsunuz) buyurmuyorsunuz?” diye sordu. Mola
Câmî de sahan kapağını açıp önünde ölü iken kızartılmış tavuğa kış kış deyince
tavuk dirilmiş ve yemek salonunda uçarak dolaşmaya başlamıştır. Böylece
kendisine iftirâda bulunanlar da utançlarından hayrete kapılarak dehşet içinde
kalmışlardır. Zirâ tevhîd ehlinin önüne haram bir şey konulduğu vakit kalbinin
dâimi zikri durur. İşte Molla Câmî hazretleri de kalbî zikrinin durmasıyla önüne
konan yemeğin, daha önce ölmüş bir tavuk olduğunu anladı.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de bir kediyi diriltti. Oturduğu evin komşuları
ondan hoşlanmazlar ve ona eziyet etmek isterlerdi. Bir gün onun çok sevdiği
dürre adındaki kedisini öldürüp geçeceği yolun üstüne koydular. Böylece kedisini
görüp acı duyup üzülsün dediler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri öldürülmüş
kedisini görünce: “Yâ dürre” diye seslenince kedi dirildi ve kalkıp tekrar
evvelce olduğu gibi ayakları arasında dolaşmağa başladı.
Beyazîd-i Bistâmî hazretleri de bir defasında Hristiyan papazlara bir gemide
seyahat ederken , Hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ne sebeble inandıklarını sordu.
Onlar da ölüyü dirilttiği için diye cevap verdiler. Sonra yaptıkları uzun
münakaşadan buna delil olarak ölüyü dirilttiğini gösteriyorsunuz, şu halde delil
ve medlül olunca medlüle iman gerekir ve sizler de hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine
ölüyü dirilttiği için kâil oldunuz (inandınız) ve onun yaptığı gibi ben de ölüyü
diriltirsem benim de hazreti Îsâ olduğuma kâil olmanız lazım gelir. Keşişler
(papazlar) evet dediler. Bunun üzerine Beyazîd-i Bistâmî hazretleri orada
dolaşmakta olan bir karıncanın başını kopardı ve tekrar birleştirip üfürdü.
Karınca dirildi ve tekrar dolaşmaya başladı.
İşte bu ümmetten bu üç zâttan başka ölüleri dirilten yoktur. Ancak herbir Velî
ve Kâmil insan diriltmeğe muktedirdir, yalnız bu husus kevnî bir kerâmet
olduğundan iltifât etmezler.
İsteyü git Âdemi Âdemde bul Âdemi,
Sırr-ı nefahtü dem-i nefsi durur kâmilin.
“Âdemi Âdemde bul”, yani her gördüğün Âdem değildir velâkin Âdem Âdemîlerin
içindedir. Hazreti Âdemin cesedi: Fe izâ sevveytuhû ve nefahtü fîhi min ruhî”,
“Âdemin cesedinin yaratılışını tamamlayıp ona ruhumdan üflediğimde...” âyeti
mucibince kalıbı, yani cesedinin tesviyesi kemâl bulunca ruh oldu, çünkü
istidâdı tam oldu. Âdemin istidâdı böylece tam olunca da ruh tecellî olundu.
Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hak-kı,
Bilesin sen ol mantıkı nefsi dürür Kâmilin.
Vahiy dört kısımdır: Biri Cibril-i Emin vasıtasıyla Peygamberlere vahiy olunur
ve bu vahiy yalnız Nebîlere mahsustur. İkinci vahiy ilhâmî ki,bununla Cenâb-ı
Hak tevhîd ehlinin kalblerini nurlandırır ve onlara ilhâm yoluyla her şeyi vahiy
eder. Üçüncüsü müşâfehe (ağızdan ağıza konuşma) ki
tevhîd ehli görünen sûretlerden Cenâb-ı Hak ile şifâen konuşur. Beyazid-i
Bistâmî hazretlerinin bu hususta: “Ben Hak-la otuz yıl konuştum, insanlar
zannederler ki ben anlar ile konuşuyordum” buyurmuştur. Dördüncüsü ise tebliği
vahiy ki, Hak-kın Resûle inzâl buyurduğu kitabın hükümlerini Resûlün vârisleri
olan kimseler ümmete tebliğ ederler.
İşte vahyin bu üçü Veliler ve tevhîd ehlinde bulunur. Ancak Cebrâil (A.S.)
vâsıtasıyla olan vahiy yalnız Peygamberlere mahsustur, Velîlerde olmaz.
Rûhulkudüs demini Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı nefsi dürür Kâmilin.
Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen nefsi dürür Kâmilin.
Rûhulkudüs Cibril (A.S.) dır. Deminden murad onun inzâl
ettiği İlahi
vahiylerdir. Hızır (A.S.) ın âb-ı hayat içtiği rivâyeti yalandır. Âb-ı hayat
ise burada tevhîddir (yani tevhîd makamlarını zevketmektir).
Diri kılan tenleri zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri nefsi dürür Kâmilin.
Mevtâya etse nefes her yandan gelse ses,
Haşreden ey hakşinâs nefsi dürür Kâmilin.
Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,
Katresîn ummân eden nefsi dürür Kâmilin.
Mısri Divan 13
Arabca şiir :
Yâ Seyyiden fazlehû finnâsi kelbahr
Ve neşrehûetyabu min nesmetis seher
Şerhi :
“Seyyid” esmâi hüsnâdandır. Her ne kadar bilinen Doksandokuz güzel isimlerde yok
ise de sayılan isimlerden ümmehattır, furuunda vardır(esas kaynak bir isim olup
usülen vardır).
Yâ Seyyid, senin fazlın mahlûkata deniz gibidir ve ihsânın sabah rüzgârından
daha güzeldir, yani kalbe ferahlık hayat verir.
Ve men zehâ hadduhu hüsnen lehu velehu
Kaddun izâ mâse yahkil gasne finnadar
Ve men izâ mâ beda fennûre min vechihi
Dav’e min-eş şemse ahfâ tal’at-el kamer
Şol hüsün (güzellik) ki burada hüsünden murad Hazreti Resûlüllâhtır (S.A.V.)
Hânesinden zâhir oldu. Onun yüzünün nuru güneşin nûrundan daha fazla ışık saçar,
ayın ziyâsı gizlendi, yani yok olup mahvoldu.
Ve men alâ kadru hû fil halki mertebeten
Kel bedri fâk-a cemîal encümüzzeher
Onun yani Resûlullahın kadrü mertebesi aynı ayın ondördündeki bedir halinin
(Bedr-i tâm) yıldızlara nispetle daha üstün ve daha yüksek olduğu gibidir. Yani
Resûlullah ayın öndördü gibi, diğer yaratıklar ise yıldızlar gibidir.
Ente ibnü Şems-is-Sivâsi lemyekün yûcedu,
Fî asrihi misluhû fil-bedvi velhadar.
Sen güneşin oğlusun, çünkü ay güneşin halifesidir. Resûlullah da zat güneşinin
(Allahın) halifesidir ki, onun bir benzeri ne şehirlerde ne de çöllerde bulunur.
Fe ente unkûdü zâkel keremi yâ Seyyidî,
Navil lenâ kadhan min zâlikel hamri
Sen güzel bir bahçesin. O şaraptan , yani aşk şarabından bir bardak ihsan buyur.
Sarhoşluk üç kısımdır: Birinci sarhoşluk, ikinci sarhoşluk, üçüncü sarhoşluktur.
Birinci sarhoşluk “Tevhîd-i Ef’al makâmı” ikinci sarhoşluk “Tevhîd-i Sıfât
makâmı”, üçüncü sarhoşluk “Tevhîd-i Zât makâmı” dır. Çünkü içki içenlere de
içkiler üç hal verir. Birinci halde bir az sarhoş olunca insan âlemi âfâkı (tüm
çevresini) kaybeder.İşte birinci sarhoşlukta bulunan sâlik da ef’ali Hak-ka
tavfiz edince (yaptığı işleri Hak-kın uhdesine verince) bu âfâk âlemini
kaybeder. İkinci halde içki içen kişi bir miktar daha içince, gözü görmez ,
kulağı işitmez, söz söyleyemez ve hiçbir şey yapmağa kudreti olmaz. İkinci
sarhoşlukta olan sâlikin de sıfâtını Hak-ka tafviz edince, görüşü, işidişi,
söyleyişi, dileyişi, bilişi kalmaz. Üçüncü halde, o içki içen daha da çok
içerse, kendinden geçer. Kezâlik üçüncü sarhoşlukta bulunan bir sâlik dahi Zâtı
Hak-ka tavfiz edince kendinden geçer, onda bir şey kalmaz.
İştedde şevkî ilen nedmâni mâke’siküm
Venhelle dem’î alâ haddiye kelmatar
Enşedtü fî hubbiküm zennazmi mu’tezirâ
Lealle yukbelu nazmün câe biluzer
Sevgiliye sevgim ziyâde oldu. Göz yaşım yanaklarıma yağmur gibi aktı. O nun
sevgisinden bu medhiyeyi yaptım. Umarımki benim kusuruma bakmıyarak bu şiîrimi
kabul eder, çünkü anın medhinden âcizim.
Yârabbî zid fazlehu finnâsi mâ tal’at,
Şemsün vemâ seceat varkun aleşşecer.
Mehdî senâî lehû min hâlisel kalb-i
Ve leyse bilmedhi lil Mısrıyyi min hatar.
Yâ Rabbî, fazlını üzerime çoğalt. Nasıl güneşin doğduğu ve ağaçlar üzerine
yaprakları bir intizam içinde çoğalttığın gibi. Onun da benim üzerimde ikrâmını
arttır. Anın medhini temiz bir kalbe yaptım. Medhinden dolayı “Mısrî” ye kabahat
olmaz.
_____________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Nazar kıldıkça insâna gönül hayrâna dolanur,
Acebdir kimi Hak ister, kimi butlana dolanur.
Gel ey dertsiz kişi dervişliğe sâ’y eyle gel bunda
Bu hâl ile olursun bil işin hüsrâna dolanur.
Nedendir kani olmuşsun murâd-ı nefse dalmışsın,
İçine hırsı almışsın işin şeytâna dolanur.
Yeter çalındın ey hâce fenâ mülkün metâına,
Çok uzatma ki Azrâil gelür bu cânâ dolanur
“Nazar kıldıkça insana gönül hayret eder”. Çünkü kimi Hak ister, kimi bâtıl
ister. Zirâ mazhar-ı cemâl var, mazhar-ı celâl var. Cemâle mazhar olan Hak
ister. Celâle mazhar olan da bâtıl ister. Cenâb-ı Hak yalnız cemâliyle tecellî
etmiş olsa herkes mü’min olurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-kın cemâl ile mukayyed
olması lâzım gelir, yalnız celâliyle tecelli etse herkes kâfir olup Hak-kın
celâl ile mukayyed olması iktizâ eder. Halbuki Hak mutlak ve kayıddan münezzeh
olmakla kimine cemâl ve kimine de celâl ile tecellî edip, kimi mü’min ve kimi
kâfir olur, yani bir kısmı îmân, bir kısmı da küfrân yolunu tutar. “Gel ey
dertsiz kişi dervişliğe sa’y eyle” de geçen dervişlikten murad edilen burada
tevhîd yoludur.
Gönül verme bu dünyâya başını verme gavgâya,
Kazdığın amel bir gün gelür mîzâna dolanur.
Amel manâdır. Nasıl tartılır? İşte bu âlemde manâ olan ameller âhirette sûret
olacaktır. Meselâ, sâlih amel olarak yapılan güzel işler cennette göreceğimiz
bildirilen hûri, gilmân, meyve, ırmak vesâire gibi çeşitli cennet nimetleri
sûretlerle sûretlenip cennet ehline sunulacaktır. Kezâ kötü işler işleyenler de
onlara bu işleri yılan, akrep, ateş vesâire sûretlerle sûretlenip cehennem
ehline azap çekmeleri için sunulacaktır. Yani herkes bu âlemde manâ olan yaptığı
işleri, o âlemde sûret bulup anınla nimetlenecek, yahut azap olacaktır.
Binaenaleyh ameller tartılır, çünkü orada bu âlemde yapılan işler birer sûret
giyecektir.
Başı devletlû kul oldur Hak-kı bulmuş ola seri,
Gözü gönlü dil-u cânı kamu Subhâna dolanur.
Niyâzî kulunun yâ Râb vücûdu zenbini mahv et,
Mülâzimdir kapunda ol sana ihsâna dolanur.
Hazreti Mûsâ’ya Cenâb-ı Hak Sinâ dağı kenarında Tuvâ vâdisinde ateş sûretiyle
tecellî etti. “Tahâ sûresi” nin 13. Âyetinde vârid olduğu gibi: “İnnehû
bil-vâdil mukadds-i tuvâ...”, “Yâ Mûsâ, sen tuvâ adındaki mukaddes vâdidesin”
buyuruldu. Bu âyette Cenâb-ı Hak: “Yâ Mûsâ sen beni nâr, yani ateş sûretiyle
kaydetme”. Çünkü Hak nâr sûretiyle mukayyed olurmu, olmaz. Sonra hazreti Mûsâ:
“Subhan-allâh, yâ Rabbî sen mutlaksın ve nâr ile kayıdlanmış olmaktan
münezzehsin” dedi.
Hazreti Resûl saadetli zamanlarında İbn-i Abbas daha çocıuk yaşta bulunuyordu ve
onu çok severdi. Bir kere atıyla Umreye giderken Abbası da beraberine aldı.
Gelirken “Yâ Çocuk vücûdunu kayırma” buyurdu. İbn-i Abbas da “Yâ Resûlallâh,
vücudum bana kabahatmıdır?” dedi. O zaman Hazreti Resûl: “Vücûdüke zenbün lâ
yukâs-i aleyhi zenbün âhir”. İşte Mısrî efendi de bu son beytinde bunu rica
ediyor. Yâ Rabbî benim vücûdumu mahvet. Yani bende senin vücûdunu izhâr et de,
vücûd senin vücûdun olduğunu bileyim.
___________
Vezin
: Feilâtün feilâtün feilâtün feilün
Esicek bâd-ı sabâ aklıma san şâne değer,
Zirâ ol esrâr-ı dil zülf-ü perîşâne değer.
Zülf-ü müşkiyle muattar olur ol demde dimağ,
Geçer andan gönüle hem yetişir cânâ değer.
Leb-ü dendânı hevâsiyle akan göz yaşının,
Birisi mâ’nâda bin lü’lü-vü mercâna değer.
Gam-ı hicrî ile âhı ana âşık olanın,
Çıkar eflâke iner tâ yedi nîrâna değer.
Yüzünün mihrine karşu dolaşan dürlerinin,
Birinin nûru nice mihr-i dirâhşâne değer.
Bâdı sabâ, doğu ruzgârıdır. Bundan murad edilen mezâhir-i aliyyenin zuhûrudur,
yani Cenâb-ı Hak-kın mevcûdatta gürünmesidir.
Eşiğinde baş urup sıdk ayağın berk basanın,
Başı arşa ayağı kürsî-i Rahmâna değer.
Bir tevhîd ehli ki, tekmil fenâ makâmlarına erişince kendisinden eser kalmaz.
Anın başı arşa, ayağı da Rahmânın kürsîsine değer. Kürsîden arşa kadar Beşbin
yıllık yoldur.
Limen-il mülk nidâsın işiten can kulağı,
Anı cânından işitir yine cânâne değer.
Ârif olan kişi her an “Limen-il mülk-ül yevm”, yani “Mülk kimindir söyle”
nidâsını işitir. “Cânından yine cânâne değer”. Çünkü tevhîd ehlinin vücûdu,
sıfatı, ef’âli varmı, yoktur. Hak tarafından yapılan “Limen-il mülk-ül yevm”
nidâsı yine cânâne değer. Cânândan nidâ olunur, yine cânân işitir.
Ol nidâyı işitir men arefe vâkıf olan,
Lîk ol mâ’rifeti sanma her insâna değer.
Velâkin bu işitme ma’rifetini her insanda bulunduğunu sanma, yoktur bulunmaz.
Ancak aşağıda zikredilen makâmlara erişenler işitir. Bu makâmlara sülûk
makâmları denir: Fenâ-i ef’al, Fenâ-i sıfât, Fenâ-i zâttır. Cezbe makâmları:
Cem, Hazret-il cem, Cem-ül cem makamlar ki bunlara aynı zamanda “Tedellâ
makâmları” da denir. Bu sebeble Niyâzî hazretleri:
“Sana bir cezbe Niyâzî ki o dosttan yetişe”
Düküll-i ins ile cinne olan ihsana değer.
diyor.
____________
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Halk içre bir âyineyim herkim bakar bir an görür,
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür.
Şol câhil-ü nâdânı gör örter Hak-kı inkâr edip,
Kâmil olan Kâmilerin herbir sözü bürhân görür.
Câhil kimsenin Hak-kı görüp onu örterek inkâr etmesi şunun gibidir ki, mesela
diyelim Pâdişahı şaşalı kiyâfetini değiştirerek çarşıve pazarda halk arasında
dolaşsa, onu herkes görür velâkin kimse onun zamanın Pâdişahı olduğunu bilmez.
Ama Pâdişâhı yakından tanıyan bilir, tanımayan görür fakat bilmez. İşte Hak da
böyledir. Hak-kı tanıyan hem görür hem de bilir velâkin tanımayan câhil görür
ama bilmez. Şimdi o kıyafet değiştiripgörülen Pâdişâhın zamanın Pâdişâhı
olduğunu bilmeyen câhile bu durumu nasıl anlatırsın? O câhil böyle Pâdişah olur
mu, bu Pâdişâh değildir diyerek inkâr eder.
Medh ile zemmi âlemin kıymette bir hardal dürür,
Hâr o dürür harmanda ol buğdayı kor saman görür.
Meselâ, bir merkep bir harman yerine girse, o samanından ayrılmış olan buğdaya
bakmaz. Nerede büyük saman yığını görürse oraya koşar, zirâ o buğdaydan değil
samandan tat alır.
Tuttu rikâbın Ârifin nice Salâtin-i evvel,
Kâmil olan Sultanı gör dervişi ol Sultân gör.
Şeyhül Ekber zamanında Bağdad, Konya (Selçûkî Sultanı), Şam ve Endülüs
Hükümdârları kendisinin müridleri idi, hatta onlara gidip ders okuturdu ve hepsi
onun rikâbında (biraz gerisinde) yürürlerdi.
Dervişi Hak yakmış iken anı yakan Sultâna bak,
Hamam içinde dilberi görmez gözü külhân gör.
Dedi ulular levn-i mâe levn-i enâ dır şüphesiz,
Kana boyanmış göz hemin Nîl-ü Fırâtı kan görür.
“Cüneyd-i Bağdadî” hazretlerine Hak nicedir? diye sormuşlar. Cevaben: “Levn-i
mâe lelvn-i enâe”, yani “Suyun rengi kabın rengidir” buyurmuştur, yani suyun
haddi zatında rengi yoktur. Suyun rengi içine konulduğu kabın rengini alır,
mesela bardak mavi ise, suyun rengi mavi görünür, yeşil ise yeşil, kara ise
kara, kırmızı ise kırmızı görünür. Şeyhül Ekber Cüneydin bu cevabını çok
beğenmiş ve “Füsus” a koymuştur.
Kana boyanmış göz Nil ile Fırat nehirlerini kan görür. Halbuki Nil ve Fırat
nehirlerinin suları kan mıdır, hayır kan değildir. Bakanın gözünde kan olursa
bunları da kan görür.
Zamanın Şam Sultanı Şeyhül Ekber’e yüzbin kuruşa mal olan bir konak hediye
etmişti. Esasen ona daima böyle hediyeler gelir, o da geldiği anda fakirlere
tasadduk ederdi.
Ol dilberin Mehdî adı sükker durur halka tadı,
Mısrî çeker bu mihneti ol râhatı Rahmân görür.
_____________
Vezin: Mefâîlün mefââlün mefâîlün mefâîlün
Rumuz-u Enbiyâ-yı vâkıf esrâr olandan sor,
Enel-Hak sırrını candan geçüp berdâr olandan sor.
Enbiyânın rumûzunu, yani işâretlerini bu sırra vâkıf olandan sor. Hazreti Ömer
(R.A.) buyurmuştur: “Hazreti Resûlullâh ile Ebubekir-is-Sıddık (R.A.)
birbirleriyle sohbet ederlerken aralarında Arapça konuştukları halde, sanki ben
Arapça bilmiyormuşum gibi konuşulanları anlamazdım.” Bunun sebebi hazreti
Ebûbekir “Sıddıkiyyet” makâmında idi. Hazreti Ömer vesâire sahâbe ise ancak
Hazreti Resûlün vefâtından sonra Sıddıkiyyet makâmına vasıl oldular. Hazreti
Ebûbekir’e Sıddıkiyyet makâmı Medine-i Münevvereye hicret etmek üzere Resûlullâh
ile Mekke-i Mükerremeden gizlice çıkıp kırda bir mağarada gizlendikleri sırada
verildi. Ebûbekirin çobanı hergün akşam sabah koyunlarını getirip sağar ve
onlara ikram ederdi. Birgün beklenen koyunlar gelmediğinden Ebûbekirin kalbine
korku düştüğünü Resûlullâh efendimiz keşfetti. İşte bu sırada Tevbe sûresinin
49. âyeti nâzil oldu: “İllâ tensuruhu fekad nasara-hullâh-ü iz ahrecehüllezîyne
keferû sâniyes-neteyn-i izhümâ fil-gâr-i iz yekûl-ü li sâhib-i hi lâ tahzen
innallâh-e maanâ...”, “Eğer siz Peygambere yardım etmezseniz kâfirler onu
yurdundan çıkardıkları zaman ona bizzat Allah yardım eder. Mekkeden çıkan iki
kişi idiler. Bunlar mağarada iken Peygamber arkadaşına (Ebûbekire) korkma hiç
şüphesiz Allah bizimle beraberdir...” İşte bu âyeti celîylenin nüzûlüyle Hazreti
Resûlullah (S.A.V.) tarafından Ebûbekir-i Sıddık (R.A.) hazretlerine Sıddıkiyyet
makâmı telkin olundu.
“Velâyet makâmı” (velilik makâmı) halk ile olduğu vakit halk ile, Hak ile olduğu
vakit Hak ile olmaktır. Sıddıkiyyet makâmı ise yalnız Hak ile olmak, halk ile
olmamaktır.
“Kurbet makâmı” (yakınlık makâmı) ki, Sıddıkiyyet makâmından daha alâdır, hem
Hak ile hem de halk ile olmaktır.
“Beyazid-i Bistâmî” buyurmuştur: “Ben otuz yıl Hak ile konuştum, halk zannederdi
ki, ben anlarla konuşuyorum”. Kendisinin Sıddıkiyyet makâmında bulunmasına bir
delildir. Hazreti Ebûbekir Kurbet makâmına Halifeliği zamanında nâil oldu. İşte
Mısrî efendinin “Rumûz-u Enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor” demesi budur.
Bakınız meselâ iki tevhîd ehli birbirleriyle tevhîd üzerine muhabbet ederlerken
avamdan (bu hususlara vâkıf olmayan bir kimse) biri gelse, muhabbetlerine vâkıf
olabilir mi ve onların konuştuklarını anlayabilir mi? Velev ki dinleyen âlim
olsun anlayamaz.
Yürü var ehl-i tecridi alâik ehline sorma,
Anı cân-u cihânı terk edüp deyyâr olandan sor.
Hallac-ı Mansûr’un “Enel-Hak” dediği kitaplarda yazılıdır. Halbuki Mansûr kayıd
ile bu sözü söyleyebilir mi? Mansûrun mazharından “Enel-Hak” diyen Hak değil
midir? Bu sözün Mansûr’a isnâdı küfürdür. Şimdi Mansûr sağ olsaydı ve kendisine
de sorulsaydı, “Enel-Hak” kim dedi, o bilir ondan sor diyecektir.
Tecrid ehlini (Allaha gönülden bağlananlar), yani makâm sahibi bir kimseyi alâik
ehli, yani makâm görmeyen diğer kimseler bilebilir mi, bilemezler. Yine onu
ancak makâm sahipleri bilir.
Cân-u cihânı terki, cânını ve cihânı terkeden bilir. Cân ve cihânı terk etmeyi
sen terk-i cân ve terk-i cihân edenden sor.
Gehi kahr-ü gehi lutfun kemâlin bilmek istersen,
Fenâ ender fenâda yoğ olup hem var olandan sor.
Fenâyı bilen (Fenâ makâmlarını gören) fenâ olup bekâ (bekâ makamlarını gören )
bulandır.
Dilâ bu Mantık-ut-tayrı fesâhat ehli anlamaz,
Anı ancak ya Attâr veyahut Tayyâr olandan sor.
Bu kuş lisânını fesâhat ehli bile anlamaz, onu sen Şeyh Attâr’dan sor. Bu zatın
“Mantık-uttayr” adlı tevhîde dair yazdığı bir kitâbı vardır. İşte o kitabı Şeyh
Attâr’dan sor sözü kinayeli (ik şeyden birini diğeri yerine kullanma) bir
sözdür. Bir de Mantık-uttayr kuş lisanı olarak itibar olunursa, anı sen o
uçandan, yani kuş olandan sor. Çünkü konuşulan sözler kuş lisanıdır, anı ancak
kuş olan bilir.
Anadan doğma gözsüzler kemâhi görmez eşyâyı
Niyâzî vech-i dildârı Ulül-ebsâr olandan sor.
Bu ne gibidir? Meselâ, anadan gözsüz olarak doğanbiri çevresindeki eşyâyı
görebilir mi? Meselâ, şu kırmızıdır, bu karadır, bu filân renktedir diye sayar
ama bilmez. Anları ancak gözleri gören bilir. Bunun gibi gönül gözü kör olan
sevgilisinin yüzünü görebilir mi, göremez. Onu ancak bâsiret sahibi (gönül gözü
açık olan) olandan sor.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Kim ki aşkın dârına berdâr olur,
Cümle uşşâk içre ol serdâr olur.
Bunda uşşâkı yakan öd âkibet,
Nâr-ı İbrahim gibi gülzâr olur.
Bunda ağyâr kesretinden kurtulan,
Vahdet illerinde vâsıl-ı yâr olur.
Her kim aşk yolunda can verirse, o kimse âşıklar içinde serdâr (Baş tacı) olur.
Burada âşıkları yakan ateş İbrâhim (A.S.) mın ateşi gibi sonundagül bahçesi
olur. Malumdur ki, Nemrûd İbrahim (A.S) için o kadar büyük bir ateş yaktırdı ki,
bir mil mesâfeden yani dörtbin adımdan daha yakına kimse yaklaşamazdı. Sonra
şeytanın öğretmesi üzerine onu mancınık ile ateşe attı. Bir de dürbünle bakıp
gördü ki, Hazreti İbrahim ateşin içinde biriyle oturmuş muhabbet ediyor. Hazreti
İbrahim bir sandık içinde ateşe atılmış, sandık yanmış İbrahim (A.S.)
yanmamıştı.
Korkma Tâmudan eğer âşık isen,
Bülbül olanın yeri gülzâr olur.
İşte âşıkı yakan ateş böyle gül bahçesi olur. Âhirette de “Sırat” cehennem
üzerine kurulacaktır. Bir mü’min sırat üstünden geçerken, cehennem nidâ edecek.
Çabuk geç yâ mü’min, zirâ senin nûrun benim ateşimi söndürdü.
Cennet-i irfâna dahil olanın,
Kande baksa gördüğü didâr olur.
Gözsüz olanlar o yüzü göremez,
Anı gören hep Ulül-ebsâr olur.
Hak-kın yüzünü gözsüz olanlar göremez. Ancak anı bâsiret sahipleri görür.
Dünyânın lezzâtına aldanma kim,
Birgün ola cümle zehr-i mâr olur.
Sen dünyânın geçici olan lezzetlerine aldanma. Birgün olur o lezzet duyduğun
şeyler yılanın zehiri olur, zirâ dünyâ ehli gerek mezarda ve gerekse âhirette
yılanların sûretleriyle azab göreceklerdir.
Sen gerekse ol cihânda pâdişâh,
Bir beş on günde o târümâr olur.
Tâc-ü tahtı kulluğuna ol şehin,
Verir isen devletin tekrâr olur.
İbrahim Edhem tâc ve tahtını terkedip sonsuz devlete kavuştu, çünkü bâtınî
devletliğin yanında zâhir devleti bir şemmesidir, yani onun yanında hiçbir şey
değildir.
Ger kabul olunsa şâh olun ebed,
Kande böyle asılı bazâr olur.
İllâ tâc-u taht’a olmaz vasl-ı yâr,
Âdet oldur ana cân isâr olur.
Kim ki kendin yoğ ederse, Mısriyâ,
Yokluğun tâ gâyetinde vâr olur.
_________________
Vezin: Mefâilün mefâîlün
mefâîlün mefâîlün
Kırıp bin pâre eden şişe-i kalbi celâlindir,
Yine ep pâresinden görünen rûy-ı cemâlindir.
Anınçün tiğini çeşmin demâdem eksik etmez kim,
Yorulup yolda kalmaya o kim azm-i visâlindir.
“Kırıp bin pâre eden şişe-i kalbi celâlindir”, yani celâl tecellilerinin kalbe
gelişi Allahın sonu gelmeyen bir lûtfudur. Yine her tecellîde onun cemâlinin
yüzü görülür.
Nicesi baksun etrâfa ya ahkâfa yahut Kâfa,
Şu Anka kim anın gönlü nazargâh-ı hayâlindir.
Beyitte geçen etrâf taraflar, ahkâf da dağ tepeleri, Kâf da Kâf dağıdır. Şimdi
zâhir ehlinin indinde bu âlemin vücûdu başka, Hak-kın vücûdu başka olarak kabul
edilir. Yani âlemin dahi Hak-kın vücûdundan başka müstakil vücûdu vardır.
Tarîkat ehlinin indinde ise bu âlemin vücûdu vücûd-u zillî ve hayalîdir. Vücûd
Allahın vücûdudur. Bu halkın vücûdu Hak-kın vücûdunun zillî, yani gölgesidir.
Meselâ, bir adamin güneşin nûrundan gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen
gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. İşte bu âlem de Hak-kın
vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur. Mısrî efendinin
“Nazargâh-ı hayâlindir” demesi bu kavle (söze) göredir.
Fakat bu husus hakikat ehli indinde vücûd ancak Allahın vücûdudur. İlâhî
vücûddan başka vücûd yoktur. Andan dolayıdır ki, Resûlullah (S.A.V.) efendimiz
Ahadiyyet makâmının asâleten bizzat sâhibi olduğundan gölgesi yok idi, yani
gölgesi yere düşmezdi.
Bulunmaz lâ-mekânîdir bilinmez bîşânıdır,
Hemin ancak sana kuldur senin ehl-ü iyâlindir.
“Senin ehl-ü iyâlindir” demek o kendi kendine hizmet eder, kendi kendine söyler.
Yani rubûbiyyetle rubûbiyyetine hizmet eder, çünkü Cenâb-ı Hak ve gayb-ı Mutlak
zâhir oldu, yani Cenâb-ı Hak hicâb-ı rubûbiyyetle zâhirdir.
Dağıldı min sad ra (Mısrî) bozuldu nispet-i suğrâ,
Benim bu nispetim şimdi ne mâhındır, ne sâlindir.
Mısrî’nin vücûdu dağıldı, yani vücûd Hak-kın vücûdudur. Mısrîlik kalktı. Şimdi o Mısrîlik nispeti ne ayındır ne de yıllarındır.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Âteş-i hicrinle can durmaz figâna başlar,
Kaynayup akar ol âteşle gözümden yaşlar.
Zerresi zâhir olsaydı ger beni yakan ödün,
Âlemi uçtan uca yaka idi hep âteşler.
Harfe savte dokunaydı bu iniltim şemmesi,
İnler idi yer ve gök dağlar ile hep taşlar.
Âteşim yâşım iniltim cân içinde gizlidir,
Zâhirimde yok içimde hâsıl oldu yaşlar.
Bîkesim bu âlem içre sırrıma yok mahrem,
Bilmedi derdim benim ne kavm ne kardaşlar.
Hâlime haldâş olan hem sırrıma sırdâş olan,
Cümle dağıldı başımdan kalmadı haldaşlar.
Mahv-ı sırfe düştü çün dil bunda ben oldum garib,
Yalnız kaldım tükendi kalmadı yoldâşlar.
Vech-i mutlak günde yüzbin çehreden yüz gösterir,
Yerde gökte anı yazar cümle-i nakkaşlar.
Nicesi tâkat getürsün ana karşı Mısrî kim,
Adın işitmekle düştü halka bu savaşlar.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi).
______________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Nice bir mekr-ü hiyel nikbeti Deccâl nice bir,
Nice bir ey dini yok mezhebi yok dâl nice bir.
Nice bir adl-ü fitnevi ihyâ edesin,
Beni öldür sunayım boynumu gel çâl nice bir.
Hâkim-i şer-i dahi kendine uydurdun ise,
Hâkimin hükmü yeter fitne ile âl nice bir.
Hâzırım ben hünerin var ise gel görüşelim,
Ledün ilmi okuyan gönlünü gel sâl nice bir.
Şerr-i deccâli def-i mümkün olamı söz ile,
Mısrıyâ var ise hâlin o yeter kâl nice bir.
Deccâl için Cenâb-ı Hak Kur’ânı Hakîmin Mâide suresinin 31. ci âyetinde : “Min
ecl-i zâlik-e ketebnâ alâ benî isrâil-e ennehû men katele nefsen bi-gayr-i
nefsin...”, “Biz benî İsrâile Tevratta yazdık ki, herkim birini haksız yere
öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi günâhkâr olur ve herkim birini
ihyâ ederse, sanki bütün insanları ihyâ etmiş gibi sevâb verilir...” Malumdurki,
Tevrat Kur’ân-ı Kerîm gibi âyet âyet nâzil olmamıştır. Tevrat zebercedden
mücevher dokuz levha üzerine yazılı olarak birden inmiştir. Âyette geçen bu
öldürme gerek sûrî (insanı bizzat öldürerek) olsun ve gerek mânevî şekilde olsun
ikisi de birdir. Mânen öldürme meselâ, bir adam Hak yolunda giderken, dalâlete
saptıran bir kimse ile karşılaşır. O kimse bu Hak yolunda gidene; gel buraya bu
ibâdet nedir? Bu namaz, oruç nedir? Vazgeç bunları bırak diyerek onu kandırır,
böylece adamın kalbini öldürür. Bu durumda ona sanki bütün insanları öldürmüş
gibi günâh yazılır.
Diğer husus ise bir zat birini delâlet yolunda görür, gel buraya niçün böyle
yapıyorsun? Cenâb-ı Hak böyle, Resûlüllâh şu tarzda buyurmıuştur. Şöyle yap,
böyle yapma, ibâdeti şöyle yap, namaz kıl, oruç tut diyerek ona tavsiyelerde
bulunur ve dalâlette gittiği yoldan çevrilirse, sanki bütün insanları diriltmiş
gibi sevâba nâil olur.
Şeyhül Ekber (R.A.) hazretleri “Fusus” adlı eserinde :
“Bir adam birine dine âit bir meseleyi öğretmiş olsa, hem o öğrettiği adamı, hem
de bütün insanları yeniden diriltmiş gibi sevâb verilir” demiştir.
____________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Hazreti İsâ inüp gökten tamam etti zuhûr,
Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr.
Dirilüp aceb zenb-i hem cümle mevtâ serteser,
Na’ra-i İsrâfil oldu cümleye çalındı sûr.
Birinci beyitte geçen “Hazreti Îsâ inip gökten” de,
hazreti Îsâ teşbihe dâvet ederdi (Cem makâmına), hazreti Musa ise tenzihe
(Hazret-il Cem makâmına) davet ederdi. Çünkü hazreti Mûsâ’nın kavmi teşbih ehli
idi.
İşte her vakitte her peygamberin meşreb ve meşhedinde (gidiş ve ve tutumlarında
ve geldikleri zamanlarında) çeşitli insanlar vardı. Beyite geçen hazreti Îsâ’dan
murad edilen Cem makâmı sâhipleridir.
Bir kabirden Bin Muhammed her birisi Yüzbin,
Baş olup gitti önünce zâlik-e yevm-ün-nüşûr
“Bir kabirden Bin Muhammed” demek Muhammedî olanlardan Bin kişi zâhir olur
demektir. Çünkü Îsâ meşrebinde (Îsânın dininde) olanlara Îsevî derler, Mûsâ
meşrebinde olanlara Mûsevî derler. İşte Muhammed meşrebinde olanlara da
Muhammedî derler.
Enbiyânın âsumân-ı Hak gibidir sözleri,
Evliyânın sözleri tezyin dürür etme gurûr.
Enbiyânın sözlerini Evliyâ tezyin eder, yani peygamberlerin sözlerini Velîler
kendilerinden herhangi bir katkıda bulunmadan noksansız olarak süsleyerek
bildirirler.
Mısrıyâ her sözünü Hak-tan işit söyle kim,
Ric’atiyle baksalar da görmeye kimse futûr.
_____________
Vezin: Fâilâtün mefâîlün
fa’lün
Erimiz erdir Pîrimiz Pîrdir,
Kâremiz nûrdur yerimiz Tûrdur.
İsteyen yâri izlesun Pîri,
Pîrden ayrılan Hak-tan ayrıdır.
Pîrdir envârım Hak-tır etvârım,
Düşmanım bî-şek Hak-tan ol dûrdur.
Şol ki Süfyânî arttı tuğyânî,
Oldur şeytânî bir gözü kördür.
Azdırır halkı bezdirir Hak-kı,
Kizbi çok sıdkı bindebir yokdur.
Hak-ka kul ol, kul olasın makbul,
Dil müslümanı şâhidi zordur.
Mısrî’nin dinde izzeti zinde,
Cümle milletten Hamzavî zordur.
İlk beyite geçen “yerimiz Tûrdur” dan maksad: Hazreti Mûsâ Tûr dağında Cenab-ı
Hak-la konuştuğu gibi, ayni muvahhid olan tevhîd ehli de her yerde Hak-la
konuşur. Bu durumda herbir tevhîd ehli bir Tûr’dur.
“Şol ki Süfyânî arttı tuğyânı
Oldur şeytânî bir gözü kördür.”
Burada Süfyânın oğlu Yezîd hakkında işâret vardır. O Ehli Beyti ve ayrıca
saltanatı zamanında erkek kardeş, kız kardeşi almak câizdir diye fermân yazdırdı
ve buna itiraz edecek Ulemâyı ve Ehli Beyti kim severse öldürün demiştir. İşte
mısrî efendi beyitlerinde bunu söylüyor.
Mısrî’nin dinde izzeti zinde,
Cümle milletten Hamzavî hordur.
“Cümle milletten Hamzavî hordur” beytinde geçen “Hamzavî” sözü Hamzavîlerdir. Hamzavîler Bayramî Melâmilerden Hamza adında bir zâttır, Mürşid bir tevhîd ehli idi. Fûsus şârihi Bosnalı Abdullah efendinin müridlerindendi. Lâkin o zamanlar İstanbul Ulemâsı gayet müteassıp olduğundan bunları hor görürlerdi. İşte Mısrî efendi bu beyti buna göre söylemiştir. Hamzavî olanlardan “İdris-i Muhtefî” namında biri vardı ki, asıl adı Ali Bey olup, muhtefî (gizlenmiş) adı onun bu gizlenişinden dolayı ona lâkap olarak verilmiştir.
____________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Bilenler vech-i cânânı bu cism-ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı meh-i tâbânı neylerler.
Bugünkü cennet-i irfâna dahil olsak uşşâk,
Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.
Rahman sûresinde adı geçen dört cennet “Cennet-il a’mâl” (amellerin cenneti)
olup mü’minlerin avâmına mahsustur. Orada Hûri, Gilman, meyveler, kasûr
(kasırlar, yani köşkler) ile zevk ve lezzet duyarlar. Cennet sekiz adettir. İşte
dördü amellerin cennetidir ki, mü’minlerin avâmına mahsus, diğer dördü de tevhîd
ehline mahsustur. Orada öyle hurî, gilman, köşkler vesâire yoktur. Onlar bu gibi
nefsî zevk almayı istedikleri vakit Cennet-il a’mâle tenezzül ederler. Anların
telezzüzleri (lezzet almaları) “Cemâl-i İlâhî” iledir, yani Allahın cemâlini
seyretmektir. Hazreti Resûlullah (S.A.V.) min makâmı da oradadır ve “Cennet-il
Vesîyle”dir. Bir rivâyette tevhîd ehli de cennet-il a’mâle girerler velâkin
cemâl-i İlâhî ile orada telezzüz ederler. Meskenleri cennet-il a ‘mâlde
olabilir. Fakat birinci ve sahih rivâyet meskenleri yukarıda olup, nefsî
telezzüzleri için istekleri olduğu zaman inerler ve yine makâmlarına
yükselirler.
Bugün amâ olan yarın dahi amâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.
Şimdi bugün burada kör olan yarın da kör olur, hatta körden daha aşağı olur,
çünkü kör bir insan yine hararetten güneşin doğuş ve varlığını hisseder velâkin
bâtın gözü (gönül gözü) kör olan kimse güneşin zâtını hissetmez.
Sülûk ehline insan sohbetin bulmakdürür maksud,
O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.
Tevhîd yoluna girmiş sülûk ehli bir kimsenin isteği ancak bir Mürşid-i Kâmilin
sohbetini bulmaktır. O bu sohbeti bulduktan sonra hayvan gibi olanların
sohbetlerini ne yapsın? Ne yarar görür o gibilerden, belki de zarar görür.
Gönül duymazsa vicdân ile Allah-ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.
Sülûk görmeyen ve gönlü vicdânıyla Hak-kı bulmamış olanın kitaplardan öğrendiği
ve lisânı ile söylediği ilim ve irfânın ne yararı vardır?
Ne hâsıl şol ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden Hak-ka kim tuğyânı neylerler.
Salât-ı ehl-irfân kıblesidir semme vech-ullâh,
O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.
İrfân ehlinin namazlarının kıblesi “Fesemme Vech-ullâh” dır. Çünkü irfân
ehlinereye teveccüh ederse Hak-kı müşâhede eder. Bu âlemde Hak-tan başka var mı,
yoktur. Onun zâhiren “Beyt-i Şerîf” (yani Kâbeye) cihetine teveccüh etmesi
Allahın emri olduğundan dolayıdır. Velâkin secde oraya mıdır, değildir. Onun
kalbi secdeden ebedî olarak baş kaldırmaz, çünkü iş kalbin Hak-ka secde
etmesidir. Kalb bir kere secde etti mi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Zirâ
kalbin secdesi kalıbın (yani cesedin) secdesi değildir.
Niyâzî künt-ü kenz’in sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lukmân’ı neylerler.
_____________
Vezin
: Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Yâ Rab bize ihsân et vuslat yolunu göster,
Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster.
Eyledi hevâ gaaret oldu işimiz âdet,
Dergâhın ola gâyet kudret yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes,
Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster.
Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl
Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster.
İkinci beyitte geçen “Pîr” den murad edilen “Mürşid-i Kâmil” dir. Hak-kı bulmak
pek kolaydır, velâkin Hak-kı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür. Bunlar kimyâ
gibidir, velâkin bulunması kimyâdan güçtür.
Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı,
Duymaya Ev ednâ yı hikmet yolunu göster.
Birinci beyitte geçen Esmâ, yani isimlerden murad edilen taayyânattır (insanın
görünen vücûdu) , “Necm” sûresinin 8. Ve 9. Âyetlerine işârettir: “Sümme denâ
fe-tedellâ fekân-e kâb-e kavsey-i ev ednâ”. “Kulum Muhammed bana yaklaştı, daha
fazla yaklaştı, tâ ki benimle arası iki yay boyumu kadar”. Âyetlerin bâtını
manâları ise: “Denâ” Seyr-i illallâh-tır (Allaha yaklaşma), yani tevhîd
mertebelerinde Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i zâttır.
Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr,
Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster.
Şu kim ola vuslette, halvet bula celvette,
Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster.
Bunlar tevhîdde urûc (yükselme) makâmlarıdır. “Tedellâ” ise nuzûl, yani rücû (avdet edici, geri dönme) makâmları ki, Cem, Hazret-ül Cem makâmlarıdır. “Kaab-e kavseyn” ise Cem-ül Cem makâmıdır. “Ev ednâ” da son makâm olan Ahadiyyet makâmına işârettir. Çünkü Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i Sıfât , Fenâ-i Vücûd makâmları, Bekâ-i Zât, Bekâ-i Sıfât, Bekâ-i Ef’âl olarak bekâ makmlarıdır. Esasen fenâ (yok olma) ve bekâ (tekrar kavuşma) iki kavistir. Bu iki kavis (yükselme makâmı) Cem-ül Cem makâmında birleşirler. Ev-ednâ ise son makâm olan Ahadiyyet makâmıdır. (Son beytinde de Niyâzî Mısrî hazretleri “Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster diye Tanrıya niyâz etmektedir.)
____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün fâilün
Oldu yüzün subh-i senin ey nigâr,
İn fecer-e yenfecer-u enficâr.
Kalmadı bu dilde seni göreli,
İstaber-e yasrabar-u istibâr.
Lütfedüp etme beni bin cevr ile,
İhteber-e yuhteber-e ihtibâr.
Sana atâlar yaraşur bendene,
İftekar-e yeftakir-u iftikâr.
Mısrî’nin herşeyi yolunda olur,
İnteşer-e yenteşir-u intişâr.
Sende çü cem oldu hüsün şivesi,
İkteser-e yektasır-e iktisâr.
Yetmişsekize vardı yaş eyledin,
İhteyer-e yahtayer-u ihtiyâr.
Etme Niyâzî gedâyî meded,
İntezer-e yentazir-u intizâr.
Yukarıdaki beyitler zâhir üzre takrir olunmuştur.
Yalnız son beyitte Mısrî efendi “Yetmişsekize vardı yaş” diyerek ihtiyarladığını
beyân etmiş ve gerçekten de kendileri Yetmişsekiz yaşında vefât etmiş ve aynı
zamanda bununla Şeyhül Ekber (R.A.) hazretlerinin de Yetmişsekiz yaşlarında
âlem-i dâr-ül bekâya intikâl ettiklerini bildirmektedir. (H.M. Efendi).
_____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bu halvete bakma güzâf zevk-u safâ halvettedir,
Halvetle kıl içini sâf nûr-i ziyâ halvettedir.
Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur fakr-u fenâ halvettedir.
Deryâ olup durmaz coşar talazlanup baştan aşar,
Kendisini bilmez şaşar aşk-ü hevâ halvettedir.
Halvet üç kısımdır:
1- Şeriatte halvet.
2- Tarîkatte halvet.
3- Hakîkatte halvettir.
1- Şeriâtte halvet: Camide Ramazan-ı şerîfin son on gününde yapılan itikâftır
(mukaddes bir yere kapanıp ibâdetle meşgul olmak). İtikâf yerinin dâima cemaatle
namaz kılınan cami olması ve özürsüz dışarı çıkılmaması şarttır. Özrü meselâ,
bir cenâzesi olur veya yiyeceğini tedârik için gibi şeyler olabilir ve o camide
oturacağı yerin bir örtü ile sarılması lâzımdır. Hazreti Resûl hasır ile
sarmıştı. Ziyâretine gelen erkek ve kadın olduklarını ayırt edebilmesi için
kadınların tırnaklarına kına sürmelerini emir buyurmuştu. Fakat sonrada bir
kadın bileğine kadar kına koyup elini öpmek isteyince bunu yasakladı. Sünnet
olmak üzere eline kına koymanın aslı yoktur.
2-Tarikatte halvet: Bir insanın dört duvar arasında kırk gün kalarak orada
ibâdet ve riyâzat ile meşgul olmasıdır. Bu vamiye mahsus değildir, camide de
tekkede de veya kendi evinde olur. Yalnız erbain vakti denilen (19 Aralıktan 17
Ocağa kadar süre) zamana münhasır değildir, sair zamanlarda da olur. Hazreti
Peygamber yiyecek ve içeceğini alarak Hira dağında bir mağara içinde 15-17 gün
veya daha fazla kalarak halvet ederlerdi. Hatta Tarîkat ehlinin halvet
yapmalarının istinâd ettikleri husus budur.
3-Hakîkatte halvet: Fenâ-i Ef’âl, Fenâ-i Sıfât ve Fenâ-i Vücûd etmektir. O zaman
Hak-tan gayrı kalır mı, kalmaz. Bu mevcûdatın vücûdu Hak-kın vücûdudur. Bu
âlemde Hak-tan gayrı mevcûd yoktur.
İsmail Hakkı (K.S.) Muhammediyye şerhinde: “Bizim halvetimiz celvettir”
demiştir. Sonra bu hususu bize Şeyh Safî efendi sordu: “İsmail Hakkının bu
sözlerinin manası nedir?”. Biz de “Evet asıl halvet celvette olur, yoksa dört
duvar arasında olmaz.” diye cevap verdik.
İşte Niyâzî’nin beyitlerinde geçen “Zevk-ü safâ halvettedir” sözlerinden
maksadı, sen bu halvete hakaretle bakma, içini saf kıl, yani kalbini halvetle
şirkten tasfiye eyle, o zaman senin kalbinde Allahın nûru doğar demesidir.
Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur fakr-ü fenâ halvettedir.
Buraya “Mûtû kabl-e en temûtû” şerefli hadisine işaret olunmaktadır. Öyle ya
halvet fakr-ü fenâyı icâ ettirir, çünkü halvet ehlinin ef’âl, sıfât ve zâtı
Hak-kın ef’âl, sıfât ve zâtında fânîdir.
Hak-kın esmâsı üç kısımdır: Biri zevâhir ki, esmâ-i hüsnâda geçen Hâlik-ün,
Bâri-ün, Musavvir-ün Aziz-ün, Cebbâr-ün gibi isimlerdir. Biri de kinayât,
vellezî gibi, birisi de zamirler olup Hû-ve (O), Ente (sen), Ene (ben) gibi.
Bunların hepsi ilâhî isimlerdir. Zâhir ehli Hû ya işâret ismidir der. Halbuki Hû
İlâhî isimlerdendir, gayb-i mutlaka delâlet eder. Ve bu “Hüviyyet makâmı”
Ahadiyyet makâmından daha yüksektir.
Encüm ile şems-ü kamer âteşlere düşmüş yanar,
Yer oturup gökler döner arz-u semâ halvettedir.
Aç gözünü ibretle bak birdir kamu yakın ırak,
Deprenmez olur dil dudak vasl-ı likâ halvettedir.
Firkâtte vuslat isteyen mihnette rahat isteyen,
Vuslatta işret isteyen ayş-ü bekâ halvettedir.
Yıldızlar, güneş, ay ateşlere dönüp yanarlar, yani dönerler. Mısrî efendinin yer
oturup demesi de yerin döndüğü görülmediğinden dolayı söylemiş, yoksa yer
dönmektedir, fakat yerin hareketi devrî, göklerin hareketi ufkîdir.
“Arz-u semâ halvettedir” demek, çünkü onlar da Hak-tır, yakında da uzakta da
olan Hak-kın vücûdu değil midir? Evet Hak-kın vücûdudur.
Terket Niyâzî sen seni bir eyle gel cân-u teni,
Duya diyen Hak sırrını sırr-ı Hüdâ halvettedir.
Ruh dört kısımdır: Biri cemâdî ruh ki Ruhu-şeyin vücûde derler. (Vücûdları katı
olan dağlar, taşlar gibi cansız görünen şeyler). Biri de bitkisel ruhtur.
Bitkisel ruhta cemâdî ruh da vardır. Bu ruh bitkileri geliştirir. Fakat o
bitkiyi kesmiş olsanız, onun bitkisel ruhu gider, gelişmesi durur. Geriye onun
cemâdî olan ruhu kalır. Şu halde bitkilerde iki ruh vardır: Biri cemâdî olan
ruhu, diğeri de bitkisel olan ruhudur.
Diğer bir ruh da hayvânî ruhtur ki, hayvanların ruhudur. Hayvanlarda da üç ruh
vardır: Biri cemâdî olan ruhu ki, bu onun cismidir. Biri de bitkisel ruhu ki,
hayvanı büyütür, geliştirir. Diğeri de hayvânî ruhu ki onun hissidir.
Dördüncü ruh: İnsânî ruh ki, insanlarda vardır. İnsânî ruhta da dört ruh vardır:
Cemâdî ruh, bitkisel ruh, hayvanî ruh ve insânî ruh ki, bu ruh insanın zihni
kuvvetidir. Bu ruhların hepsi Hak-kındır. İşte Mısrî efendinin: “Terk et Niyâzî
sen seni, bir eyle gel cân-u teni” dediği budur.
Bir insanın ölümü halinde onun insânî, hayvânî, bitkisel ruhları çıkınca geriye
cemâdî ruhu kalır ki, bu ruh onun kalıbıdır. Bu geriye kalan bir cesettir ki, ha
taş ha o cemâdî olan ruh ikisi de birbirine eşittir. İşte insanı, insânî ruhun
mesken bulunduğuna ikrâm olmak üzere yıkayıp, kefenlerler ve namazını kılıp
toprağa verirler. İşte son beyitte geçen “Sırr-ı Hüdâ halvettedir” demek
tevhiddedir demektir.
____________
Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün
Vallâhi deccâlsenin emeklerin hebâdır,
Çalıştığın sihr ile ha bir kuru anâdır.
Muhittir Allâh seni her işin ol halk eder,
Mekr-i Hüdâdan sakın bal sandığın belâdır.
Müstedricin keydini keydin içinde gözet,
Kazma derin kuyuyu boyunca var kazadur.
Hasmını da bir gözet var mı sana hilesi,
Bî-hod olandan sakın kim sâhibi Hüdâdır.
Yaprağı yer dudu’l-kazz güle güle dut ağlar,
Yaprağın dut bulur dûdun sonu fenâdır.
Dudul-kazzın askeri her ne kadar çok ise,
Beyzâya girince ol asker ona gınadır.
Çamurda sen Mısrî’yi çok gördükçe basma kim,
Mazlûma sen kıyarsın Allâh sana kıyâdır.
Hazreti Resûlü Mekkeden uzaklaştırmak ve onun koruyucusu amcasının yanından
uzaklaştırmak için Kureyşin ileri gelenleri çeşitli hileler düşünürlerdi.
Hazreti Resûlün geçeceği yolları çalı çırpı koyup kendisine eziyet edelim de
buradan kaçıp gitsin. Bu maksatla Ebulehebin karısı ile Süfyanın karısı Hinde
birlikte çalılar taşırlardı. Bu arada Ebulehebin karısı sırtındaki yükü ile
birlikte çukura düştü ve boynundaki ip onu boğuvermişti. Bunun üzerine bu
hileden vazgeçip yeni bir hileye başvurdular.
Bu defa Muhammedi (S.A.V.) dâvet edelim ve geleceği yola derin bir kuyu kazıp
üstünü çalılarla örtelim. Muhamed bunu görmez, içine düşer ve ölür diye
düşündüler. Gerçekten Hazreti Resûl yapılan dâvete gelmek üzere uzaktan göründü.
Ebûcehil karşılamak üzere acele koştu, fkat evvelce yolun genişliğine kazdırdığı
kuyuyu unuttuğundan, bu defa kendisi içine düştü ve bağırmağa başladı. Aman yâ
Muhammed , gel beni buradan kurtar. Hazreti Resûl gelip mübârek elini uzattı ve
Ebûcehili kuyudan çıkardı. Kendisine imân teklif etti. Fakat imândan nasibi
olmadığı için Hazreti Peygamberin bu mu’cizesi karşısında: Ah, nice bizim
çocuklara iman ederiz dedi. (Ebu Cehil Bedir gazasında Bedrin Arslanları
tarafından paramparça edildi.)
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâilün
mef’ûlü mefâilün
Esmâ-i İlâhiyyede bî-had hünerim var,
Her demde semâvat-ı hurûfa seferim var.
İsimler üç kısımdır: Biri anlam bakımından sarf ve nehiv ehli indindeki
isimlerdir. Bunun tarifi kitaplarda yazılıdır. Biri Ahmet, Mehmet, Hasan,
Hüseyin gibi isimlerdir. Üçüncüsü hakîkat ehlinin indinde olan isimdir ki, bu
cihetten isim “Taayün” demektir. İnsanın görünen vücûduna taayyün derler. İşte
beyitte geçen Esmâ-i İlahiyyeden murad taayyünattır.
Harfler de (Arapçada) üç kısımdır: Biri resmi olan harfler ki, elif, be, te, se,
cim gibi. Biri de hurûfu sûriyyedir (sûretlerin harfleri) ki, bu görünen kâinat
ve cevâhirdir. Diğeri de hurûfu hakîkiyye ki, İlâhî mertebelerdir. Bunlar, Nûr-i
Muhammedî, Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûla, Arş, Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-i
Mükevkebdir ki, bunlar İsm-i Bedî, İsm-i Bâis ve sâir isimlerin mezâhiridir.
Bunların açıklanmasını “Vâridât” şerhinde “İnnâ aradnal-emânet-e....” âyeti
kerimesinin açıklaması esnâsında yaptım. Oraya müracaat olunsun.
Gönlüm göğünün yıldızıdır hiç adedi yok,
Her burçta benim bin güneş bin kamerim var.
Gönül göğünden murad kalptir. Yıldızdan ise hatıra gelen düşüncelerdir. Hatıra
gelenlerin hiç sonu yoktur. Bin güneş ve bin kamerden maksat o hatıra
gelenlerden açılan Tanrsal zevkllerdir.
Âlimler ebced hocası olmak olur âr,
Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.
Âlimler ebced hocası olmağa utanırlar. Halbuki Mısrî efendi diyor: Ebced’e âlî
nazarım var, zirâ Ebced Benî İsrâil zamanında bir Melîk idi, onun mazharından
nice bu kadar âlem nizam ve intizam bulmuş ve o zamanın Peygamberi tarafından
dâvet olunmuş ve onunla nice vak’alar olmuştur.
Arş-u semâvatı ulûmun budur elhak,
Hem dahi zemininde tükenmez güherim var.
Kâmil bir insan bulunduğu yerdeki insanları okutsa niceleri irşâd olur. Meselâ o
bir bitkiyi bile bir yere dikse mahsul verir. Velhâsıl bunlar her zaman
oturdukları yerlerden kâbiliyetli insanlara nice dersler verirler.
Bununla bir oldu dem-i Îsâ ile Mısrî,
Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var.
_____________
Vezin: Müfteilün fâilün
müfteilün fâilün
Derviş olan kişinin sözleri ümrân olur,
Sâlik-i Hak olanın râhına bürhân olur.
İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların derdine dermân olur.
Her seher efgân edüp bülbülü hayrân eder,
Dideyi giryân edüp sinesi büryân olur.
Beyt-i dili pâk olur zikr-i Hak-kı işiten,
Sabr-u karârı gider işleri devrân olur.
Şem-i cemâle döner pervânedir âşıkûn,
Zannedr ol câhilün devriyle isyân olur.
Münkirleri dahl eder kim ki sösümüz demez,
Yine işi anlara lûtf ile ihsân olur.
Hak yolunda olanın sözü hak yoluna delîldir çünkü Tevhîd üzerine söylenen sözler
dört kitaba uygundur, Kur’ânın dışında değildir.
İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların derdine dermân olur.
Ledün ilmi sahipleri, câhil olanların yanına gittikleri vakit onların dertlerine
ilaç olurlar, yani onların derdi olan cehillerine irfan ile ilaç ederler.
Şem-i cemâle döner pervânedir âşıkûn,
Zanneder ol câhilûn devriyle isyân olur.
İlâhî cemâl nûruna âşıklar devreder, câhiller zanneder ki, onların bu devrânları
onlara isyân olmaz, belki aşk ile devrân asıl istenendir. Bu devrân aşk ile
olmazsa, o zaman bir oyun, yani eğlence olur ki , işte bu devrân haramdır.
Hazreti Peygamber hadisi şerifte buyurmuştur: “İstima-u melâhî haram-ün
vel-culûs-i fîhâ fisk-ün vet-telezzüz-ü bihâ küfrün”. Bu husus muvahhide, yani
tevhîd ehline göre değildir, zirâ tevhid ehlinin oturup dinlenmesi ve lezzet
duymasıİlâhî aşk iledir. Bu husus ona hiçbir zarar vermez, ona devrân ne
haramdır ne fıstır ne de küfürdür. Fakat İlâhî aşk ile olmayana dinlenmek haram
olduğu gibi culûs dahi fısk ve telezzüzü küfür olur.
Sanma Niyâzî özün derviş oluptur senin,
Derviş olan kişiler şöylece sultân olur.
Son beyitte “ Ey Niyâzî, sen sanma özün, yani hakikatın derviştir. Asıl senin özün sultândır” diyerek bu şiirini tamamlamaktadır.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
İnile ey derdli gönül inile,
Ehl-i derdin inleyecek çağıdır.
Gel timâr et yaranı sen aşk ile,
Yaraların onulacak çağıdır.
Câhil kimse hastadır. Muvahhid olan ise sağlıklıdır. Cehâlet hastalığına ilaç
nedir? Aşktır. Anın için Mısrî efendi: “Gel yarana aşkla ilaç et” buyurdu.
Şol ki gafletle yatup etmez tareb,
Gövdesinde yok mu ola can aceb.
İşte vahdet gülleri açıldı hep,
Bülbülün efgân edecek çağıdır.
Şol kimse ki gafletle yatıp kalkar ve hiç derd etmez, merak etmez. Anın
gövdesinde canı yok mudur diye şaşılır. Çünkü âyeti celîlede Cenâb-ı Hak: “Mâ
min şey’in illâ yüsebbih-u bi-hamdihi”, yani “Herbir şey Allahı tesbih eder.”
Gerek cemâdât denlen cansız sanılan taşlar vesâire ve gerek hayvanlar ve gerek
sâir her ne kim var hepsi Hak-kı anar. Bak vücûdun bile anar. İşte nabzın zikr-i
zâtî ile “ALLAL ALLAH” der, zirâ herşeyin zâti zikri vardır. İmdi nice insandır
ol insan ki, vücûdunun zikrinden haberi olmaya. İşte diyor Mısrî efendi; öyle
olan insana taaccüp olunur, yani hayret edilir, şaşılır.
Sen nedîm idin ezel ol şâh ile,
İmtihân için gelüpsün bu il’e.
Nedîm, dost ve sadık kimse demektir. İki dost bir vücûd olursa ona nedim derler.
Meselâ tarihte İbn-i Kemâl Paşa ile Yavuz Sultan Selim Han gibi. İşte sen de
Cenâb-ı Hak ile ezelde bir vücûd idin.
İmân üç kısımdır: Bir kısmı “İmân-ı Lafzî” ki “Lâ ilâhe illallâh Muhammeddün
Resûlüllah” demektir. Bu zâhir ehlinin imânıdır, yani ehli şerîatin imânıdır.
Bir kısmı da “İmân-ı Huzûri” ki daima gerek sesli, gerekse gizli sessiz olarak
ve bir an gaflet etmeden “Allah Allah” demektir. Bu tarîkat ehlinin imânıdır
çünkü zâkir olan ehl-i tarîktir.
İnlemek sana yaraşur derd ile,
Hem gözün kan ağlayacak çağıdır.
Üçüncüsü Hakîkat ehli ki zâkir değildir. Yalnız sülûk-ü hakikatte zikir ta’lim
ettirdikleri her gördüğü şeye Allah Allah diye zikretmesi ve bir parça tevhîde
isti’dâtı olsun içindir. Çünkü bu tarzda zikir ehli olan Yirmidört saatte
Yüzyirmidörtbin kere “Allah” der.
Hazreti peygamberin buyurduğu: “Zânî zinâ halinde imânı nez’i olunur” sözleri
imân-ı Huzûri ehli olanlar hakkındadır. Çünkü lâfzî imân sâhibinin imânı söz
iledir, nez’i olmaz. Hakîki imân sâhipleri ise öyle şeye yakın olmazlar.
Yok kararı gönlümün bilmem neden,
Kasdeder bin pâre ola bu beden,
Var ise gitmek gerek bu areden,
Aslına azmeyleyecek çağıdır.
Ey Niyâzî dünyâda eyle huzûr,
Şol kişi kim olmaya ehl-i gurûr,
Hak-kı anla etmeden bundan ubûr,
Mevtin elçisi gelecek çağıdır.
İmân-ı hakîki ve imân-ı zevkî sâhibleri ne gibidirler?
Meselâ hac için Mekke’ye gidip gelirler, herbiri Mekkeyi bir türlü vasfeder.
Bazı dinleyenler sanki orada bulunmuş gibi bilgi sahib olurlar, bunlar imân-ı
zevkî sâhipleridir. İmân-ı hakîki sâhipleri ise Mekke’ye gidip orada gezmiş ve
her tarafını görüp anlamış gibi olanlardır. İmân-ı lafzî sâhibi olanlar ise
Mekke’nin yalnız ismini anarlar.
Son beyitte “Mevtin elçisi” hastalıktır.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Kandedir cehl ile zulmet nefs-i su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle hikmetbil anı cânındadır.
Zûlmet-i cehli bırak sen iste nûr-i hikmeti,
Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır.
Cehliyle zulmette (bilgisizliği ile karanlıklarda) kalan nerde, ilmiyle hikmette
olan nerde. Bunların aralarında ne kadar çok fark var. Beyitte geçen “zulmet-i
cehil”, bu sûretleri görüp hakîkati bilmeyendir.
Nûr-i hikmetten murad edilen de tevhîddir. Yani sen tevhîdi iste.
Tevhîd: Tevhîd-i ef’al, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i zâttır. Bunlara erişirsen ârif
olursun. O zaman “Cennet-ül ef’âl, Cennet-is sıfât, Cennet-iz zât” da tena’um
edersin, yani ef’âl, sıfât, zât cennetlerinden nimetlenirsin.
Sûreta bu harman-ı âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzüde ne kim var cümle harmânındadır.
Kâmil insan sûreta bu harman âleminde bir tânedir velâkin manâda her ne ki var
Kâmilin harmânındadır. Çünkü bu âlemin ma’mûriyeti, yani şereflenmesi Kâmil
iledir. Kâmil insan bu âlemden âhiret âlemine intikâl ettiği vakit ma’muriyyet
de anınla beraber o âleme intikâl eder.
Zâhirâ ahkâm-ı eflâkin velî mahkûmusun,
Bâtnıâ ây-ı gün felekler cümle fermânındadır.
Zâhiren hükümlerin hepsi feleklerin mahkûmudur., lâkin hakîkatte ay, gün,
felekler hep anın (İnsân-ı Kâmilin) emriyle dönerler.
Al ele çevkân-ı zikri hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhîd topunu çünkü meydânındadır.
Cevkân, Arabistanda yağız atlara binerler, cevkânı eline alan (keçeden yapılmış
kepçe) topu yere fırlatır, atını koşturup fırlatılan topu bu cevkân ile
tutabilirse, o kimse hünerli sayılır. İşte diyor Niyâzî hazretleri sen de zikir
cevkânınıeline al, nefis atına bin ve tevhîd topunu tutabilirsen, sana düşman
yaklaşamaz.
Saykal ur mir’ât-ı kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle âlem halkı divânındadır.
Kılıçların yüzleri paslandıkları vakit saykal (parlatmaya mahsus âlet) vururlar,
böylece paslar dökülür. İşte sen de kalbinin âyinesine saykal vur, pas gibi olan
herşeyi kesret görmekten vazgeç. Cümle âlem halkı senin divânındadır, taşra
bakma, yani gayri görme.
Bil ki vech-i Hak-ka mir’âttır özün bir hoş gözet,
Men aref sırrındaki ma’den senin kânındadır.
Senin hakikatin Hak-kın vechine mir’âttır (aynadır). İkinci beyitteki
“ Men aref sırrındaki ma’den” sözleri “Men aref-e nefse-hû fekad aref-e
Rabb-e-hû” şerefli hadisine işarettir. Bu şerefli hadise türlü türlü manâlar
vermişlerdir. Kimi “ men arefe nefsehû bil-acz fekad arefe Rabbehû bil- kudret”,
(nefsinin aczini bilen Rabbinin kudretini bilir),kimisi de “ men arefe nefsehû
bil-fakr fekad arefe Rabbehû bil-gınâ” (nefsinin fakrını bilen Rabbinin gınâsını
bilir) demiştir. Bunun hakkında büyük bir risâle vardır.
Nefsin iki vechile târifi vardır: Biri icmâli, diğeri tafsilî. Tafsilîsine
nihâyet yoktur. İcmâlîsi ise işte bu görünen sûretleri Hak-tan gayrı
görmemektir. Nefis budur. Âyeti celîlede :
“Ve men yargab-ü an milleti İbrâhîm-e illâ men sefihe nefsehû...” “İbrahim
milletinden olan kimse tevhîdden irâz eylemez, nefsini câhil olan, nefsini
bilmeyen kimse irâz eyler.” Buyurulmuştur. Millet-i İbrâhim’den murad tevhîddir.
Anın için Hazreti Resûl: “Milletimiz İbrâhimin milletidir” buyurdular. İbrâhim
(A.S.) tevhîd babası seçildi. Hatta âhirette cennet ehli bir rivâyette
Yirmiyedi, diğer bir rivâyette de Otuziki yaşında cennete girer. Yani gerek
Nebîler ve gerek mü’minler genç birer delikanlı olarak zuhûr eder, ancak hazreti
İbrâhim (A.S.) beyaz sakallı olup herkes ona tâzim eder. Çünkü o cennet ehlinin
babasıdır.
Künt-ü kenz-en remzini buldunsa sen Mısrîyâ,
Küll-i yevm-in hû yu anla kim senin şânındadır.
Şerefli hadiste: “Künt-ü kenz-en mahfiyyen en u’ref-e fe-halakt-el halk-a li
u’ref” buyurulmuştur. Yani “Ben ilmi zâtiyede malumatla mütecellî idim, istedim
ki bilineyim, halkı yarattım. Halk yalnız Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti
seyretmek için bu âleme geldi”.
İşte bu şerefli hadisteki remzi (işareti) anladınsa , o zaman “Küll-ü yevm-in
hüve fî şe’n” , “O her an bir şe’n dedir” âyeti kerîmesinin senin şânında
olduğunu bilirsin. Çünkü bak, kalbin her anda bir teklübdedir (harakette,
değişmede). O kalbi tekallüb ettiren kimdir, Hak-tır. İşte O her anda bir
şe’ndedir. Onu menedebilirmisin, edemezsin. Zirâ o (kalbin) her an Hak-kın
tecellî mahallîdir. Hak-kın tecellîsi kesilmez.
____________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kös-i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bîhaber,
Asker-i a’zâya lerze düştü Sultan bîheber.
Kevnde bir taşı binây-ı ömrümün düştü yere,
Can yatur gâfil binâsı oldu virân bîhaber.
Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk-i tenin,
Bir devâsız derde düştüm ah ki Lukmân bîhaber.
Bir ticaret kılmadım ben nakd-i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lîk göçmüş cümle kervân bîhaber.
Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb,
Dîde giryân sine büryân akıl hayrân bîhaber.
Azığım yok, yazığım çok yolda türlü korku var,
Yolum alırsa nola ger div vu şeytân bîhaber.
Yol eri yolda gerektirir çağ ve çıplak aç ve tok,
Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bîhaber.
Kûs, büyük bir davul olup kasnakları bakırdan yapılmış bir çalgıdır. Vaktiyle
paşalar bir yere gittikleri vakit önlerinde bunu çaldırırlardı. Sultan Murad da
Sultân-ı ruhtur.
Son beyitte: “Yol eri yolda gerektir...” de yol eri gibi sülûk ehlinin
sülûklerinin seyri esnasında açlık, tokluk, çıplaklık gibi düşünceleri
olmamalıdır. Mal zenginliğini veren Cenâb-ı Hak-tır. Kezâ insanların nafaka ve
kisvelerini (giysilerini) de veren O dur.
____________
Vezin
: Mefâîlün mefâîlün feûlün
Hak-kın kullarını bâzı kul eyler,
Anı kul eylemez yine ol eyler.
Alan veren O dur bâzâr içinde,
Kimin bây ve kimini yohsul eyler.
Kiminin bakırını eder altun,
Kiminin altunun kara pul eyler.
Kimini güldürür dâim cihânda,
Kiminin âh-u efgânın bol eyler.
Kiminin sevdiğin alur elinden ,
Kiminin erini alır dul eyler.
Kimine istemezken verir evlad,
Kimi ister ana yâd oğul eyler.
Kimi bulmaz giye culdan abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler.
Kiminin tatlı balın eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.
Kimine kimya ilmini öğretir,
Ne varsa bakırlarını altın yapar.
Kimin bülbül eder güle kılur zâr,
Kimin pervâne veş yakıp kül eyler.
Pervâne âşık olduğu için kendisini ateşe atar dedikleri doğru değildir. Pervâne
ve kelebek gibi hayvanların gözlerinde kirpik olmadığından görüşlerinde
yanılırlar, gözlerinde kirpik olanlar ise yanılmazlar. Pervâne de günün nuruna
alışır, gece olup karanlık basınca nerede bir ışık görse, bir mum görse, onu
nûrlu bir kapı sanır, geçmek ister, ateşte kavrulup kül olur.
Eder ak güneşin geh kara balçık,
Kara bakçığı açar gâh göl eyler.
Kimi isâ nefestir eder ihyâ,
Kimi deccal olup sağa öl eyler.
Hazreti İsânın mu’cizesi ölüleri diriltmedir, bir kızla iki erkek diriltmiştir.
Vefat etmiş bir kızın cenâzesini götürürlerken, ardınca ana ve babası çok göz
yaşı dökmekte idiler. Ana ve baba hazreti İsâyı görünce; rica ederiz, evladımız
yalnız bu kız idi.o da öldü, ne olur duâ et dirilsin. Hazreti İsâ duâ etti, kız
tabut içinden kalktı ve konuşmağa başladı. Bir de yeni ölmüş bir erkek mezarına
götürdüler, duâ etti, o da dirildi. Sonra dedilerki, bunlar yeni ölülerdi. Eski
bir ölüyü dirilt de görelim. Hazreti İsâ “kimi isterseniz dirilteyim” dedi.
Nûhun oğlu Sâm (A.S.) mı diriltmesini istediler. Şam’ın bir kasabasında gömülü
bulunan hazreti Sâm’ın mezarına gidildi. Hazreti İsâ: “Kum bi-iznillâh”,
“Allâhın izniyle kalk” deyince Sâm mezarından doğruldu, sakalı ağarmıştı.
Hazreti İsâ Sâm’a “Niçin sakalın beyazlamış, sizin zamanınızda bu hal yoktu”,
zirâ sakal ağarması hazreti İbrâhim (A.S.) zamanından beridir, ona ikrâm olmak
üzere Cenâb-ı Hak kullarına bunu tecellî ettirir. Hazreti Sâm: “Kum” sadâsı
kulağıma geldi, zannettim ki, kıyâmet koptu. Anın için sakalım ağardı”. Ve sonra
hazreti İsâ tekrar “yat” dedi. Ve yattı.
İkici beyitte “sağâ” demek yalancı demektir, çünkü Deccâl yalancıdır; maiyetinde
cinler bulunur. Birini çağırıp, senin ananı ve babanı dirilteceğim ve tutar
cinleri o kimsenin ana ve babası kıyâfetine koyar. İşte o bu gibi yalancılık ile
âlemi aldatır.
Çürüğü sâğ edip sâğı çürük hem,
Solu sâğ ve sâğı gâhı sol eyler.
“Çürüğü sâğ” demek, işte hazreti İsâ’nın Nûhun oğlunu çürümüş iken sağ etti.
Yani diriltti demektir. Cenâb-ı Hak cisimler çürüyüp toprak olsa ve madenlere
karışıp meselâ demir olsa, kıyâmet gününde --- o insanın – herbir organını
toplayıp diriltir. “Sağı çürük” demek, işte insan sağ iken ölür.
İkinci beyitte “solu sağ, sağı sol” demek ise, meselâ bir memur küçük bir
mertebede iken yüksek bir mertebeye, tefi ettirilir, kezâ büyük bir mertebede
iken işlediği bir hatadan dolayı rütbesi aşağıya indirilir. Gerçekte bütün
mertebeleri veren Hak-tır.
Ayağı baş, başı eder geh ayak,
Dili kulak, kulağı hem dil eyler.
“Ayağı baş, başı ayak” demek fakiri Sultan, Sultanı fakir eder. Buna misal
olarak; işte İbrâhim bin Edhemin hikâyesinde olduğu gibi o bir beldenin Sultânı
iken, tahtını ve tâcını terkedib fakir oldu.
Diğer bir misal de, hazreti Mûsâ zamanında olmuştur: Mûsâ (A.S.) Hak ile
görüşmeye giderken yolda büyük bir taşın üstüne bir adamın oturmuş dâima orada
yatıp kaldığını görür. Ne zaman oradan geçse fakir ona: “Yâ Mûsâ, Hak-la
görüşürken beni hatırla ve benim için rica et, bana mal versin”. Hazreti Mûsâ
görüşmenin sonunda, fakirin hali için rica etti. Cenâb-ı Hak: “Onun hakkında
fakırlık hayırlıdır” demiş ise de hazreti Mûsâ: “Aman yâ Rabbî buna mal ver”
deyince, İlâhî hitap vâki oldu: “O fakir üstünde yattığı taşı kaldırsın, altında
define var, alsın”. Dönüşte hazreti Mûsâ bunu fakire bildirdi. Fakirde taşı
kaldırıp defineyi alıp şehre gitti ve kendisine mükellef bir konak yaptırdı ve
çevresinin en zengini oldu. Bu sırada orası hükümdârsız kalır, halk da çok
zengin olan bu adamı başlarına hükümdâr yaptı.
Birgün hazreti Mûsâ onun sarayının önünden geçerken fakir adamı ziyâret etmek
ister. Yeni hükümdâr olan adam vekil vükelâsıyla oturmuş görüşme yapıyor.
Sarayın merdivenlerini çıkmakta olan Mûsâ’yı gören adam hizmetkârlarına : “Bir
dilenci geliyor, ona vurun ve saraydan kovun” diye emir verir. Derhal
hizmetkârlar hazreti Mûsâ’yı hakaretler ederek saraydan uzaklaştırırlar.
Hazreti Mûsâ tekrar Hak-la görüşmesinde: “Yâ Rab, o fakir adam bana şöyle şöyle
yaptı onun malını geri al” diye rica etti. Sonra Cenâb-ı Hak o memleket halkına
adamın hükümdâr olmasından dolayı pişmanlık verir, onu azlederler, malını,
mülkünü yağma edip, adamı eski haline getirirler. Adam gelip tekrar o eski taşın
üstünde yatıp kalkar, hazreti mûsâ’yı görür, bu defa hazreti Mûsâ ona: “Allâh
buyurmuştu, fakirlik senin için hayırlıdır”. İşte Mısrî efendinin “ayağı baş,
başı gâhı ayak eyler” buyurduğu budur.
Fili gâhı karınca kursağına,
Koyup karıncayı gâhi fil eyler.
Hazreti Süleyman’ın âyeti kerimede geçtiği vechile konuştuğu karınca hakkında
anlaşmazlık vardır. Kimi o karınca koyun kadar idi, kimi de fil kadar büyük idi
dedi. İşte bu beyitler bunu ifade etmektedir.
Çıkarır gâhı yoldan nice yolcu,
Gehî yolcuyu göstermez yol eyler.
Cenâb-ı Hak bir kimsenin rızkını her nerede ise verir. Buna misâl olarak şu
hikâyeyi anlatalım: Zatın biri hac maksadıyla bir kervanın eşliğinde büyük bir
tevekkül ile Mekke’ye gelir, haccını yapar. Dönüş zamanı geldiğinde, artık
kervana yük olmamak maksadıyla sapa bir yoldan dönmek ister ve yola koyulur.
Fekat birkaç gün geçince aç kalır, gücü kuvveti kalmaz, bayılıp yolda yığılıp
kalır. Bir süre sonra yolunu şaşırmış başka bir kervân sapa yolda adamı yerde
baygın halde bulur. Ağzını açıp yemek vermek isterler, açamazlar. Sonunda ağzını
bıçakla açıp bir az yemek ve su verirler, adamı ölümden kurtarırlar. “Bunu niçin
yaptın” derler. Adam başından geçenleri tamamıyla anlatınca, kafile başkanı:
“Şüphesiz sana rızkını vermek için Cenâb-ı Hak bir kervânı yolundan saptırdı ve
sana getirip, hayatını bahşetti” der.
Geh ıssız harâbı şenlik edüp,
Gehî şenliği dağıtıp bıl eyler.
Bir memleketin halkı Hak-ka âsî oldu. Cenâb-ı Hak o memleketi harap etti. Bugün
bile oraları öylece haraptır. Meselâ, Mekke ile Medine arası da haraptır, şenlik
yoktur. Fekat Hazreti Resûl efendimiz: “Kıyâmete yakın Mekke-i Mükerremeden ta
Medîne-i Münevvereye kadar birbirlerine bitişik şehirler kurulacak ve aralarında
bağlar ve bahçeler kurulup sular akacaktır” diye buyurmuştur. Şimdiden bu
şenlikler peydâ olmağa başlamıştır.
“Anâsır ipliğin tab iğnesinden,
Geçirüp onu bu bunu ol eyler.
Yeli gâhî letâfetle eder öd,
Ödu gâhî kesâfetle yel eyler.”
Tabiat dört esas üzerine yaradılmıştı: Haraket (ısılık), soğukluk, katılık,
rutubet (nemlilik). Isılık ve soğukluk bunların ikisi asıldır. Katılık, yaşlık,
yani nemlilik fer’î yani aslın sonucudur. İkisinin bir araya gelmesiyle yeni bir
şey meydana gelir. Meselâ, ısılık ve katılık bir araya gelirse ateş olur.
Soğukluk ile nemlilik bir araya geldikte su olur. Soğukluk ile katılık bir araya
gelirse toprak olur, ısılık ile nemlilik bir araya gelse hava olur.
Anâsır da dörttür: Ateş, su, toprak, havadır. İşte tabiatın yaradılışı olan
ısılık, soğukluk, katılık ve nemlilik bu dört unsurdan ikisinin birleşmesiyle
meydana gelir.
Suyu dondurup eder taş ve toprak,
Taşı toprağı akıtıp sel eyler.
Şap denizine şap denildiği (tuz ve diğer madenlerin) katılaşmasından dolayıdır,
çünkü su taşlaşır. Meselâ, bu yıl bir gemi bir yerden geçse, gelecek yıl başka
bir yön arayıp bulması gerekir, zirâ evvelce geçtiği yer birer taş halindedir.
Hurûf-ı carre gibi cümle eşyâ,
Birbirine uzanıp el eyler.
Eder âkilleri çok işde âciz,
Eder öyle bir iş san âkil eyler.
Eşyâ da harfi cerler gibi birbirlerine bağlıdırlar. Her işde âkil-i danâ
olanları âciz bırakır, çünkü iş akıl ve tedbir şle olmaz, Hak-kın tesiriyle
olur. Hak-kın tesiri olmadıkça akıl ve lityâkat ve tedbir fayda vermez. Akıl
âciz kalır. Cenâb-ı Hak öyle bir iş ederki, sanırsın onu akıl etti, halbuki
tesir Hak-kındır, akıl hiçbir işi onsuz edemez.
Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,
Lûgaz bunda muammâsın ol eyler.
Son beyitte geçen lugâz sözü, zâhir mânâsından bir şey anlaşılmayacak derecede
söylemektir. Meselâ, Fakîhler, tuzu çok yersen oruç bozulur, kefâret lâzım
gelmez. Az yersen oruç bozulur, kefâret dahi lâzım gelir, çünkü kefârette tad
duyma şarttır. Halbuki tuzun çoğu ile tad alınmaz, ancak az yenirse tad alınır,
bu sebepten kefâret lâzım gelir derler. İşte lugâz budur.
______________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey sanem noldun cana kasdin var,
Bağrımı deldin kana kasdin var.
Başım önünde cevkân elinde,
Çelmeden gayri ya ne kasdin var.
Tiğ-i gamzenle doğradın bağrım,
Cism-u cânı kurbâna kasdin var.
Onmadık başım kavgâya saldın,
Pâdişâhım seyrâna kasdin var.
Beni gör noldum sararup soldum,
Vaslın umarken hicrana kasdın var.
Bu vücûdumu ödlere yakdın,
Ben de bildim bir yana kasdin var.
Bu Niyâzî’yi ağlattığından,
Anlanur kim ihsâna kasdin var.
“Ey sanem noldun cana kasdın var
Bağrımı deldin kana kasdın var.”
Sanem put demektir. Beyitte geçen sanem ise dünyâdır. Putperestlik daha âdem
oğullarından kalmadır. Çünkü o zamanlarda da insanlar hazreti Âdemin Ved, Sugar,
Yegus ve Nasr adlarındaki dört oğlunun sûretleriyle ayrıca bir kuş sûreti
yaptılar, gerdanlarına birer çan astılar ve kilise gibi yerlere koydular,
kapısının yanına da büyük bir çan astılar. Bir kimse bunlara ibâdet ve duâ etmek
için buraya geldiğinde önce kapıdaki büyük çanı çalar, güyâ içerideki putları
uykuda ise onları uyandırır, sonra içeriye girip, baştakinin gerdanında asılı
çanı sallayarak duâ ederdi. Sonra bu mihval üzere diğer üç putun da yanına
giderek duâlarını yaparlardı. En önceki bid’at budur. Sonraları câhiliyyet
devrinde (Hazreti Resulden önceki devir) bunların yerine Evsân denilen taşlar
put ittihaz edildi. Evsân sûret olmayıp, mezar taşları gibidir. Şimdiki Beyt-i
Şerifin çevresinde anların yerlerinde direkler var, kandiller asarlar, işte
Evsân denilen bu taşlar oralarda dikili idiler. Her bir kavim gelir, önce Beyti
şerifi tavaf eder ve sonra mensup olduğu taşın yanına geldiği vakit ona secde
ederdi.
Başım önünde cevkân elinde,
Çelmeden gayri ya ne kasdin var.
Cevkân Arabistanda atlara binen süvâriler tarafından oynanan bir oyundur.
Ellerindeki topu fırlatırlar, onu cevkân denilen keçeden yapılmış torbalarla
yakalamak bir mahâret sayılır (atlı golf oyunu gibi).
___________
Vezin
: Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.
Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet yolunda berdâr olur.
Leylâ-yı aşkın senin her kimi mecnûn eder,
Firkât ödüne yanup her gice bîmâr olur.
Varlık cibâlin kesüp dost iline yol eder,
Ferhatleyin gözünün yaşları pınâr olur.
Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,
Derdine düşen Şâhın tahtı târümâr olur.
“Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.”
Aşkın üç mertebesi vardır: Bunlardan muhabbet, yani sevgi istikrar eder, yerleşir ve herbir kuvvet ve organlarıyla, hatta vücûdunun her bir kılıtla maşûkuna (Sevgilisine) teveccüh ederse buna aşk denilir.İşte bir insan aşk yolunda tam bir bütün halinde sevgilisine bağlı olarak kendisini kaybederse muztarib, mükedder. (acı çeken acılı) derler. Kezâ kemâliyle mâşûkuna dönük ve kendisini bu yolda yok edecek derecede aynı mâşûkunu kendisinde müşâhede ederse, ona heymân (mecnûn) denilir. Meselâ, Müheymiyun melekleri gibi. Hatta Âdem (A.S.) a melekler secde ile emrolundukları vakit Müheymiyun melekleri bu İlâhî hitâbı işitmiyerek secde etmediler. İşte aşktaki bu mertebeye heymân mertebesi denirki, İbrâhim (A.S.) ın makâmıdır.
İkinci beyitte geçen nârdan
murad, burada bildiğimiz ateş değildir.İlk önce halk olunan “Nûr-i Muhammedî”
dir. Bunun Rûh-i Muhammedî, Akl-i kül ve Kalem-i Alâ gibi sâir isimleri de
vardır.
Rûh rihten müştaktır. Çünkü rih rüzgâr demektir, yani havadır. İşte havayı
solunumla içine aldığın vakit ona nefesi dahil (içri alınan solunum) denirki
hayatın mayasıdır. Nefes-i (dışarıya verilen solunum) soğuktur. Nemlilik ve
kuruluk bundan meydana gelir. Arşı ve Kürsî ve Felek-i Atlas vesâir bütün
yaratıkların hepsi bu Ruh-i Muhammedîden halk olundu. Isı fazla olursa ateş,
soğukluk fazla olursa yel, kuruluk fazla olursa toprak ve nemlilik fazla olursa
su denilir. İşte insan nefsini içeri atıpta dışarıya veremezse, yani içinde
kalırsa o nefes ısınır ve bunun sonucu adam ölür.
“Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet yolunda berdâr olur.”
Berdârın manası asılarak idâm demektir. Mansûr (K.S.) nin öldürülmesi hakkında
doğru olanı onun kılıçla katledilmiş olmasıdır. Çünkü Mansûr aşkın fazlalığından
“Enel-Hak” dedi. Sonra önce onu hapsettiler ve tevbe etmesini teklif ettiler ve
Hazreti Resûlüllâhın bunu yasak ettiğini kendisine anlattılar, ikna olmadı.
Dayısı “Cüneyd-i Bağdadî” ve Şeyhi “Hazreti Şiblî” şer’an ve hakikaten hatli
lâzım geldiğine fetvâ verdiler. Abbasîler devrinde zamanın Melîkinin emriyle ve
Ebul-Hârisin kılıcıyla katledildi. Çünkü asılmak cezası yol kesicilerin
cezasıdır. Yol kesici insanların parasını da alır eli kesilir, hem de asılır,
yalnız parasını alırsa eli kesilir, asılmaz parasını da almaz, yalnız korkutursa
memleketten dışarı çıkarılır. Hallâc-ı Mansûr ise diliyle yol kesmiş sayıldı ve
bu cezaya müğstehak oldu.
Ben de ârı terkedip girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına düştüyse bi-âr olur.
Âr dan murad kibirlenmedir. Kişi kibri terketmeden derviş olamaz.
Bu yolda cânın veren cânân alur yerine,
Aşk dükkânında anın canyile bazâr olur.
Bu yolda can vermek şöyledir: İnsan önce ef’âlini ifnâ eder, sıfâtını ifnâ eder,
vücûdunu ifnâ eder. İşte canını vermiş olur, çünkü onda bir şey kalmaz. Sonra
ef’âline karşılık İlâhî ef’âl gelir, sıfatlarına karşılık İlâhî sıfât gelir,
vücûduna karşılık İlâhî vücûd gelir demek olur.
Beyitte geçen cânân ki, yani mahbub ki (sevilen), bundan murad Hak-tır, anı
alır.
Ey dilber-i rûhânî al koma işbu cânı,
Sevdâna düşeliden dünyâ bana dâr olur.
Terk et Niyâzî seni bul anda o Sultanı,
Herkim canından geçer ol vâsıl-ı Yâr olur.
___________
Vezin
: Mef’ûlü mef’âîlü mefâîlü feûlün
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler,
Ol ahde vefâ eyleyüp ikrâra gelirler.
Hazreti “Muhammed Mustafa” (S.A.V.) min sûret-i nûrâniyesinin (nurlu sûretinin)
yüzünü gören “Elest” bezminin (elest meclisinin) ahdine vefâ ederek ikrâr etti
ve her an da o kimse Allâhın “Elest-ü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil
miyim) hitâbını işitip buna karşılık o “Belî” (evet) der.
Anlar ki ezel gözleri saçında kaluptur,
Bunda seni hiç bilmeyüp inkâra gelürler.
Ancak siyah saçlarını gören kâfirler onu inkâr ettiler.
Çeşmin kadehin nûş eden Abdâl-ı İlâhî,
Ol aşk ile bu âlemi devvâre gelirler.
Mübarek gözlerini gören İlâhî abdallar (âşıklar) ise o aşkla bu âleme geldiler.
Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı,
Mansûr gibi meydâna girüp dâra gelirler.
Zülfünün telini gören Mansûr gibi berdâr olur (yeri dar ağacı). “Ene” (ben)
demek şer’an yasaktır. Mansûr ise “Enel-Hak” (Ben Hakkım) dedi. Gerek şerîat
ehli gerek hakîkat ehlinin, yani Ehlullahın matrûdu oldu, bu yüzden katlonuldu.
Şol dâneleri gör biter eşçâr olur,
Sırrıyle içinden yine esmâre gelirler
Her neyi tarlaya ekersen, meselâ buğdayı ekersen yine buğday verir. Velhasıl
herkes bir yol almış o yol ile gider. Eğer saîd ise saadet yoluyla, şakî ise
şekâvet yoluyla bu âleme gelir. Saîd olan kimse şakîlik, şakî olan kimse de
saadet yoluna gitmez.
“Küll-ü mevlûd-in yüvellid-ü alel fitret-il İslâmiyye sümme ebahu yehûdâne ve
yensarâne” buyuruldu. “Her doğan çocuk İslâm üzere doğar, onu ailesi Yahûdi veya
Hristiyan yapar. Herbir çocuk daha doğuşunda bir ilmi vardır. Daha doğumundan
kısa bir süre sonra çocuk anasının memesini arar, çünkü Cenâb-ı Hak sağlığını
koruması ve selâmette kalması için ona bunu öğretir, çocuk bu fıtrî ilim ile
dünyaya gelir. Bu ilim onun ana ve babasıyla konuşmaya başlayana kadar alınmaz,
sonra alınır. Çocuğun âilesi Yahûdi ise Yahûdi, Hristiyan ise Hristiyan, İslâm
ise İslâm olur, o yolu tutar.
Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil,
Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler.
Hiç biri izinden çıkıp âher yola gitmez,
Her birisi bir yol ile bazâra giderler.
Cemâl mazharı olan cemâl yolunu, celâl mazharı olan celâl yolunu tutar. Cemâl
ehli cemâl yolunun ve celâl ehli celâl yolunun dâvetçilerine ve o yolun dâvetine
icâbet eder. Cemâl yolunun dâvetçileri ülemâ ve meşâyih Hazreti Resulullâhın
vekilleri, despot ve papazlar da şeytânın vekilleridir. Çünkü “Hâdî” isminin en
başta gelen mazharı “Resulullâh” (S.A.V) efendimizdir. “Mudil” isminin baş
mazharı ise şeytândır.
Yoları ne var ayrı ise hep sana âşık,
Cümle seni ister sana didâre gelirler.
Bunların yolları her ne kadar eğri ise de cümlesi Hak-ka âşıktır, yani kâfir
kendi yolunun hak olmadığını bilse o yolda durur mu? Tabii durmaz, o bu yolu
haktır zanneder de o yolda bulunur.
Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî,
Hârın gezüp evvel sonu gülzâre gelirler.
___________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün
mefâîlün mefâîlün
Çıkıp hüccâc ile gitmek ne güzeldir, ne güzeldir,
Yolunda cânı terketmek ne güzeldir, ne güzeldir.
O yolların mugeylânı âşıkların gülistânı,
Visâlin haccı lezzâtı ne güzeldir, ne güzeldir.
O yolların riyâzâtı eritir hep hatîâtı,
Hicâzın yol kerbânı ne güzeldir, ne güzeldir.
Bir adam hac yapmak niyetiyle evinden çıkıp yolda vefât etmiş olsa o kimse
kıyâmete kadar bundan mahrum olarak bekler. Fakat Beyt-i Şerîfin cennete idhal
olunacağı hakkında İlâhî emir bulunduğundan melekler gelip Beyt-i Şerîfe: “ Yürü
ey mübarek cennete” dediklerinde Beyt-i Şerif: “Beni ziyâret etmek üzere benim
yolumda vefât eden ve çevremde gömülü bulunanlar beraber olmadıkça ben cennete
girmem” cevabını verir. Sonra yine İlâhî emir sâdir olur ve beraber cennete
dâhil olsalar gerektir.
Nebilerin nazargâhı, Velîlerin karargâhı,
Görürsem Kâbetullahı ne güzeldir, ne güzeldir.
Nebîlerin her biri Beyt-i Şerîfi ziyâret etmiştir. Velîlerin de bir çoğu orayı
ziyâret eder ve orada bulunur. Hatta “Abdülkadir-i Geylânî” hazretleri
Bâb-ız-ziyâde’de bulunan kırmızı direk dibinde yedi yıl oturmuştur. Velâkin
Mısrî efendi hac etmemiştir. Anın için;
Niyâzî’ye nasib olsa varup maksûdunu bulsa,
Safâ ve zevk ile dolsa ne güzeldir, ne güzeldir.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilün
Ey garib bülbül diyârın kândedir,
Bir haber ver gülizârın kândedir,
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,
Var senin elbette yârin kândedir.
Arttı günden güne feryâdın senin,
Âh-u efgân oldu mu’tâdın senin,
Aşk içinde kimdir üstâdın senin,
Bu senin sabr-u karârın kândedir.
Bir enisin yok aceb hasrettesin,
Rahatı terk eyledin mihnettesin,
Gice gündüz bilmeyüp hayrettesin,
Yâ senin leyl-ü nehârın kândedir.
Ne göründü güle karşı gözüne,
Ne büründü baktığınca özüne,
Kimse mahrem plmadı hiç râzına,
Bilmediler şehsüvârın kândedir.
Gökte uçarken seni indirdiler,
Çâr-ı unsur bendlerine urdular,
Nûr iken adın Niyâzî verdiler,
Şol ezelki itibârın kândedir.
Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi)
____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Hak-kı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur,
Aşk ödüne yanıkların eğlencesi tevhîd olur.
Durmaz işim sürer dili sorar müdâm doğru yolu.
Gerçek ere diyen belî eğlencesi tevhîd olur.
İzinden ayırmaz gözünü canla tutar sözünü,
Görmeğe eyür yüzünü eğlencesi tevhîd olur.
Tevhîd: Ef’al (yani insandan zuhur eden işler) ve sıfât (insandaki niteliklerin
tümü) ve zât (vücûdun) Hak-kın olduğuna vâkıf olmaktır.
Durmaz isim sürer dili sorar müdâm doğru yolu,
Gerçek ere diyen belî eğlencesi tevhîd olur.
Beyitte “Durmadan hem sürer dili” demek zikr-i dâim (devamlı Tanrıyı anma) dir.
Çünkü Cenâb-ı Hak kuluna zikri ihsân ettimi ve perdesini kaldırdımı bir daha
geri almaz.
Halkın arasından çıkar tevhîdi görmeye can atar,
Bülbül gibi daim öter eğlencesi tevhîd olur.
Halk arasından “Fenâ-i Ef’âl” (fiillerde yok olma), “Fenâ-i Sıfât” (sıfatlarda
yok olma) , “Fenâ-i Zât” ile (vücûdu ifnâ etmekle, yani Hak-kın olduğunu
bilmekle) çıkılır. Bu “Fenâ-fillâh” tır (Hak-ta fâni olmaktır). Yoksa halktan
ayrılıp bir kenara çekilmek demek değildir.
Mal-ü menâlin terkeder ehl-ü iyâlin terkeder,
Hâl ile kâlin terkeder eğlencesi tevhîd olur.
Mal, mülk, âilesini, hal ve boş sözlerini terk etmekten maksad ise tevhîddir,
yani bunların tümünün kendisinin olmadığını bilmektir.
Son beyitte geçen “Can kuşu” ndan murad ruhtur.
Dünya ve ukbâ perdesin ardına atar cümlesin,
Ko mâsivâ eğlencesin, eğlencesi tevhîd olur.
Mısrî’ye uyan kişinin gider çürüğü işinin,
İçindeki can kuşunun eğlencesi tevhîd olur.
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mef’ûlü feûlün
Ey gönül gel ağlama zâri zâri inleme,
Pîrden aldım haberi ol bî-nişân sendedir.
Sendedir dostun ili sende açılır gülü,
Söyler bu can bülbülü gül-i handân sendedir.
Gezme gel bahr-u berrî kendinden iste sırrı,
Cism-ü câna hükmeden gizli sultân sendedir.
Anladınsa sen seni, bildin ise cân-u teni,
Gayri ne var ey gönül cân-u canân sendedir.
Ten tahtıdır bu cânın, can tahtıdır cânânın,
Ey Niyâzî şüphesiz ol bî-mekân sendedir.
Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi).
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mef’ûlü mefâîlü
Ey tarikat erleri ey hakîkat Pîrleri,
Bir haber verin ol bî-nişân kandedir.
Kandedir dostun ili kande açılur gülü,
Dost bahçesi bülbülü gül-i handân kandedir.
Aradın bahr-u berri bulmadım ben bu sırrı,
Cism-ü candan içeri gizli sultân kandedir.
Madem ki can tendedir ten canla zindedir,
Amma nidem bilmedim câna cânân kandedir.
Niyâzî’ ye can olan sırrında sultân olan,
Din-ü hem imân olan ol bî-mekân kandedir.
Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi)
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır,
Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’ân andadır.
Her şeye mahluk gözüyle baksan ol mahluk olur,
Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdân andadır.
Kesret-i emvâca bakma cümle bir deryâ dürür,
Her ne mevci kim görürsün bahr-ı ummân andadır.
Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,
Bir ilimdir ol ki cümle ilm-ü irfân andadır.
İbret ile şeş cihetten görünen eşyâya bak,
Cümle bir âyînedir kim vech-i Rahmân andadır.
Söyleyen ol, söylenen ol, görünen ol, gören ol,
Her ne var âlâ ve esfel bil ki cânân andadır.
Mazhar-ı tam veli Âdem yüzüdür şüphesiz,
Künh-ü zâtı hem sıfâtı cümle yeksân andadır.
Haşr-u neşr ile Sırât-u Dûzeh-u mâlik azab,
Hem dahi Rıdvân-u cennet hûr-u gılmân andadır.
Görünen sanma Niyâzî’ nin heman sen mülkünü,
Gönlü bir virânedir genc-i pinhân andadır.
Zâhir üzre takrîr olundu (Hacı Maksûd efendi).
___________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mefâîlü feûlün
Âriflere esrâr-ı Hüdâdan haberim var,
Âşıklara dildâr-ı bekâdan haberim var.
Ey firkât ödüne yanuben bağrı göyünen,
Gel kim yarana türlü devâdan haberim var.
Gel ölü isen sözlerime tut kulağın kim,
Can bahşedici nefh-i nidâdan haberim var.
Âdem yüzü ol yâre ol mukâlib dedi Ahmed,
Bu sözde olan remz-u îmândan haberim var.
Evet “Âdem” mazharı zattır. Zâhir ve bâtın bütün âlemler Hazreti Muhammedin
tafsilâtı değil midir? Hazreti Muhammed metin gibi olup âlemler anın
tafsilâtıdır. Çünkü “Resûlullâh” Allahın nûrundan yaratıldı. Âlemler de
“Muhammed” in nûrundan yaratıldı.
Âdemin ilmi allemel esmâdır, yani âyrt-i celîlede buyurulduğu gibi: “ve allem-e
Âdem –el esmâ-e küllehâ”, “ ve bütün isimler Âdeme öğretildi” fehvâsınca bu
isimler ancak irfân mektebinde öğrenilir.
Gir mekteb-i irfâna oku Âdemin ilmin,
Âlemlere bu ilm-i künnâdan haberim var.
Mektepler (okullar) üç kısımdır: Biri sibyân mektebi (ilk okul) ki, elifbâdan
başlatarak son harfe kadar tanıtır. Sonra okumaya başlayınca ikinci mektebe
(orta, lise ve yüksek okullara) geçilerek orada daha geniş bilgi öğretilir.
Bunları da ikmâl ettikten sonra “ İrfân mektebi” ne devam edilir ve şimdiy--e
kadar okudukların hakîkatleri öğrenilir. Meselâ, “elif” in hakikâti nedir, “be”
nin nedir, “te” nin nedir? O irfân mektebinde bunları bir “Mürşid-i Kâmil” den
okuyup öğrenilir.
Vechinde yedi Fâtihâ âyâtı yazılmış,
Âdemdeki âyât-ı Hüdâ’dan haberim var.
“Fâtihâ-i şerîfe” yedi âyettir (buna Besmele dahildir ve Fâtihânın birinci
âyetidir). Fâtihânın yarısı Hak lisânından, yarısı kulun lisânındandır. Çünkü;
“İyyâk-e na’büd-ü ve iyyâk-e nestaîn”, “ Yâ Rab, sana ibadet eder ve senden
yardım isteriz”. Altıncı âyet: İhdines-sırâtel müstakîm”, “ Bize tevhîd yoluna
hidâyet ver”. Yedinci âyet: “Sırâttel-lezîyn-e enamt-e aleyhim gayr-il mağdub-i
aleyhim veled-dâllîyn”, “ Biz Yahûdiler gibi değiliz, biz dalâlette olan
Hristiyanlar gibi dahi değiliz”. Bunlar Hak-kın sözleridir. Halbuki kul
lisânından söylenmiş değil midir? Evet kulun lisânındandır. Bak Hak-kın
lisânından olanlar da şunlardır: “Elhamd-ü lillah-i Rabb-il âlemîyn” Fâtihânın
ikinci âyetinde: “Bütün âlemlerin Rabbi olan Allaha hamdolsun”. Cenâb-ı Hak bu
âyetiyle Ulûhiyyet ile Rubûbiyyetini beyân eyledi. Üçüncü âyeti:
“Er-Rahmân-ir-Rahîm”, “O Rahmân esirgeyici, Rahîm bağışlayıcıdır”. Allah
Rahmâniyyet ile Rahîmiyyetini beyân eyledi. Dördüncü âyetinde: “ Mâlik-i
yevmiddîn”, “ O Din gününün mâlikidir”. Allah bu âyette de Mâlikiyyetini beyân
eyledi.
Şu halde Fâtihâ-i şerife Hak ile kul arasında müşterektir, yani yarısı
“Cemiyyeti İlâhîyye” ile, yarısı da “Cemiyyeti Muhammediyye” ile söylenmiştir.
Çünkü Cemiyyeti Muhammediyye görünen bu tafsilâttır. İlâhî sıfâtlar Âdemdedir.
Bakınız daha ilk öğrenişimizde bize şunlar öğretilir:
Hak-kın sıfâtı selbiyyesi altıdır: Vücûd, Kidem, Bekâ, Muhâlifet-il-havâdis,
Kıyam-binefsihi, Vahdâniyyet.
Hak-kın sıfâtı subûtiyyesi dahi sekizdir: Hayat, İlm, Semi’, Basâr, İrâde,
Kudret, Kelâm, Tekvîn.
Hak-kın sıfâtı zâtiyyesi: Alîm, Semî’i, Basîr, Mürîd, Kâdir, Hayy, Mütekellim,
Mükevvin dir. İşte ilm-i hal bunlardır.
Lâkin bunları bize öğreten hocaya Hak-kın sıfatları bizdedir demiş olsan, bu
gerçeği bilmeyen hoca; Hak makuldür, sıfatları da makuldür diye Âdemin vechinde
ve bütün yaratıklarda zâhir olan İlâhî sıfatları bırakıp istidlâl ile, yani
dedillerle Hak-kın sıfatlarını aramaya kalkar. İşte Mısrî efendi İlâhî
sıfâtların Âdemde olduğunu bu beyitlerle açıklamıştır.
Âdemde bulup vasf-ı İlâhîyi Niyâzî,
Ol mecma-i evsâf-i amâdan haberim var.
____________
Vezin
: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Ey Allâhım seni sevmek ne güzeldir, ne güzeldir,
Yolunda baş ve cân vermek ne güzeldir ne güzeldir.
“Baş ve can vermek” den murad “Fenâ-fillâh” olmaktır.
Şol ism-i zâtını sürmek visâlin gülün dirmek,
Cemâl-i pâkini görmek ne güzeldir ne güzeldir.
Hak-kın pâk cemâlini görmek mümkün değildir. Kul onu göremez. Nakşiyenin Hak-kı
gördükleri iddiâsı, Allâh, Allâh diyerek ziyâdesiyle zikre devam ederler. Sonra
zikrin fazlalığından zâkire mezkür (yani zikredene zikredilen “Allâh”) gâlip
olur, fekat bu hal kabilindendir. Ayni Mecnunun Leylâ benim dediği gibi. Mecnun
Leylâyı ziyâdesiyle tefekkür ettiğinden vücûdunda Leylâ gâlip gelip, Mecnun da
Leylâ benim iddiâsında bulunmuştur. Halbuki o Leylâ mıdır, hayır Mecnûn’dur.
İşte bu misalde görüldüğü gibi bu bir haldir. Makâm ehline bu hal gelmez, çünkü
Hak-kı gören yine Hak-tır. Zirâ bu göz ile Hak-kı görmek mukâbele iktizâ eder,
yani görünen, gözüne pek uzak, pek de yakın olmamalı. Halbuki bunların hepsi
kayıddır. Hiç Hak mukayyed olur mu? Hak mutlaktır, mukayyed olarak görünen
abiddir, yani kuldur. Ancak Hak Rubûbiyyetle Rubûbiyyetini görür. Âhiret
âleminde mahcupların Hak-kı görmeleri yine mezâhir (zuhura gelenler) yüzündendi.
Sürüp Dergâhına yüzler döküp yaşı yere gözler,
Bir olsa gice gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir.
Dergâhtan murad Beyt-i şerif (Kâbe) dir, çünkü mazhar-ı zattır. İster mecâzî
âşık olsun, isterse İlâhî âşık olsun her âşık geceyi sever.
Visâlin derdine düşmek yanup aşk ödüne pişmek,
Sonunda sana erişmek ne güzeldir, ne güzeldir.
Bağdatta bir âşık Mecâzi vardı. Akşam olunca sokağa çıkıp mâşûkunun
(Sevgilisinin) evinin önüne gider, mâşûkası da pencereye gelir.Bunlar
birbirleriyle konuşmağa doymazlardı. Müezzin ezan okumağa başlayınca mâşûkası
âşıka derki: “Yatsı ezanı okunuyor, şimdi babam namaz kılmağa camiye giderken
seni burada evin önünde görürse ikimiz için de fena olur. Halbuki az sonra
ortalık ağarmağa başlar ve iki âşık okunan ezanın sabah ezanı olduğunu anlarlar.
Niyâzî yârini bulmak yanında eğlenüp kalmak,
Varup bir ile bir olmak ne güzeldir ne güzeldir.
_____________
Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâîlün
Katre katre dökülenler dür müdür bârân mıdır,
Zerre zerre görülenler hatmıdır reyhân mıdır.
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Yukarıdaki beyitte geçen “zerre zerre görülenler” den murad edilen zerre de
zâhir olan . (görünen) Hak-tır.
(Hacı Maksud efendinin “Hulûsî” mahlaslı Dîvânında zerre hakında bir şiiri :
“Cevher araz olsun benden Zâtın münezzeh cümleden
Ettin zuhur her zerreden Sensin görünen dem-bedem.
Her zereden oldun iyân Çün zerre zâhirsin nihân,
Bu sırra vâkıf olmayan Gâfil çeker der-ü elem.
Nakşeyledin nîce suver Â’lâ-vü ednâ hayr-ü şer
Kıldın temâşa ser-teser İnsânı tâ buldun etem.
İnsânı mazhar zâtına Kıldın dahi âyâtına,
Bakdın anın mir’âtına Düzdün o dem levh-ü kalem.
“İnnî Ena-llâh” sırırnı Vâkıf olan insân kani,
Her zerre nâtıktır anı Hem ol dürür sâhib alem.
Hulûsiye kıldın nazar Tâ gördü hep senden eser,
Yoktur eser hep nûr-i fer Nûrun dürür her bir ni-am.
Dâne dâne görünen hal’mi yâ vahdet sırrı mı,
Lâle lâle kızaran haddin mi yâ mercân mıdır.)
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Tâze tâze açılan gül mü cemâlin mi senin,
Yan yana inleyen bülbül mü yâhut can mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Halka halka salınan kâkül mü yâ “Habl-ül metîn”,
Sûre sûre yazılanlar hat mıdır Kur’ân mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Pâre pâre eyleyip bağrım kızıl kan edeli,
Kana kana içtiğim sahbâ mıdır yâ kan mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Kezâ yukarıdaki beyitte geçen “dâne dâne hal’mi” den murad edilen hal mahbubun
(sevgilinin) yüzündeki bene derler.
Döne döne yanmadan dermân umarım derdime,
Gûne gûne mihnetin derd mi yâ dermân mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Ata ata kirpik okun bu Niyâzî’nin dilin,
Şerha şerha eyleyen cân mı yâ cânân mıdır,
Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.
Mısri Divan 14
_____________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Bu tabiat zulmetinden bulmak istersen halâs,
Gel riyâzetle arıt bu cism-u cân çün rasâs
Nice mecruh eylediyse rûhunu emmâre nefs,
Sen de gürz-ü zikirle dön başına eyle kısâs.
Tabiat zulmetinden kurtulmak için yedi makâm vardır. Bunlar :
1) Tabiat
2) Nefs
3) Kalb
5) Sır
6) Hafi
7) İhfâ dır.
Tabiat: Tabiat sâhibi kimse şerîat bilmez, haram bilmez, helal bilmez, zarar
bilmez, fayda nedir bilmez. İşte tabiat makâmında olanlar bunlardır. Adetâ
hayvan gibi, hayvandan bile aşağıdır. Hayvan yine bir dereceye kadar zarar ve
faydayı hisseder. İşte bir insan, zamanında gelen bir Nebî veyahut bir Resûle
tâbi olduğu vakit tabiât makâmından nefs makâmına terakki eder, yani yükselir.
Nefs de yedidir: 1 -- Nefs-i emmâre, 2 -- Nefs-i levvâme, 3 -- Nefs-i mutmainne,
4 -- Nefs-i mülheme, 5 -- Nefs-i râziyye, 6 -- Nefs-i mardıyye 7 -- Nefs-i
sâfiyyedir. Eğer bir kimse nefsinin emriyle hareket eder ve nefsinin istediğini
yaparsa, o kimse nefs-i emmâre sâhibidir. Şayet nefsin istediğini, yapıp da
sonradan pişman olarak kendini paylarsa, o kimse nefs-i levvâme sâhibidir. Nefs
ile ruhun farkı şudur: Kişi Hak-la olursa rûh, Hak-la olmazsa nefs denilir, fark
bu kadardır.
Riyâzat de iki kısımdır: Biri yemez, içmez, bu şerîatte yoktur. Bu riyâzeti
kâfirler de yapar. Keşişler dağlarda gıdalarını riyâzetle bir hurmaya kadar
indirirler. Esasen riyâzet perhiz yapmak demektir.
Hazreti Resûl: “Lâ ruhbâniyyet-e fid-dîn”, “Dinde ruhbanlık (keşişlik, papaslık)
yoktur” buyurmuştur. Öyle arpa ekmeğiyle filan şeyle riyâzat olmaz.
Her ne vaktin gâlip olsa kes gıdâsın zâlimin,
Gice gündüz cünn-ei tevhîdi kıl sana menâs.
Asıl riyâzat, yani şerîatteki riyâzat mü’minlerin orucudur. Bu ise bir ay
Ramazanda oruç tutmakla olur.
Uzlet-i halk ihtiyâr et sen sana gel ey gönül,
Tâ bulasın uzletiyle Hak katında ihtisâs.
Son beyitte geçen “Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs” da geçen havas
makâmları beştir :
Ey Niyâzî bu riyâzât yoluna kim gittiyse ,
Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs.
1-- Havâs ki, Cem makâmıdır. 2—Havâs-ıl havâs ki Hazret-il cem makâmıdır.
3—Hülâset-i havâsıl havâs ki, Cem-ül cem makâmıdır. 4—Nihâyet Hülâseti
havâssıl-havâs ki, Ahadiyyet makâmıdır. 5—En sonunda Velâyet makâmı ki, bu aynı
zamanda Sıddıkiyyet makâmı ve Kurbet (yaklaşma) makâmıdır.
__________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Vasl-ı Hak olmağa eylersen heves,
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.
Gayri nesne sanma aşkı zâhidâ,
Kendi cennetten oluptur muktebes.
Kârıbândır bu halâik dâimâ,
Ehl-i aşk içinde olmuşlar ceres.
“Kârıbân” kervân, yani kâfile demektir. Meselâ hac yolunda veya diğer yola giden
kâfilelere kâribân derler. Bu kâfilelerde develerin boyunlarına çanlar
asmalarının sebebi çan çaldıkça deve neşelenir. Ayrıca her çeşit çalgı
çalınmasına müsaade olunmuştur, haram değildir. İşte deve hem açlık ve susuzluğa
dayanıklı, hem de âşık bir hayvandır. Güzel sesli deveciler şarkı söylemeye
başlayınca develer aşka gelip ağır ağır yollarına devam ederler. İşte mahlukat
arasında aşk ehli de çan gibidir. (diğerlerini coştururlar).
Cism-ü cânın ko yükün yinilde gör,
Râh-ı aşka gidemez merkeb feres.
Onsekizbin âlemi tutup duran,
Kâf-u nûnun terkibiyle yek nefes.
Tarfet-ül-ayn içre yakar cümlesin,
Ger dokunsa nâr-ı aşktan bir kubes.
Bağ-ı cennete olursa öde yak,
Ey Niyâzî koma dilde hâr-u hes.
Onsekizbin âlemi tutup duran,
Kâf ve Nûn-un terkibiyle yek nefes.
Âlemler yirmisekizdir, kezâ ilâhî mertebeler de Yirmisekizdir. Bu beyitte Mısrî
efendi ne için Onsekizbin diye söyledi ? Şunun için; Bu mertebelerin en evvel:
“Nur-i Muhammedî” olmak üzere Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûlâ, Arş, Kürsîdir. Bu altı
mertebe manevîdir. Yirmisekizden çıkarılırsa Yirmiiki kalır. Bunlardan Arş bütün
âlemleri kaplamış bir kubbedir. Muhaddep; yani yumru olan kısmına arş, muka’ar,
yani çukur olan kısmına Felek-i atlas ve Felek-il burûc denilir. Çukur olan
kısmında hiçbir şey yoktur, sâdedir, düzdür. Bu iki kürsînin dahi muhaddebi ve
maka’arı var. Bunlar ikişerden dört eder, kezâ yirmiikiden çıkarılınca onsekiz
kalır. Anın için Mısrî efendi onsekiz âlem dedi. Kürsînin çukur kısmına Felek-il
menâzil ve Felek-i mükevkep dahi denilir. Felek-il menâzilde ise kamer (ay)
bulunmaktadır. Semâda görülen yıldızların hepsi bu Felek-i mükevkeptedir. Çeşit
cihetiyle onsekiz asıldır. İşte onsekizbin âlemi ki, bunlar ilâhî mertebelerdir.
Bunları tutan nedir, Hak-kın vücûdudur. “Kâf” ve “Nun” ilmi, yani “Kün” ilemi,
evet.
Kur’ânı Kerîmin Yâsin suresinin son âyetlerinden biri olan: “İnnemâ emruhû izâ
erâd-e şey’en en yekûl-e lehû kün fe-yekûn” yani “O Allâh bir şeyin olmasını
irâde ettimi, emri “ol” demektir, o da hemen olur” buyurulmuştur.
Bu âlemi dört melek mazharından tutarlar. Bunlar: Cebrâil (A.S.) Mikâil (A.S.) ,
İsrâfil (A.S.) Azrâil (A.S.) dır. Çünkü melekler Allâhın kuvvet isminin
mazharıdırlar. Melekler mazharlarıyla bu âlemleri tutarlar ve bunlar âlemlerin
rükünleridirler (destek, mesnetleri). Fekat bu mezâhirden zâhir olan kendisidir,
mazharla olunca demek “kâf” ve “nun” ile, “kün” emriyle olur demektir.
_____________
Vezin
: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Bağrım pür-hûn eder şol çeşm-i mestâniyle bahs,
Dağıtır aklımı şol zülf-i periyşâniyle bahs.
Kalp ile göz her zaman birbirleriyle mübâhasededir, çünkü gözün işi kayid,
kalbin işi de itlaktır. Akıl da makbul olan şeylerle mukayyeddir, yani akla
uygun gelen şeylerle kayıdlanmıştır. Velhâsıl her bir kuvvetimiz böyledir.
İşitmemiz işidilmiş olanlarla, dokunmamız dokunduğumuz şeylerle, koku almamız
koku veren şeylerle, lisân zevk aldıklarıyla, görme gördükleriyle, bunların
herbiri birer şeyle mukayyeddir. Kalb ise mutlaktır. Gözün kaydettiği şeyi kalb
itlak eder, yani kayıddan kurtararak sarfeder. Bundan dolayı birbirleriyle
sürekli olarak mübâhasededir.
Leblerin feyzine mu’tad eyledin çün ağzımı,
Dilemez kim eyleye şol âb-ı hayvân ile bahs.
Beyitte geçen lebden murad edilen İlâhi hayattır.
Dürr-ü yâkut –ı dehânın seveli dilber senin,
Gelmez oldu dile her hiz la’l-ü mercân ile bahs.
Vechin üzere yazılan ma’nâyı Kur’ân gören,
Eylemez evrak içinde lafz-ı Kur’ân ile bahs.
Vechin üzere yazılan Kur’ânın manâları ki, bu zâhirde görülen suretler Kur’ânın
sûretleridir. Bu sûretler nelerdir ? Bu suretler : Hak-kın Ef’al, Sıfât,
Zâtından ibârettir. Kur’ânın herbir âyeti ya ef’âli, ya sıfâtlerı, ya da zâtı
beyân eder. Meselâ, Haşir sûresinin 21 âyetinde “Lev enzelnâ hazel Kur’ân-e alâ
cebel-in....”, “Biz bu Kur’ânı bir dağa indirseydik...”
Cümle fitne kaşın ile kirpiğinden olduğun,
Bilen eder mi cihandan nefs-ü şeytân ile bahs.
Şol ruhunla hattının sırrını zâhid anlasa,
Kürsî üzre eylemezdi küfr-ü îmân ile bahs.
Dağ bildiriyor, dağ bir sûrettir. Bu sûretlerde her ne varsa Kur’ânda mevcûddur.
Bu sûretlerde Kur’ânı okuyan kimse Kur’ânın lafziyle bahsetmez. Bununla beraber
hayrı ve şerri Allâhtan bilen nefis ve şeytân ile bahsetmez. Çünkü âyeti
celîlede: “Kul küll-ü min indillâh”, “Söyle Yâ Muhammed, her şey Allâhdandır”
vârid oldu.
Vakti saadette Mekke cıvarında bulunan Yahudiler Kureyşin ileri gelenlerine
gelip: “Gelin sizinle birleşelim, Muhammedi mahvedelim” dediler. Bunlar
aralarında birleşmeyi kararlaştırınca şeytân gelip Kureyşin ileri gelenlerine:
“Bu Yahûdiler Ehli kitâptır, Muhammed de Ehli kitâptır, bunların ikisi
birleşirlerse, o zaman sizler yalnız kalırsınız. Lâkin siz önce Yahûdileri
dininize koyun” dedi. Bunun üzerine Ebûcehil Yahûdilerin reislerini çağırdı ve
onlara: “Geliniz birleşmeden önce Beyt-i şerîfteki putlarımıza secde ederseniz ,
sizinle ondan sonra ittifak ederiz” dedi. Sonra bu birleşmeden sonuç
alınamayınca Yahûdiler buna Muhammed sebeb oldu dediler. Böylece Yahûdiler bir
süre putlara taptılar. Sonra Cebrâil (A.S.) yukarıdaki âyeti getirdi. Ancak
edeb-i şer-î için: “Mâ esâbek-e min hasenet-in femin-allâh vemâ esâbek-e min
seyyiet-in femin nefsik-e” yani Sana iyilik ve güzel şeylerden isâbet edenler
Allâhdan ve sana fena şeylerden isâbet edenler kendi, nefsinden” âyeti kerimesi
mucibince haseneyi, yani güzel şeyleri Allâha, seyyieyi, yani fena şeyleri de
nefsine isnad etmekliğin lâzımdır.
Pertev-i nûr-i cemâlin aksidir şems-i cihân,
Ne münâsib ide ol nûr mâh-ı tâbân ile bahs.
Şems ve cihân nûru cemâlinin aksidir, yani güneş ve cihan cemâli nûrunun
yansımasıdır. Çünkü güneşe nûr ismiyle tecellî olundu. Ancak nûrun keyfiyeti
malum değildir. İstidâre yani münevver (nûrlu olması) ve müşa’şa, olması
(parıldaması) güneşin nitelikleridir. Bu şemse, yani güneş İlâhî nûr ile mukâbil
ve mübâhis olabirmi ? Olamaz.
“Cem-ü tefsilin rumûzun anladınsa epsem ol,
Etme andan sonra aslâ kul ve sultân ile bahs.”
Cem makâmında (tevhîdin) hepsi birdir, çünkü Sultan da kul da Hak-kın
mazharlarıdır. Ancak tafsîlde kul kuldur, Sultan Sultandır, kul sultan olmaz,
Sultan da kul olmaz.
Zerre iken sen Niyâzî Rûh-i âzam nûruna,
Haddini bil kılma ol şems-i dırahşân ile bahs.
Arafatta Âdem (A.S.) yaratıldıktan sonra Melekler onu vechine secde ile
emrolundular. İblis ve Cinin kâfirleri secde etmediler. Sonra zürriyeti (nesli
gelecek ahfâdı) zahrından (sırtından) çıkarıldı, dört saf meydana geldi.
Birinci saf Enbiyâ (Peygamberler), ikinci saf Evliyâ (Veliler, İnsân-ı
Kâmiller), üçüncü saf Mü’minler, dördüncü saf Eşkiyâ (şakîler, kâfirler).
“Elest-ü Bi-Rabbiküm”, “Rabbınız değilmiyim” diye hitab edildi. Cümlesi “Belî”,
“Evet” dedi. Kâfirler hitâbı işitmedi, ancak mü’minleri taklîden anlar da evet
dediler.
İşte ona “Âlem-i zerre” tâbi olunur, çünkü herkes orada suver-i latîfe (latif
suretlerle) ile idi. Hatta kâfirleri o zerre âlemindeki durdukları arafattaki
mahalde bugün bile hacıları durdurmazlar.
Mısri Divan 15
_____________
Vezin
: Mefâîlün mefâîlün
mefâîlün mefâ’lün
Gözet sun’-i kadîmi kim kimin halkın azîym etmiş,
Tamam halka elin, fiilin, dilin, gönlün kerîym etmiş.
Ey Tevhîdi ef’âl sâliki “Gözet sun’i kadîmi” diye Niyâzî hazretleri sesleniyor!
Hazreti Resûl “Evvel-e mâ halak-allâh-i nûrî, evvel-e mâ halak-allâh-i rûhî,
evvel-e mâ halak-allâh-i aklî”, “Allâh önce benim nûrumu , rûhumu, aklımı
yarattı” buyurmuştur. Bu mahlukat ve bu mevcûdat “Nûr-i Muhammedî” nin şerhi ve
tafsîlidir.
Kimin bed nefs-u bed ef’âl-u bed hûyu zamîr etmiş,
Kahr-ü evsâfına mazhar kılup anı leîym etmiş.
Kimin ef’âlin ve gönlün kerîm etmiş, çünkü mazhar-ı cemâl ve mevahhid-ül ef’âl
olmuştur. (Allâh cemâline mazhar ve tevhîd-i ef’âl sâhibi etmiştir). Kiminin
nefsini, fiillerini, huyunu fena etmiş, çünkü mazhar-ı celâl olup muvahhid-ül
ef’âl olmamış, leîym etmiştir (Allâh celâline mazhar ve tevhid-i ef’âl ile
müşerref etmemiş, herkese zarar verici etmiştir).
Ne kim takdir edüptür Hak olur elbette ol zâhir,
Ne tedbir edevüz ana ki takdîrin hakîym etmiş.
Hak-kın takdiri ne ise elbette ol zâhir olur. O tedbir bozulmaz, zirâ anı “Hakîm
takdir etmiştir. Takdir fiilin iycâdına tealluk eden İlâhî kudrettir. “Tedbir et
kadere bühtân etmeyesin” diye söz vardır, câhil sözüdür.
Sultan Abdülmecid Han hazretleri tahta teşrif ettikleri vakit Dersaâdete
gittim. Selânik Müftüsü bir takım fetvâ kitapları sipariş etmiş idi, aldım
getirdim. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
Müftü ---- Oturun konuşalım, dedi.
Muhammed Nur ---- Familyamı Koçanadan Üsküb’e nakledeceğim,Acele etmeliyim.
---- Ne için ?
---- Artık Üsküp’te oturacağım.
---- Peki üsküpte Medrese buldunuzmu ?
---- Henüz, hayır.
---- Ya nice Koçanada Medreseni terk edeceksin,şu kadar vakfı var, sonra kadere
bühtân
etmeyesiniz.
---- “Ben mü’minim, kadere bühtân etmem” diye cevap verdim.
Müftü efendi elini sakalına koydu, düşünmeye başladı, yanımızda Vidinli Hoca da
vardı ve aramızdaki konuşmaları dinliyordu. İkisi de bu sözün (kadere bühtân
etmeyesin) küfür olduğuna vâkıf değilmişler, ol vakıt vûkuf hâsıl ettiler.
Evet hiç takdir, tedbir ile bozulurmu ? Bozulmaz.
Velî ârif olan lutfe sevinmez kahre incinmez,
Eyü kim cümleten halka âtâsın ol amiym etmiş.
Ârif olan kimse lutfe sevinmez, kahra da incinmez.
“İkisin bir bilüp doğru hakîkatle görür kim Hak,
Celâlî perdesin çekmiş cemâline hatîym etmiş”
Hakîkatte lutufla kahır birdir. Hak cemâlini celâliyle ihâta etmiş, yani
kaplamıştır. Celâline uğramadan cemâlini göremezsin. Bu babta “Kâdıyıl kuzât”
bir temsil getirmiştir: Bir memleketin Sultan veya Pâdişâhı sarayının çevresinde
tertibat aldırmış, herkim saraya gelir ve siz de o kimseyi tanımaz ve yanıma
girmek isterse, içeriye almayın. Hatta karşılık verirse, ona sizler de karşılık
verin diye emir eder. Diğer taraftan da nedimlerine (sevdiklerine) beni tenhada
ve kimsenin bizi görmeyeceği bir zamanda gelip görünüz der. Nedimleri sarayın
çevresindeki nöbetçilerin uykuya varmasını veya bir işle meşgul olmasını bekler
ve bir fırsatını bulup içeri girerek didâr-ı pâdişâh ile müşerref olurlar.
İşte Hak-kın cemâli de celâliyle çevrilidir. (Celâlinden cemâline ulaşılır.)
Âhiret âleminde mahşer var, sorgu süâl var, sırat var, mizân var; işte bunlar
hep celâldir. Mü’min bunlara uğramadan cennet giremez.
İkisinden de lâzımdır kemâl-i hüsn zâtına,
Anınçün birini kahhar edip birini halîym etmiş.
Anın için istidadı celâl ise kahhâr eder, cemâl ise hâkîm eder.
Ne hâsıl ey Niyâzî Cennet-i irfâna irmezsen,
Tutalım Hak yerin anda senin dâr-ün-naîm etmiş.
Ey Niyâzî yerin dârünnaîym olsun isterse, yine irfân cennetine giremezsin.
Dârünnaîym âhiret âleminde Cennet-ül mücâzâttır. Bugünden daha burada iken irfân
cennetine girmeli, yani zât cennetine girmeli ki işte asıl cennet budur. Tevhîd
ehli nice burada irfân cennetinde ise âhirette dahi öylece irfân cennetinde
olacaktır. Arada hiçbir fark yoktur. Cennet-il mücâzat ise ameller karşılığında
verilir. Ehli yine hicabtan hâli değildir, mahcupturlar.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün
Her yeri hüsnün gülistân eylemiş,
Her tarafta bağ-u bostân eylemiş.
Ziynet etmiş zîr-ü pes evsâf ile,
Her sıfattan zâtın ilân eylemiş.
Bunca evsaftan görünen bir cemâl,
Bir cemâli bunca elvân eylemiş.
Hak-ın zâtının ziyneti sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak her sıfattan zâtını ilân eder.
Zirâ bu sıfatlardan görünen bir cemâl, Hak-kın cemâlidir (güzelliğidir.) Bu bir
cemâli bunca renklerde müzeyyen kılarak, yani süsleyerek sûretlerde gösteren O
dur. Çünkü bütün Tanrısal güzellikler mezâhirle görülür.
Hep kitâb-ı Hak-tır eşyâ sandığın,
Ol okur kim seyr-i etvân eylemiş.
Bu eşyâ sandığın hep Hakkın kitâbıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı azîmde: “Vettûr-i ve
kitâb-in mestûr-in fî rakkın menşûr-in”. “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitap
hakkı için ki, bu yazılmış bir varaktadır” buyurmuştur. Tûr cümle dağların
yücesidir. “Kitâb-ı mestûr” dan murad bu görünen sûretler, “Fî rakkin menşûr”
ise bütün mahlukattır. Bu kâinat bütün bir kitaptır. O kitabı ancak tevhîd
makâmlarını seyreden okur, başkası okuyamaz.
Hüsnünü izhâr eder bunca sıfât,
Zâtına insânı bürhân eylemiş.
Hak-kı istersen yürü insâna bak,
Şems-i zât yüzünde rahşân eylemiş.
Hak-kın zâtına insan delildir. Hak-kı görmek istersen insana bak. Şems-i zât
(zât güneşi) insanın yüzünde pırıldamaktadır. Melekler ve sâire noksandırlar.
Meselâ melekler Hak-kın yalnız kuvvet ismine mazhardırlar, insan ise bütün
isimleri kendisinde toplamıştır.
Hak yüzü insân yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.
Anın için Mısrî efendi de “Hak yüzü insân yüzünden görünür” demiştir, zirâ insân
Rahmânın zâtının şeklidir.
Bir defasında Hazreti Resûl sahâbe ile Harem-i şerîfte oturuyorlardı.
Meclislerinde Uzifetil Yemânî de bulunuyordu. Hazreti Resûl: “İnnî li-ecid-e
rih-ar-Rahmân min kablel Yemen”, yani “Rahmânın kokusu Yemen yönünden geliyor.”
buyurdu. Sonra Uzifetil Yemânî tebessüm etti, çünkü Resûlün buyurduğu Rahmândan
murad “Gavs-ı Âzâm” dır. Uzifenin tebessüm etmesinin sebebi o zamanın Gavsı
Veysel Karânînin amcası olup, ismi Ali-ül Karânî idi. Uzife de anın
Gavs-iş-şimâli, yani Sâhib-iş-şimâl olup süflîde (yeryüzünde) mütesarrıfı
bulunuyordu. Sâhib-il-yemîn ise ulvîde, yani gökyüzünde mütesarrıftır. Bak,
şimdi Gavs-ı Âzâm sûrette insan şeklinde ufacık bir adam, velâkin bütün âlemler
anın avucu içinde bir hardal danesi kadar bile olamaz, gerçekte ne kadar
büyüktür.
Hazreti Bedreddîn “Vâridât” adlı eserinde “Er-Rahmân-i alel arş-i is-tiva”
âyetinin tefsirinde de böyle buyurmuştur. Çünkü Rahmân dan murad Gavstır. Arşa
müstevi olan “Gavs-ı Âzâm” dır.
Nice görsün şems-i vechin çün anın ,
Zâhidi a’mâ ki tuğyân eylemiş.
“Zâhid nice görsün şems-i vechi” ni (güneşin nûrunu) ki, tuğyân edip Ehlullaha
ta’n-ü teşni eyler. Şems-i vechi gören yine Âriftir. Yani hep Ehlullahın
haklarında ve aleyhlerinde bulunarak fena sözler sarfettiklerinden nûrun yüzünü
tabii göremezler. O nûrun yüzünü ancak Ârifler görürler. Evet insan nûr
olmalıdır ki nûru görebilsin. Son beyitlerde de Niyâzî Mısrî:
“İçini almış anın zerk-ü riyâ,
Gönlünü şeytân perişân eylemiş.
Her nazarda gördüğü Hak Ârifin,
Her görüşte nice ihsân eylemiş.
diyerek bu hususu açıkça belirtmişlerdir.
Kezâ Hak-kı anlamanın da kolay olmadığını terennüm eden beyitleri:
Hak-kı anlamak değil âsân ola,
Adetâ Hak böyle erkân eylemiş.
Sâlik erince kemâle şöyle bil,
Yüreğin baş bağrını kan eylemiş.
Anlayınca Zât-ı Hak-kı zevk ile,
Bu Niyâzî nice seyrân eylemiş.
___________
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
“Derdine dermân aramak” bu husus âşıka göredir çünkü âşık olan kimseye sorulsa
ki derd nedir, dermân nedir. Zirâ insan derdli olmayınca âşık olamaz.
Sağ ve solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm-u sâlât-u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.
Oruç, namaz, hac bunlar Allahın farzlarıdır. Bunlarla işin bitmez. İnsân-ı Kâmil
olmak isteyen insâna irfân lâzımdır.
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire Hak-kı sana Hak-kal-yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Bir Mürşid-i Kâmil gerektir ki sana Hak-kel-yakîni bildirsin. Çünkü ilmel-yakîn
şeriat ehlinin ilmidir. Aynel-yakîn ise tarîkat ehlinin ilmidir. Hak-kal-yakîn
ise hakîkat ehlinin ilmidir. İşte Hak-kı ancakHakkal-yakîn bildiren Hakîkat
Mürşididir, Mürşidi-i Kâmildir. Mürşidi olmayanların kitap mütealasından ve
muhabetlerden (devam ettiği sohbetlerden) anladığı ve bellediği şeyler boş
şeylerdir, zirâ tevhîd sülûksüz anlaşılmaz.
Her mürşidi dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Mürşid-i Kâmil neden anlaşılır? Alâmeti nedir?
Bir Mürşid-i Kâmilin alâmeti şudur: Şayet kalbinde dünyâ gailesi (sıkıntılı iş,
felâket) olduğu halde yanına gittiği zaman, o gailen eksilir ve yok olup
kalkarsa, işte o kimse Kâmildir. Yok gâilen eksilmeyip daha da çoğalır ve
gâilene gâile katılırsa, o insan Kâmil değidir, bir yalancıdır, andan kaç. Zirâ
o kimse senin yolunu daha sarpa uğratır. Mürşid-i Kâmil olanın yolu âsândır (bu
gibi insan ancak rahatlık ve kolaylık verir).
Anla hemen bir söz dürür yokuş değildir düz dürür,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hak-tan iyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.
Mısri Divan 16
_______________
Vezin. Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Her denînin sözüne aldanıp etme ihtilât,
Her leîmi sırra mahrem sanma eyle ihtiyât.
Şol ki söz kadrin bilür cânın ana eyle nisâr,
Ayağının altına döşe yüzünü çün bisât.
Arifin kadrin yine ol ârif olanlar bilür,
Ehl-i ulûvvun rütbesini bilmez ehl-i inhitât.
Güç getirme kendine geldikçe a’dâ tâ’nesi,
Sükkeri helvâdır andan hâsıl olur inbisât.
Ey Niyâzî fâriğ-u âzâde ol var çekme gam,
Kahr-u lütfu bir bilürsen gam olur sana neşât.
Zâhir üzre takrir olundu (Hacı Maksûd efendi).
_____________
Vezin: Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Bakup cemâl-i yâre çağırırm dost dost,
Dil oldu pâre pâre çağırırım dost dost.
Aşkınla dolmuşam zühdümü yanılmışam,
Mest-i müdâm olmuşam çağırırım dost dost.
Mescid-ü meyhânede hânede virânede,
Kâ’bede puthânede çağırırım dost dost.
Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ-u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ çağırırım dost dost.
Geldim cihâna garib oldum güle andelib,
Her dem ciğerim tâlib çağırırım dost dost.
Yukarıdaki beyitte geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı
Allahtır. (Oradan geldik. Anın için Hazreti Resûl: “Hubb-ül vatan min-el îmân”,
“Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu) Yani Allaha muhabbet (sevgi) îmândandır
demektir.
Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Aşk ile daim uçup çağırırım dost dost.
Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir çağırırım dost dost.
Gâh düşerim mutlaka gâh asl geh mülhika,
Bakup kamûdan Hak-ka çağırırım dost dost.
Dolanmaz ol hâl-u hat minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz asla bu derd çağırırım dost dost.
Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.
Gökler gibi dönerim gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirim çağırırım dost dost.
Ne yerdeyim ne gökte ne mürdeyim ne zerde,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost.
Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost.
Bu şiirin diğer kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).
_____________
Vezin
: Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Bakup cemâl-i yâre çağırırım dost dost,
Dil oldu pâre Pâre çağırırım dost dost.
Aşkınla dolmuşum zühdümü yanılmışım,
Mest-i mğdâm olmuşam çağırırırm dost dost.
Mescid-ü meyhânede hânede virânede,
Kâ’bede puthanade çağırırım dost dost.
Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ-u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ çağırırım dost dost.
Geldim cihâna garib, oldum güle andelib,
Her dem ciğerim tâlib çağırırım dost dost.
Yukadıdaki beyitte geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı
Allâhtır. (Oradan geldik. Anın için Hazreti Resul: “Hubb-ül vatan min-el îmân”,
“Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu: Yani Allâha muhabbet (sevgisi) îmandandır
demektir.
Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Aşk ile dâim uçup çağırırım dost dost..
Aradığım candadır canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir çağırırım dost dost.
Gâh düşerim mutlaka gâh asl geh mülhika,
Bakup kamûdan Hak-ka çağırırım dost dost.
Dolanmaz ol hâl-u hat minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz aslâ bu dert çağırırım dost dost.
Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.
Gökler gibi dönerim gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirim çağırırırm dost dost.
Ne yerdeyim, ne gökte, ne mürdeyim, ne zinde,
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost.
Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost.
Bu şiirin diğer kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)
_____________
Vezin
: Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Yakup aşk ödüne cânı meşâmın bûy-i tevhîd et,
Kamûya yek nazar birle şuhûdun rûy-i tevhîd et.
Tevhîdin üç mertebesi vardır: Tevhîd-i Ef’âl, Tevdîd-i Sıfât, Tevhîd-i Zât.
Bunlar urûc, yani yükselme makâmlarıdır.
Tevhîd-i Ef’âl: Hareket eden, sâkin olan, alan, veren Hak-tır.
Tevhîd-i Sıfât: Gören, ,işiden, söyleyen, murad eden Hak-tır.
Tevhîd-i Zât : Bu vücûd bizim değildir. Vücûd, Hak-kın vücûdudur.
Biz onun mazharıyız. Zâhir olan Hak-kın vücûdudur.
Şu mâhîler gibi kendini deryâdan cüdâ sanma,
İhâta eylemiş her yana bak sûy-u tevhîd et.
Şu mâhiler gibi demek, şu balıklar gibi kendini deryâdan uzak sanma. Çünkü bir
defa balıklar toplanıp aralarında konuşmuşlar ve demişler ki, işidiriz su
varmış, bu su nasıl şeydir? İçlerinde bunu bilen bulunmayınca, demişlerki, bir
büyük balık vardır bilse bilse o bilir, ona gidip soralım. Büyük balığa gidip
sordular. O da bunlara cevap olarak: “Sudan başka bir şeyi bana gösterin de ben
de size suyu göstereyim” der. Bu temsilde olduğu gibi Hak-kın vücûdundan başka
bir şey yoktur ki Hak-kın vücûdu görülsün.
Bizim zamanımızdan önce Mısır’da Ulemâ arasında bir anlaşmazlık vâki olmuş.
Ulemânın bir kısmı Hak bu âlemleri ilmiyle kaplamıştır, diğerleri, hayır Hak bu
âlemleri vücûduyla kaplamıştır. Sonra Ezher camiinde toplanıp bu meseleyi
çözmeğe karar vermişler ve hangi taraf haklı ise o tarafa uyalım demişler.
Bunların camide toplandıkları sırada zamanın Velîlerinden bir zat oraya gelmiş
ve toplanma sebebini sorup öğrenmek istemiştir. Onlar aralarındaki anlaşmazlığı
kendisine açıklayınca, buyurmuş ki : “Ey şaşkınlar Hak-kın ilmi zâtından
ayrımıdır? Âlemleri ilmiyle ihâta eden (kaplayan) zâtıyla edemezmi?”.
Salınma câh-ı taklide suûd arş-ı tahkîka,
Sana senden sefer eyle seni sen tûy-i tevhîd et.
Ey mahcup! (ey gerçekleri görmeyen, gözü perdeli) taklide düşme, tahkika çık,
sana senden sefer eyle. Sefer (yolculuk) beştir:
1 --- İlallâh ki, Tevhîdi ef’âl, Tevhîdi sıfât, Tevhîdi zât makamları.
2 --- Billâh ki, cem makâmıdır.
3 --- Fillâh ki Hazret-il cem makâmıdır.
4 --- Lillâh ki, Cem-ül cem makâmıdır.
5 --- Ma-allâh ki, Ahadiyyet makâmıdır.
Bu beş makâmdan üçü tenzilî
dahi olur. Bunlardan birincisi tabiattan ilmelyakîne sefer, ikincisi
ilmelyakînden aynelyakîne sefer, üçüncüsü de aynelyakînden Hak-kalyakîne
seferdir.
Bir defa düşünelim; Beni kim yarattı ? Babam. Babam da benim gibi bir mahluk.
Anam, anam da kezâ benim gibi bir mahluk. Şu halde benim bir Hâlikım vardır.
İşte bu düşünce ile tabiattan ilmelyakîne sefer edersin.
Sonra benim vücûdumda bir işidiş, bir görüş ve bir irâde, bir kudret var. Bunlar
benim Hâlikımda dahi var. Çünkü san’atta olan sâni’de (sanatkârda) olmazmı,
elbette olur. Velhâsıl bu mülâhaza ile ilmelyakînden aynelyakîne sefer edersin .
İşte bundan sonra vücûd da anın olduğunu düşününce, bu defa Aynelyakînden
Hak-kalyakîne sefer edersin. Hâsılı isti’dadı olan kimsenin hiçbir mürşide
ihtiyâcı yoktur. Eğer o kimsenin gecikmesi var ise o zaman bir Mürşidin tâlimine
muhtaçtır.
İzâfâtı bırak gözden açılsın dîde-i Hak-bîn,
Temâşâ-yı cemâl-i şâhid-i dilcûy-i tevhîd et.
Beyitte geçen izâfattan murad suver, yani sûretlerdir. Sûretleri bırakınca Aynel-Hak açılır.
Salât-ı ehl-i kurbun kıblesidir “Semm-e vech-ullâh”
Niyâzî durma dâim secde-i ebruy-i tevhîd et.
Şeyh Küşteri (K.S.) hazretlerinin namazda iken hatırına Arş, Kürsî vesâire gibi
şeyler gelirmiş. Acaba namazım doğru ve makbulmüdür diye düşünmüş. Ona
demişlerki, Ummân memleketinde bir zat var, o senin müşkülünü halleder. Oraya
gider ve o zata müşkülünü arzeder. O zat: “Kalbin Hak-ka secde ettimi ?” diye
sormuş. “Evet etti” deyince olvakit hatıra gelen şeylerin zararı yoktur. O
hatıra gelenleri de halkeden Hak-tır, çünkü yüzünü yere koymak ancak yüzün
secdesidir, kalbin secdesi değildir.
_____________
Vezin
: Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün
Can kuşun her zamân ezkârıdır vâridât,
Akl-u hayâlin heman efkârıdır vâridât.
İşidicek adını duydu cânım dadını,
Bildim ki âriflerin esrârıdır vâridât.
Sidk ile gönlüm sever görmeğe cânım iver,
Anın içün kim Hak-kın envârıdır vâridât.
Öl dürr-i yekdânenin kadri bilinmez anın,
Bu dil-i vîrânenin mi’mârıdır vâridât.
Yukarıdaki beyitte geçen “dürr-i yekdâne” den murad dürr-i yetimdir (Hazreti
Muhammed S.A.V. efendimizdir). Hazreti Peygambere Minede validesi hâmile kaldığı
gece Nisan ayının yirminci gecesi idi. Nisan ayının yirminci gecesi yağmur
yağarsa, inci çıkan deryâdaki sedefler ağızlarını açarlar. İşte herhangisi
ağzını kapayıp da karnına yağmur girerse o yağmur dâneleri donar birer dürr-i
yekdâne olan inci meydana gelir.
Gerçi kütüp çok yazar ilm-i ledünden haber,
Cümlesi bir bahçedir gülzârıdır vâridât.
Muhyeddin, Bedreddin ettiler ihyâ-yi din,
Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır vâridât.
____________
Vezin
: Mefâîlün mefâîlün feûlün
Serây-i din esâsıdır şerîat
Tarîk-i Hak hedâsıdır şerîat
Budur evvel kapu dergâh-ı Hak-kın
Ki yolun ibtidâsıdır şerîat
Dahi bununla hatm olur bu yollar
Bu râhın intihâsıdır şerîat
Sırat-ı müstakiyme davet eden
Münâdîler nidâsıdır şerîat.
Şeriat enbiyânın sünnetidir,
Kamûnun ihtidâsıdır şerîat.
Hüdâ’nın leyle-i Mi’râc içinde,
Habîbine atâsıdır şerîat.
Yirmiüç yıla dek Cebrâîlin
Ana vahy-i Hüdâ’sıdır şerîat.
Cihanda çoktur envâı ulûmun,
Kamûsunun hümâsıdır şerîat.
Şerîat Allahın beyânıdır. Şerîatı Cenâb-ı Hak yirmiüç yılda Cebraîl vasıtasıyla
Hazreti Peygamber efendimize (S.A.V.) vahi etti. Hazreti Muhammed Mustafa
(S.A.V.) altmışüç yaşında âhiret âlemine teşrif buyurdu.
Bu nefs-i kâfiri katletmek için
Hak-kın hükm-i kazâsıdır şerîat.
Cihâd-ı ekber eden ehl-i diller,
Kulûbunun safâsıdır şerîat.
Tarîkat kârbânının önünce,
Delil-ü muktedâsıdır şerîat.
Hakîkat gerçi Sultanlıktır ammâ,
Önünde anın livâsıdır şerîat.
Şerîattan velî yâd olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır şerîat.
Şerîatle durur arz-u semâvat
Bu bünyânın binâsıdır şerîat.
Ne bilisün şer’i pâki ehl-i ilhad
Ol a’dânın adâsıdır şerîat.
Şerîatsız ne tarîkat ne de hakîkat olur. Şerîata muhalif olan (karşıt olan)
tarîkat, hakîkata dahi muhaliftir (karşıttır), çünkü şerîat Allahın beyânıdır
(bildirisidir). İşte Mısrî efendi şerîatı böyle açık açık bildirmiştir.
Hemen anlar da aklınca sanır kim
Nizam için olasıdır şerîat.
Sakın cânâ sakın anlara uyup
Deme sen de nolasıdır şerîat.
Şerîatsız hakîkat oldu ilhad
Hakîkat nûr ziyâsıdır şerîat.
Ziyâ olmaz ise nûru da yok bil
Hakîkatla kıyasıdır şerîat.
Cihâna bir Velî hiç gelmez illâ,
Elinde anın âsâsıdır şerîat.
Dahî başında tâc-u şâl-u kisve
Hem egninde abâsıdır şerîat.
Hakîkat cânıdır ancak Velînin,
Canından mâdasıdır şerîat.
Çıkıcak can beden öldüğü gibi
Çıkıcak sır kalasıdır şerîat.
Karâr etmez beden olmayıcak can
Hakîkatın bekâsıdır şerîat.
Hakîkat dilber-i ra’nâ gibidir
Anın zerrîn libâsıdır şerîat.
Sakın soyma anı nâ mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır şerîat.
Hakîkat arş-ı âlâdır muhakkak
O Arşın üstüvâsıdır şerîat.
Cem-i Enbiyâ vü Evliyânın
Niyâzî rehnümâsıdır şerîat.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Sırr-ı Hak-kı nicesi fâş eyleyem ben ey sikât,
Kânı ancak remz ile etmiş
beyân ehl-i nikât.
Ey kendilerine güvenilen Zâhir ulemâsı ! Hak-kın sırrını ben nice izhâr edeyim
ki irfân ehli anı remizle yani işaretle beyân etmiştir.
Her ne denlü âşikâr etsem hafâsın artturur,
Ol iyân iken anı örter delâil beyyinât.
Hakkın sırlarını her ne türlü âşikâr etsem o gizliliğini arttırır. O iyân iken
yani apaçık görünmekte iken bu sûretler anı örterler, zirâ Hak-kın zuhûru
hicâbtır, örtülüdür. Ehli olmayana Hak-kın sırrını ifşâ etmek pek fenâdır,
elinin kesilmesine müstahak olur. Esasen şerîatta hırsızlık yapanın elinin
kesilmesi cezâsına çarptırıldığı gibi bu gibilerin de tevhîdden eli kesilir ve
tardedilir, yani tevhîdden kovulur.
Anı tevhîd eylemez illâ ki şirk ehli eder,
Vahdet-i Hak-kı duyanın dili lâldir aklı mât.
“Anı şirk ehli tevhîd eder”, yani gizli şirkte olan kimse Hak-kı tevhîd eder,
çünkü tevhîd şirkten (Allâha eş koşmaktan) gelir. Zikir gafletten gelir. Yoksa
ârif kimsenin şirki yoktur ki tevhîd etsin, gaflet dahi etmez ki zikretsin. Ârif
kimse esasen dâimâ zikirdedir. Bu sebepten anın hiç gafleti yoktur.
Her ne kim fevkal-ulâ taht-es-serâda vardurur,
Zât-ı vâhiddir veli göründü nice bin sıfat.
Arştan serâya (yeryüzüne) kadar her ne ki var zât-ı vâhiddir. Hazreti Muhammedin
(S.A.V.) mi’râcı arşta vakî oldu. Hazreti Yunus (A.S.) ise balık karnında iken
taht-ı serâda mi’râc etti. Bu miracların ikisi de birdir, zirâ her yerde olan
Zât-ı vâhiddir. Hatta Hazreti Muhammed (S.A.V.): “Benim mi’râcımı Yunus’un
mi’râcına tafdil etmeyin, yani üstün tutmayın” buyurdu.
Zâtı birdir lîk evsâfına gâyet yokdurur,
Gör bu fânusu ki anın şem’i oldu nûr-i zât.
Zâhir-ü bâtın kamusu bir fenerdir gayri yok,
Şem’i insân oldu fânusu cem-i mümkinât.
Ey Niyâzî Âdem oldu çün cihânın şu’lesi,
Bahş olur Âdem deminden âleme rûh-ul hayât.
Beyitte geçen “Evsâfına gâyet yoktur”, yani onun vasıflarına son yoktur. Çünkü
bütün âlemlerin mayası “Nûr-i Muhammedî” dir, hepsi Nûr-i Muhammedîden
yaradılmıştır. Mü’min ve kafir herkeste Nûr-i Muhammedî mevcuttur, hem de
müstekillen mevcûddur. Mü’min olanın âhireti o nûr ile tenevvür eder, yani
nurlanır, aydınlanır, kâfirin de dünyası tenevvür eder.
Hazreti Âdem önce bu Nûr-i Muhammedî mazharı oldu, sonra gelen evlâdı da o nûr
ile zâhir oldu. Bu sebepten Hazreti Âdem (A.S.) cesetler cihetiyle Hazreti
Muhammedin babası velâkin ruhlar cihetiyle de Hazreti Muhammed hazreti Âdemin
babasıdır.
Velhâsıl zâhir ve bâtın herşeyin mayası Nûr-i Muhammedîdir. Bu âlem bir fânus
olup içindeki mumu yani nûru Nûr-i Muhammedîdir.
_____________
Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Oldum çü mahv-ı mahz-ı zât, buldum vücûdumdan necât,
Ben içmişem âb-ı hayât, irmez bana hergiz memât.
Beyitte geçen “Çünkü mahv-ı mahz-ı zât oldum” demek , yani Hakla Hak oldum,
vücûdumdan vesâir vücûdlardan kurtuldum demektir. Bu sebepten ben asla ölmem.
Ben dost yolunda vârımı terkeyledim önden sona,
Küfr ile îmândan geçüp a’yânda bulmışâm sebât.
Ben dost yolunda vârımı terk ettim, küfür ve îmândan geçtim. Ayni Hak-ta sebat
buldum. Çünkü küfür ve imânda ikilik vardır. Mü’min, îmân olarak bunların
sayılmasıyla isneyniyet, yani ikilik olur.
Her kande baksam görünür gözlerime sırr-ı ezel,
Her şey ulaşup Hak-kına çıktı aradan kâinât.
Sırr-ı ezelden murâd, yani ezelin sırrından maksad eşyânın hakîkatıdır.
Dost ile ben dost olalı zevk ile işret bulalı,
Zayf-i mükerremdir bu can hep yediğim kand-ü nebât.
Halvetten ettim rihleti, kesrette buldum vahdeti,
Bâzarda düzdüm halveti rûz-u şebim îyd-ü Berât.
İkinci beyitte geçen “Zayf-i mükerrem” demek, yani bu canım Hak-ka misâfirdir.
Halvet ise dört duvar arasında edilen halvet değildir. Belki halvet, bu
sûretlerden halvet, bu sûretlerden halvet, yani “Fenâfillâh” oldum, ben artık
sûret görmem, Hak görürüm. O zaman gündüzüm bayram, gecem de Berat gecesidir. Bu
bahrı Mısrî efendinin Hak-la olup, Hak-kın lisânından söylemiş olmasıdır.
Gördüm bu âlemler kamû benim vücûdumla dolu,
Bir olmuş uçmağ ve Tamû cümle bana olmuş sıfât.
Her ne yana kim eğilem ol yane her şey eğilür,
Olmuş Niyâzî hep senin sâyelerin sitt-i cihât.
Mısri Divan 17
______________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Gir semâ’a zikr ile gel yana yana Hû deyu,
İr safâ-yı aşkı- Hak-ka yana yana Hû deyu.
Halka olup zikrederler, devrân ederler, ilahi okurlar, buna semâ tabir olunur.
(Sünbülîler ayakta halka olup zikrederlerdi)
Hep erenler Hû ile kaldırırlar can perdesin,
Açtılar gözlerin anda yane yane Hû deyu.
“Hû” Ahadiyyet-ül-ayn’a işârettir. “Allah” Ahadiyyet-ül-kesret’e işârettir. Çünkü Ulûhiyyet mertebesi bütün ilmî ve dış kesretleri şâmil ve müstağrak
olan Ulûhiyyet mertebesidir, yani “Allah” ismi ve Ulûhiyyet mertebesi sâhibi,
gerek Allahın ilminde olan kesret-i ilmiyyeyi ve gerek hâriçte olan kesretleri,
yani bütün mevcûdat ve mahlûhat-ı dünyeviyye ve uhreviyye esmâ ve sıfatları,
velhâsıl her ne kesret var ise cümlesini muhît ve müstağraktır.
Hû yani Hüviyyet gayb-ı mutlak zât-ı baht-ı kesretten sarf-ı nazar
“Ahadiyyet-il-ayn” makâmıdır, bundan daha yüksek mertebe yoktur. Yani Ulûhiyyet
bütün ilahî mertebeleri muhît ve müstağraktır, velâkin Ulûhiyyet mertebesinde
Hüviyyet mertebesi altında münderictir. Ulûhiyyet mertebesi sahibi bütün
âlemlerde mütesarrıftır, yani âlemlerde tasarruf eden Ulûhiyyet mertebesi
sahibidir. Halbuki Hüviyyet mertebesinde tasarruf yoktur, zevk yoktur.
Gördüler Hû kaplamış hep Onsekizbin âlemi,
Feyz alırlar cümle Hû’dan yane yane Hû deyu.
Anınçün Kâmiller Ahadiyyet-ül ayni telkin etmezler. Telkin ettikleri
Ahadiyyet-il-kesrettir, çünkü Ahadiyyet-ül-ayn’da zevk ve şevk yoktur, zevk
Ahadiyyet-il-kesrettedir.
Zât-ı Hak-kı buldular, buluştular Hû ile,
Dost göründü her taraftan yane yane Hû deyu.
Hazreti Resûle sordular: “Yâ Muhammed senin davet ettiğin İlâh nicedir?” O zaman
işte İhlâs sûresi nâzil oldu. “Kul hu-vallâh-ü ahad Allâh-üs-samed lem yelid ve
lem yûled velem yekün le-hû küfüven ahad” “Yâ Muhammed, de ki : “Allâh bir
tektir. Allâh herbir şey kendisinin, her dileğin mercii ve maksûdu olan büyük
varlıktır. O Allâh doğurmadı ve doğurulmadı. Ve Ona bir küfüv (eş) olmadı”.
Yani, “Yâ Muhammed, sen Hû de”. Hû yani Hüviyyet mertebesi sâhibi Allâh
Ulûhiyyet mertebesi ahaddir, yani birdir. Onsekizbin âlemi kaplayan Allâhtır,
yani mertebe-i Ulûhiyyettir. Lâkin Ulûhiyyet, Hüviyyette münderiçtir. Her ne
kadar iki görülse de gerek Ulûhiyyet mertebesi ve gerek Hüviyyet mertebesi ayrı
ayrı zannolunursa da birdir, çünkü Ulûhiyyet Hüviyyette münderiçtir.
Mısrî efendi bu itibarla Onsekizbin âlemi Hüviyyet mertebesi kaplamıştır
buyurdu. Bir kimsenin üç kere Hû dese Hû olur dedikleri bunun içindir. O kimse
önce bir kere hâriçte olan kesrette, yani dünyâ ve âhiret ne kadar mevcûdat ve
mahlûkat ve malûmat ve isimler, sıfatlar var ise makâmdan (yani sahip olduğu
makâmdan) Hû der. Sonra bir kere de İlâhî ilimde olan ilmî kesretlere Hû der. En
sonunda bir kere de ikisine de Hû der, Hû olur.
Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar,
“Künt-ü kenz” in haznesinden yana yana Hû deyu.
__________
Vezin: Müstef’ilün müsstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bir şehere erişti yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.
Bir hoş güzel yapısı var otuziki kapısı var,
Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamû.
Âb-u havâsı mu’tedil giren çıkamaz ay-ü yıl,
Dağları lâle ak kızıl bağlar gül-i handan kamû.
“Bir şehere erişti yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.”
Beyitte geçen şehirden murad “Semsem vâdisi” dir.Cenâb-ı Hak Beyti şerîfin
toprağından Âdem (A.S.) mın balçığı yapıldığı vakit fazlasını Kürsî cinân
(cennetler) çevresine serpti. İşte Semsem vadisi andan yaratıldı, çünkü Semsem
Âdemin balçığından arta kalana derler. O şehrin büyüklüğüne nisbetle cennetler
bir hardal tanesi kadardır. Cennet ehli zevk ve tenezzühe istek duydukları vakit
oraya çıkarlar ve sonra tekrar cennete dönerler. Aynı burada da gezinti için
halkın çiftliklere çıktıkları gibi. Lâkin Ârifler dünyâ ve âhirette istedikleri
zaman rü’yada veyahut münselih olarak, yani varlıklarından soyunup o şehre
giderler, kapısında karşılanırlar, elbiselerini çıkarırlar ve o şehrin kendine
has elbisesini giyip içeriye girerler.
O Velî veya Ârif kişi hangi makâmda ise, altından ağaçlar ve üzerindeki altın
meyveler, o Ârifin makâmından konuşup tesbih ederler ve herhangi bir ağaca baksa
kendi sûretini görür. İşte orada böylece zevklenirler ve nimetlenirler. Çıkarken
şehrin kapısında oranın elbisesini bırakır ve yine kendi elbisesini giyer.
Oraya giren kimsenin tevhîddeki makâmı; Cem, Hazret-il Cem, Cem-ül Cem ve
Ahadiyyet makâmından aşağı olmamalı. Cem makâmından aşağı olursa o şehre
giremez. İşte bu Semsem vâdisine “Hakîkat şehri” denilir, Kürsî üstündedir,
yeryüzünde değildir. Yreyüzünde olan “Cennet-il-Velâyet” dir (Velîlik cenneti).
Bunu daha önce anlattık.
İşte bu şehre giren bir daha ölmez. “Mutû kabl-e en temutû”, yani “Ölmezden önce
-ihtiyarî olarak - ölünüz” hadisi gereğince tabiatiyle bu sırra mazhar olan bir
daha ölür mü? Ölmez, o daima uyuklar gibi bir halde bulunur. İşte tevhîd ehlinin
ölümü budur. Halbuki o hep diridir, çünkü muvahhid, yani tevhîd ehli ölmez.
İhtiyarî ölümle ölen bir kimse bir daha ölür mü, ölmez.
“ Bülbülleri nalân eder cân-u dili hayrân eder,
Bahçeleri seyrân eder her köşede hûbân kamû.
Eşçârda sazlar çalınır dallarda meyve salınur,
Sen sunmadan ol bulunur her emrine fermân kamû”
“Eşçârda sazlar çalınr” demek, işte anlattık. Ağaçlar oraya giren Ârifin
makâmından tehlil-ü tesbih (Kelime-i tevhîd ve ismi- celâl ile zikir) ederler. O
ârif kimseye ikramen ağaçların meyveleri kevn, yani kainât büyüklüğündedir.
Arzu ettiğin vakit o meyva sana gelirken ufala ufala ağzına gelir; tam yenilecek
kadar küçülür ve kendiliğinden ağzına girer, o meyvaları hiç el ile tutmazsın.
Kim Selsebil’den nûş eder rahik anı bihûş eder,
Tesnîm ebed sarhoş eder olur içen mestân kamû.
Semsem vâdisinin üç ırmağı vardır: Selsebil, rahik, tesnîm’dir.
Bu dediğim Cennet değil anlara ol minnet değil,
Bunun sefâsı zevkine ehl-i cinân hayrân kamû.
Şehr-i hakîkattır adı, Hak sırrını bunda kurdu,
O sırra vâkıf olanı, Hak eyledi mihman kamû.
Olmaz anlarada hiç fesad buğz-u hased kibr-ü inad,
Cümle bilir yok asla yâd birbirine ihvân kamû.
Özleri canlaradan aziz sözleri ballardan leziz,
Yok anda sen, ben, siz ve biz birlik ile yeksân kamû.
Ol şehre Mürsel gelmedi, anları dâvet kılmadı,
Anlar yolu yanılmadı evsafları Kur’ân kamû.”
“O şehre Mürsel gelmedi”, yani o hakîkat şehrine Resûl
gelmedi zirâ, orası dâr-ı teklif, bir teklif yeri değildir.
Hak mezhebi mezheberi, deryâ-yı zât meşrebleri,
Hâsıl kamû matlebleri, kadr içredir her an kamû.
Yoktur onlardan ihtilaf günden iyândır bî hilâf,
Her işleri Hak-ka muzâf ruh eylemiş Yezdân kamû”
O hakîkat şehrine girenlerin mezhebi Hak mezhebidir, anlarda anlaşmazlık yoktur.
Çünkü hakîkat ehlinde anlaşmazlık olmaz , biri burada, diğeri başka bir yerde
olsa, birbirleriyle mülakat ettikleri gibi anlaşırlar, aralarında anlaşmazlık
olmaz.
Terk eylemişler kâl-u kil lâl olmuş anlara bu dil,
Her halleri Hak-ka delil hep mazhar-ı Rahmân kamû.
Fakat amâl mezhebleri arasında anlaşmazlık çoktur. İmâm-ı Azam bir türlü der,
İmâm-ı Şafiî başka türlü der, İmâm-ı Malikî de bir başka türlü der. Velhâsıl
birbirlerinin aksine belki kırk mezheb, hatta birbirleriyle anlaşamayan daha
ziyâde bile mezheb vardır. Halbuki hakîkat ehlinin mezhebi yalnız bir türlüdür,
aralarında hiç anlaşmazlık yoktur. Onlar her işlerini Hak-ka tafviz , yani
Hak-ka havale etmişlerdir. Ârifin her hareket ve sekenâtı Hak-ka delildir. Zirâ
kendileri Rahmânın mazharıdırlar.
Gerçi sana bakıp gözü, sohbet eder söyler sözü,
Lâkin Hak-kı bulmuş özü, söyleştiği Furkân kamû.
Dünyâya anlar gelmedi, geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları görmedi,anda olar pinhân kamû.
“Düyaya anlar gelmedi”, evet Ahadiyet-üs-seyr olanlar, yani vahdet zevkiyle
Hak-ka ulaşanlar hiç dünyâya gelmedi demektir. Onları dünyâda görürsün velâkin
onlar çocukluğundan Hak-ladır. O gibi kimse şimdi dünyâda olur mu? Olmaz, geldi
ise de eğlenmedi.
“Şeytan onları görmedi”, yani bir takımı vakıa geldi ve bir takımı fena olan
fiillerde bulundu, sonra tevbe etti, tevhîd yoluna girip daimî zikir sahibi
oldu.Zirâ dâimi zikir sahibinden şeytân bir mil mesâfeden uzak durur. Bu mesâfe
Dörtbin adımdan fazla olup, daha yakından yaklaşamaz. Bir takımı da muvahhid
velâkin dâimî zikirde değil kalbi gâfil. İşte o takım kimseye şeytan Cem
makâmına kadar musallat olur. O kimse Cem makâmına ayak basınca çekilir.İşte
dünyaya gelip de eğlenmeyen ve şeytânın kendilerini görmedikleri kimseler
bunlardır.
Ana girerse bir kişi gider gönülden teşvişi,
Başına bu devlet kuşu konan olur Sultan kamû.
Hemen ki ol şehre gelür her korkudan azâd olur,
Yollarda billerde kahr div-u peri şeytân kamü.
Dâr-ül emândır ol şehir lâkin girer yüzbinde bir,
Sanma ana dâhil olur hûr-u melek rıdvân kamü.
Kim ki o şehri özledi erenler izin izledi,
Adâb-ı Hak-kı gözledi irşâd eder Pîran kamû.
Ehlini bul ol illerin sarpın geçersin billerin,
Yırtar yalnız gideni kurd-u peleng arslan kamû.
Beyitte geçen kurt ve arslandan murad, nefis ve şeytândır.Mürşid-i Kâmili
bulmadan o hakikat şehline gidilmez. Öyle kitap okumak ve yalnız sohbet
dinlemekle de olmaz, behemahal Kâmile biyat lâzımdır.
Ehline anlar bellidür zirâ bilür bir ellidir,
Her birisi ahsen sıfat her müşküle bürhân kamû.
Gir Enbiyânın silkine bin bu vücûdun fülküne,
Kahreyle nefsin askerin gark eylesün tûfan kamû.
Var “Semm-e vech-ullâh” ı bul tâ görüne sana bu yol,
Senden sana eyle sefer kim idesin seyrân kamû.
Candan riyâzat-ı teap çeksin anı edüp taleb,
Olur riyâzat sonu derdlerine dermân kamû.
“Candan riyâzat teap” demek (teap: yorgunluk), burada riyâzat akıldır. Akıl üç
kısımdır: Akl-ı maâş, Akl-ı maâd, Akl-ı kâmildir.
Akl-ı maâş sâhibi, aklını dünyaya fazlasıyla sarfedendir. Akl-ı maâd sâhibi,
aklını âhirete fazlasıyle sarfedendir ve kendisinde âhiret fikri galip olandır.
Akl-ı kâmil sâhibi ise kendisinde Hak fikri galip, yani fazla olan ve sarfeden
bir kimsedir.
Çek sinene dağ üzre dağ şol hasta gönlün ola sağ,
Şâyed ola dağ üstü bâğ yâdlar ola yârân kamû.
Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim,
Bundan inüp döküldüler bu tenlere her cân kamû.
Gel tende koma cânını a’lâya çık bul kânını,
Lâyık mıdır insâna kim yeri ola zındân kamû.
Tut bu Niyâzî’nin sözün bunda aça gör gözün,
Birgün gidersin ansızın görmez seni giryân kamû.
Var ol hakîkat şehrine ir anda Hak-kın sırrına,
Dolsun senin de gönlüne deryâ olup irfân kamû.
__________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Nevbahar erişti bi-dâr olayım şimden gerû,
Andelip-i bağ-ı gülzâr olayım şimden gerû.
“Dünya vü ukba hevâsından geçüp abdâl veş,
Kâşif-i cilbend-i esrâr olayım şimden gerû”.
Birinci beyitte geçen bahardan murad edilen ilahi vücûddur. İkinci beyitte geçen
“Abdâlveş” şunlara derler: Üçyüzler vardır, herbiri bir Nebi, yani peygamber
meşrebindendir. Bunlar Üçyüzonüç ricaldir. Kırklar vardır, yediler vardır.
Üçyüzlerin Kırkı Âdem (A.S.) meşrebinde, yani yaradılışındadır.İşte bu kırk
kişiye Abdâl tabir olunur. Üçyüzlerin Yetmişi Nuh (A.S.) meşrebindendir,bunlara
da Nakibler tabir olunur.Bunlardan yedisi Resûlüllah (S.A.V.) ın
meşrebindedir.Bu Yedilerden Dördüne Evtâd, ikisine İmamân ve birine de “Gavs”
tabir olunur.
Çaluben Mansûr gibi tabl-ı “Enel-Hak” nevbetin,
Gireyim meydâna berdâr olayım şimden gerû.
Mısrî hazretlerinin Mansûr gibi “Enel-Hak” diyerek meydana girip berdâr olayım
demesi, ihtiyâri ölğmle ölmeğe işarettir. Çünkü Mansûr “Ene =ben” demekle
vücûdunda Hak-kı kayıd ettiğinden Kur’ânın âyetleri, onun katline hükmetti, Hak
kayıddan münezzehtir.
Dügeli dâr-u diyârın raht-u bahtın terk edüp,
İbn-i Edhem gibi deyyâr olayım şimden gerû.
Dolanayım Hızır-veş âlem gözünden bir zamân,
Mutlak olup sırr-ı settâr olayım şimden gerû.
Dolanayım ten zemininde karar edüp kalam,
Çıkayım göklere devvâr olayım şimden gerû.
Bu izâfât-ı kuyûdât illerin edüp harâb,
Lâmekân ilinde seyyâr olayım şimden gerû.
Mürg-i cânıbu kafaesten uçurup şâd edeyim,
Ol adem şehrine tayyâr olayım şimden gerû.
“Bir beden kaldı bana mensûb olan bunda hemân,
Yoğ edüp anı dahî var olayım şimden gerû.
“Bunda bana bir beden kaldı, onu da yok edip var olayım” diyor Niyâzî
hazretleri, çünkü sâlik efâlini Hak-da fenâ eder, sıfatlarını fenâ eder, zâtını
fenâ eder. Sonra Cem makâmında önce Hak-kın zâtını giyer, Hazret-il Cemde
Hak-kın sıfatlarını giyer, Cem-ül Cem makâmında Hak-kın ef’âlini giyer, var
olur. Zirâ “Vâriyet” Hak-kındır. Hak-kın vâriyeti ile ancak insan var olur, yani
vâriyetin Hak-kın olduğuna vâkıf olur demektir. Bu sebepten de Niyâzî: “Kalmasın
varlıkta Mısrînin vücûdu zerrece” diyerek şiirine son vermektedir.
Kalmasın varlıkta Mısrî’nin vücûdu zerrece,
Kurtulayım vasl-ı dildâr olayım şimden gerû.
_________
Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlün fâilâtün
Can yine bülbül oldu hâr açılıp gül oldu,
Göz kulak oldu her yer her ne ki vâr ol oldu.
Oynadı çün nâr-ı aşk kaynadı ebhâr-ı aşk,
Her yaneye çağlayup aktı gözüm sel oldu.
Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı,
Girdim anın zikrine azâlarım dil oldu.
Ferhad bugün ben oldum vartlık dağını deldim,
Şirin’ime varmaya her cânibim yol oldu.
Geç ak ile karadan halkı bırak aradan,
Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).
___________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,
Her kemâl ehli, kapusunda anın ednâ kulu.
Okları kavs-i kazânın kuvvetince yol alur,
Putesine kalb-i Sultandan geçer okun yolu.
Çün mukaddem “Fakr-i fahri” dedi Sultân-ı Rüsûl,
Yâ aceb mi fahr-i zillî diye bu âhir veli.
Karha terha iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,
Taht-ı ikdâm-ı erâzil Arş-ı Rahmân menzili.
Ârifin bir himmeti var ana Arş olmaz makâm,
Sidre vü Tûbâ gözetmez kâmilin cân-u dili.
Âkilin mizân-ı aklı mâverâsın almadı
Âşıkın âkiller içre adı mülhid ya deli.
Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kaza,
Katre katre kıldı zâtını anın aşk yeli.
“Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,
Her kemâl ehli, kapusunda anın ednâ kulu.”
Hazreti Resûlün yolu kıldan ince kılıçtan keskindir. Her kemâl ehli anın
kapısında ednâ bir kuldur. Mısır’da Ehlullâhın ileri gelenlerinden İbrahim
Hanifî hazretleri vardı. İbni Fârız’dan sonra yaşamıştır. Bu zâta sordular: İbni
Fârız sizin zamanınızda yaşasa idi size tâbi olur muydu? Cevâben: “Evet, benim
kapımda olurdu”. Bir defâsında Hazreti Resûl, Ömer (R.A.) in ansızın evine
girdi, çünkü akrabalığı vardı,olmasa da Hareti Resûl’e perde yoktu, o cümlenin
babasıdır. Hazreti ömer’in bir kitap okuduğunu gördü ve Hazreti Ömer okuduğu
kitabın Tevrat olduğunu söyledi. O zaman: “Şayet Mûsâ hayatta olsaydı bana tâbî
olurdu yâ Ömer” buyurarak Ömer’i, Hazreti Resûl ikaz ettiler. İbrahim Hanifî’nin
sözü de bunun gibidir, çünkü o zamanın Ehlullâhı İbrahim Hanifî idi, bütün kibar
Velîler ana tâbi idiler, yoksa İbn-i Fârız’ın kemâli andan ziyâde idi.
“Çün mukaddem fakr-i fahri dedi Sultân-ı Rüsûl,”
Hazreti Resûl “Elfakr-ı fahrî” buyurdu, yani “fakirlik benim iftihârımdır”
dedi.Ama bu mal fakirliği değilidir, fakr-ı hakîkidir. Fakr-ı sûri değildir,
yani vâriyeti yok olan, ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ka verendir. Bunlar
esasen Hak-kındır, işte bunların Hak-kın olduğuna vâkıf olan kimseler fakr-ı
hakîki sahibidirler.
Karha terha iki deryâ Mecma-il-Bahreyn olan”
Karha kırıntı demektir, sofrada kalan ekmeğin en ufak parçası, terha da bezin en
ince parçasıdır. Mecma-il-Bahreyn zâhir olarak Akdenizle Nil nehrinin
karıştıkları Reşid İskelesi’dir. Çünkü Mûsâ hazretleri Hızır (A.S.)ile orada
buluştular. Birlikte yanlarında bulundurdukları pişmiş balık orada kayboldu.
Balığın biri yanı kızarmıştı. Hakîkatta Mecma-il-Bahreyn, Bahr-ı Vücûb ile
Bahr-ı İmkân arasında bir berzâhtır. Hatta Mecma-il-Bahreyn’in resmini pergelle
çizerler, ortadaki çap çizgisi berzahtır. İki kavis ortasından geçen çap
çizgisinin bir yanına “Kavs-i vücûb”, diğer yanına “Kavs-i İmkân” yazarlar.
Kavs-i Vücûb “Fâtihâ-i Şerîfe” nin ortasına kadar olan âyetler, diğer yanı da
sonuna kadar olan âyetlerdir.
“Âkilin mîzân-ı aklı mâverâsın almadı”
Aklî ilim bilginlerinin akıl mizânı, akıllarının kavrayamadıklarını alamazlar.Bu
ilimler meselâ mantık, edebiyât ve bunlara benzer akliyâta dâir ilimler olup,
bunlar İlâhî ilimleri öğrenmek için birer âlet, yani onlara âşinâ olmağa birer
basamaktır.
Asıl ilim üç kısımdır : Şerîat ilmi, Tarîkat ilmi, Hakîkat ilmidir. Şu halde
aklî ilimleri öğrenmek demek, bir nevi acemilikten ustalığa geçmek demektir.
İlâhî ilimler aklî ilimler sâhibi âşıklar arasında bulunsalar, âşıkların
sözlerini kavrayamadıklarından onlara ya mülhid, yani bozuk veya deli divâne
derler.
“Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kazâ”
Zerre zerre demek, önce o kimse Hak-ta ef’âlini fenâ eder, sonra sıfatını fenâ
eder, en sonunda da zâtını fenâ, yani yok eder demektir.
Mısri Divan 18
_____________
Vezin:Mef’ûlü mefâîlün
mef’ûlü mefâîlün
Dost illerinden menzili ki âli göründü,
Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü.
Tûtilere sükker bağının zevki erişti,
Bülbüllere cânân gülünün dâli göründü.
Mecnûn gibi sahralara ağlayı gezerken,
Leylâ dağının lâlesinin âli göründü.
Ten Yakûbunun gözleri açılsa aceb mi,
Can Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü.
Hazreti Yakûb (A.S.) oğlu Yûsuf için ağlardı. Yollar başında oturup gelen ve
gidene “Yûsuf’u gördün mü, Yûsuf’tan haber var mı?” diye sorardı. Sonra diğer
evlatları babalarına: “Ey baba, Allâh’a kasem ederiz ki, sen bu halin ile ya
ölüp gideceksin, veyahut da sana cismen bir zarar gelecektir." Sonra Hazreti
Yakûb âyeti kerimede bildirildiği üzere: “Benim şikayetim Hak-kadır, her ne
kadar siz gelip gidenlere şikâyet ederim sanıyorsanız, sizin bilmediğinizi ben
bilirim, ben Nebîyim.”
İşte Hazreti Yûsuf’a ağlamaktan Hazreti Yakûb (A.S.) mın gözlerine bir ince
perde geldi, velakin yine görürdü. Kör oldu dedkleri yalandır. Çünkü Nebîler
dâvete engel olacak ve halkın kendisinden nefret edilecek illet ve
hastalıklardan masun ve mahfuzdurlar. Öyle nefret verici, bulaşıcı hastalık ve
körlük gibi ârızalar Enbiyâ’da olmaz.
Kâl ehlinin ahvâlini terk eyle Niyâzî,
Şimden gerû hâl ehlinin ahvâli göründü.
Kâl ehli şunlardır: Sözleri âyet veyahut hadise yakın olmayan sözleri
söyleyenlerdir. Çünkü âyet ve hadîse yakın olan söz, o sözü söyleyenin
değilidir, bu sözler ya Hak-kın veyahut Hazareti Resûlündür. O sözlere imân
etmeyen kâfir olur.
Meselâ zâhir ulemâsı âyet ve hadîsle teyid edilmiş bir söz söylerse, o söz zaten
onun değildir, âyet ve hadîs şerîfi söylüyor demektir. Şâyet kendi düşüncesinin
mahsülü olarak söylediği ise, o söz kabul olmaz. Hatta İmâm-ı Âzam Ebu Hanife
buyurmuştur: “Vesayâsındaki bir sözüm ki, yanında âyet ve hadîsle görüle, o
benimdir kabul edin. Velâkin âyet ve hadîs yanında olmayarak görülen söz benim
değildir, kabul etmeyin.”
İşte kâl ehlinin sözü âyet ve hadisle teyid edilmiş olmalı, kendi istidat ve
düşüncesinin mahsulü olmamalıdır. Çünkü kâl ehlinin sözü, hâl ehlinin sözü gibi
zevkî değildir, yani manevî bir zevkle söylenmemişti
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâilün feûlün
Çün sana gönlüm mübtelâ düştü,
Derd-ü gam bana âşinâ düştü.
Zühd-ü takvâya yâr idim evvel,
Aşkla benden hep cüdâ düştü.
Vâiz eder gel aşkı terk eyle,
Nideyim sabrım bî-vefâ düştü.
Nice terk etsin aşkı şol âşık,
Ana karşu sen meh-likâ düştü.
Vechini görsem dağılır aklım,
Zülfün ona çün muktedâ düştü.
“Ol zühd-ü takvâ benimle yâr idi, aşkla bunlar hep uzak oldu.”, öyle ya dâimî
zikirde iken , yani Mabûdu ile dâima huzurda iken zühd ve takvâ ne lazım. Zühd
ve takvâ mahcup işidir, âvâm halidir. Hak-kı bulan kendi yok olur, çünkü vücûd
zaten Hak-kın vücûdudur. İşte insan bu hususa vâkıf olunca Hak-ka vâsıl olur.
Kim seni buldu kendi yok oldu,
Vaslına ey dost can bahâ düştü.
Aşka, uşşâkın dâvet etmişsin,
Can kulağına ol sadâ düştü.
Cenâb-ı Hak âşıkları “Vemâ halaktel cinn-e vel-ins-e illâ liyâ’budûn”, “Biz cin
ve insanları bize ibadet etsinler diye yarattık”, âyeti kerimesiyle aşka dâvet
etti. Bu âyeti kerimenin tefsîrinde İbn-i Abbas (R.A.) der ki: “İbâdet nedir yâ
Resûlullah” diye sahâbeler sordular. Hazreti Resûl: “Eyyi li-yuvahhidûn-e eyyi
liya’rifûnehû” diye tefsîr buyurdular, yani “Ben ins ve cinni ancak beni tevhîd
etmek ve beni bilmeleri için yarattım” demek istemişlerdir.
Bu Niyâzî’nin hiç vücûdunda,
Zerre komadı hep bekâ düştü.
Mısri Divan 19
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilün
Yâ İlâhî sana senden el’ıyâz,
Sensin âhir cümlemize müsteâz.
Derd senin dermân senindir şüphe yok,
Derdli kullara yine sensin melâz.
Cem-i farkı eylegil meşhûdumuz,
Cem-ul cem inden bize ver iltizâz.
Zevk-i küllî pâdişâhım oldürür,
Bize tevhîdin ola dâim me’âz.
Bu Niyâzî bendeni etme garîb,
Eyle gel tevhîd-i sırfda onu şâz.
Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd Efendi)
_________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün fâilün
Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder vâiz,
Okur açmış kitâbını bu halkı ağladır vâiz.
İki bölmüş cihân halkın birini cennete salmış,
Eliyle kürsüden birin Tamû’ya sarkıdır vâiz.
Çıkar ağzından ateşler yakar şeytân-ı mel’ûnu,
Sanasın yedi Tamûnun azâbı kendidir vâiz.
Tamûya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer,
Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir vâiz.
Yaraşur va’z ana hakkâ ki yanar yakılur her dem,
Niyâzî’nin hemen ancak cihanda adıdır vâiz.
Zâhir üzre takrir olundu (Hacı Maksûd Efendi)
__________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfândan garaz.
Pîr (Mürşid) den garaz, yani maksat sen seni bilmektir. Çünkü şeytan seni kendi
yoluna rağbet göstermeni ister. Anın için Mürşid lâzımdır. Mürşidsiz olmaz.
“Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfândan garaz”
Yukarıdaki ikinci beyitte geçen ilim ve irfandan maksad da noktayı anlamaktır.
Bir keresinde Eshâb-ı Kirâm Hazreti Ali (K.V.) ye sordular:
“Yâ Emiril Mü’minîn, ilim nedir?”. Cevâbında buyurdular: “İlâhî kitaplarda olan
Kur’ân’da, Kur’ân’da olan Fâtihâ-i şerîfede, Fâtihâ-i şerîfede olan Besmele’de,
Besmele’de olan “ba” da (be harfinde), “ba” da olan altındaki noktada vardır.
“Ve ene li-noktatülletî taht-el bâ” yani “Ba’nın altında olan nokta benim.” Ve
ilave ettiler “El-ilm-ü noktatün kesrehel câhilün”, yani “İlim bir noktadır,
câhiller anı çoğalttı”.
Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.
Öyle ya ilim bir noktadır. Bu tafsilât hep o noktayı anlatmak içindir. Bu kadar
Peygamber, bu kadar kitap ve bu kadar Verese, yani Hazreti Resûlün vârisleri,
hep anı, noktayı bildirmek içindir.
Sâni-i gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendüyü göstermek içündür o san’attan garaz.
Ey Tevhîd-i Ef’âl sâliki, Sâni-i gör, yani Hak-kı gör günde yüz bin çeşit sanat
gösterir. O sanattan garaz, yani maksad amaç kendisini göstermek ve bildirmek
içindir. Hâdis-i şerîfte: “Künt-ü kenzen mahfiyyen feahbebt-ü u’ref-e
fe-halakt-ül halk-a li-u’ref”, yani “Görünen sûret ve bilinen şeylerle zâhir
idim, diledim ki bilineyim. Bu bilinen şeyleri ve mevcûdatı yarattım.”
Buyurulmuştur.
Hep celâlin perdesidir küfr-ü isyândan murad,
Bahr-ı vücûdun katresidir fazl-u rahmetten garaz.
Nefsini bilen irermiş bir tükenmez devlete,
“Fakr-ı fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.
“Fakr-ı fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.”
Hak-kın celâli bâtın, cemâli zâhirdir. Nâs, yani insanlar fakirdir. Çünkü
Cenâb-ı Hak: “Yâeyyühennâsü entüm-ül fukarâ-u ilallâh val-lâhü hüv-el ganiy-yül
hamîd” yani “Ey insanlar, sizler fakirsiniz, Allâhınız zengindir ve ona hamd
ediniz” buyurmuştur. (Fâtır Sûresi, Âyet 15)
Zira fiiller Hak-kın, sıfatlar Hak-kın vücûd Hak-kın olunca, tabii insanlar
fakirdir. (Devlet ve zenginlik ancak Hak-kındır). İşte Mısrî efendinin son
beyitte “Fakr-ı fahrîdir o devletten garaz” buyurduğu budur.
___________
Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Eyâ Deccâl Hak-kın takdîri bil hergiz bozulmaz,
Ezel levhindeki yazı silinmez hem yuyulmaz.
“El mukadder lâ yugayyer”, yani “Takdîr bozulmaz”. Takdîr şudur: Her fiilin
icâdına taalluk eden, yani her işin meydana getirilip yapılmasına sebep Allâhın
kudretidir. İkinci beyitte geçen “Ezel levhi” ise “Kazâ” demektir. Kazâ, allâhın
en önce malumatla tecellîsine “Kazâ” denilir. Sonra bu âlemde herkes için kazâda
olan fiilerin icâdına sebeb olan Allâhın kudretine “Kader” denilir. İşte bu kazâ
ve kader ne bozulur, ne silinir.
Ne denlü sâ’y edersen et sonunda hep hebâdır,
Çamurdur havzının içibulandıkça durulmaz.
Ne kadar çalışırsan çalış, çalışman boşunadır. Çünkü kazâ ve kader hakkında
senin havuzun (içindeki suların) bulanıktır,bu sebepten kazâ ve kaderi
bilemezsin. Esasen kimse de bilmez ve bilmeğe çalışanları Cenâb-ı Hak
menetmiştir.
Gönül durulmadıkça âlem-i gaybin şemûsu,
İçini eylemez aydın karagûsu sürülmez.
Şumus demek güneşlerdir ve bundan murad edilen de Allâhın tecellîleridir.
Ne denlü gayriyi ağlatsa bir kimse anı da ,
Mukallib ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez.
Durur kendisi yok gibi işin işler hafâda,
Alan veren odur, kendisi mahfîdir görülmez.
Hak görülmez, ama baş gözüyle görülmez, yani bâtın gözü kör olan Hak-kı görmez.
Ancak Hak zâhirdir, yani görülmektedir. Ruhu saf ve basîret gözü (gönül gözü)
açık olan Ârifler Hak-tan başka bir şey görmezler, çünkü vücûd, Hak-kın vücûdu
değil midir? Bu makâmda “İbn-i Fâriz” hazretleri Kaside-i Tâiyesinde: “beda
bil-ihticâb ve ihtifâ-i bi-mezâhir”, yani “Hicabla zâhir oldu (örtüleriyle
göründü), mazharlarla (görünenlerle) gizlendi” buyurmuştur.
Neam zâhir dürür gözlülere, âmâya mahfî,
Anı zâhir gören işini bozmağa yorulmaz.
Anın için mahcub olan (Tevhîd ehli olmayan) görmez, onu ancak hicâbı (gaflet
örtülerini) kaldıran görür. Hak-kı zâhir gören Ârifler, anın işini bozmağa
çabalayıp yorulmazlar.
“Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam dime hiç,
Hak-kın sırrı emîn olmayana bil kim denilmez.”
Zerâfetle, nezâketle sakın Mısrî’den haber alacağını sanma, alınmaz. Çünkü
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde: “inna-llâhe ye’mürüküm en tüedd-ül emanât-ı ilâ
ehlihâ”, “Allâh sizlere emânetleri ehil olanlara verilmesini emreder”
buyurmuştur. Ayrıca Hazreti Resûl Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuştur: “Emaneti
ehil olanından başkasına verirsen, emânete zulmetmiş olursun ve ehline vermezsen
bu defa da ehline zulmetmiş olursun.” Çünkü emâneti ehli olmayana vermek emânete
zulümdür, zirâ o zaman verilen emânetin değeri bilinmez.
Yukarıdaki âyeti gelmesinin sebebi şu idi: Peygamber efendimiz “Beyt-i şerîf” in
anahtarlarını (tekrar Kâbenin alınmasından sonra) “İbn-i Şîbe” den alıp “İbn-i
Abbâs” a verdi, sonra bu âyet nazil olunca, anahtarları İbn-i Abbâs’tan alıp
tekrar İbn-i Şîbe’ye verdi. Görüldüğü üzere âyetin nâzil oluş sebebi özeldir,
velâkin anlam yönünden umûmîdir. Emânet yalnız Beyt-i Şerîf’in anahtarları
değildir. Diğer emânetler de ne olursa olsun umûmîdir. Bilhassa “Tevhîd” kadar
değerli emânet olabilir mi, olamaz. Çünkü Tevhîd,
Hak-kın sırrıdır, emin olmayana (ehil olmayana) söylenmez, bildirilmez.
___________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Tâ ezelden biz bu aşk içinde rüsvâ omuşuz,
İsmimizdir söylenen mâ’nada Ankâ olmuşuz.
Tevhîde dair söylediğimiz sözleri mahcuplar anlamadıklarından bize kusur ve
isnadlarda bulunarak iftira ve küfür ederler demektir.
İkinci beyitte “İsmimizdir söylenen mânâda Ankâ olmuşuz” da bildirilen isim üç
kısımdır: Biri müsemmâya delâlet eden, Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin vesâire
gibi isimlerdir. İkincisi de isim ama, müsemmâya delâlet etmez, yani delil
olmaz, meselâ Allâh’ın isimleri gibi. Bu isim de ikiye ayrılır: Esmâ-i
Hak-kiyye, yani Tanrısal isimler, diğeri de Esmâ-i Halkiyyedir. Bir de isim var
söylenir velâkin müsemmâsı, yani hakîkati bilinmez, görülmez ve söylenmez.
Meselâ yukarıdaki beyitte geçen “Ankâ” gibi. Bazıları buna “Ankâ-i mağrıb”
derler, fakat bunun hakîkati nedir, kimse bilmez. İşte Mısrî efendi “İşte biz
Ankâ olmuşuz”, yani gerçi ismimiz var velâkin hakîkatimiz nedir, kimse bunu
bilmez diyor.
Gerçi sûret âleminde sandılar kesretteyiz,
Kesret içre bilmediler ferd-i tenhâ olmuşuz.
Gerek dünya ve gerek âhiret sûret âlemidir. İşte bizi o sûret âlemlerinde
kesretteyiz zannettiler, velâkin biz kesret içinde vahdetteyiz.
Şol izâfât-u taayyün sofların giysen ne var,
Çünkü andan soyunup ma’nen muarrâ olmuşuz.
Beyitte geçen soflardan murad edilen burada sûretlerdir.
Mantık-at-tayr’ın lûgâtı muğlakından söyleriz,
Herkes anlamaz bizi, bizler muammâ olmuşuz.
“Mantık-at-tayr” adındaki kitap Şeyh “Attâr” ın “Hakâyık”, yani hakîkatler
hakkında yazdığı bir kitaptır, bu söz aynı zamanda “Kuş lisânı” demektir. İşte
kelâmda cinâs (benzetme) var. Eğer söylenmek istenen Şeyh Atâr’ın kitabı ise,
bunu yazan Şeyh Attâr’a sor, yok kuş lisânı ise, sen onu uçan kuşlara sor, onu
kuşlardan başkası bilmez demek isteniyor.
Lafz-u sûret cism ile anlamak isterler bizi,
Biz ne elfâzız ne sûret, cümle mâ’nâ olmuşuz.
Çünkü Cenâb-ı Hak lisân olarak konuşmaların lûgat manâlarını üç şeye vermiştir:
İnsan, cin ve melekler. Geriye kalanların lisânları yoktur, sadâları vardır.
Onlar çıkardıkları sadâlarından (meselâ kuşlar gibi) ilham yoluyla birbirlerinin
merâmını anlarlar.
Katreler ırmağa ırmak erdi bahre cem olup,
Karışup birbirine hâlâ o deryâ olmuşuz.
Katreler (sûretler) ırmağa, aynı nevilere ve bu neviler bahra ayni cinslere
erişip birbirlerine karışarak deryâ oldu ki, bu deryâ “Ahadiyyet deryâsı” olan
Allâhın zâtıdır. İşte biz o deryâ olmuşuz.
Zerreler şemse, güneş erişti vahdet kânına,
Kalmadı aslâ taaddüd ferd-i yektâ olmuşuz.
Niyâzî efendi diyor ki, zerreler güneşe, güneş vahdete erdi, bu temsil olmaz, o
“Lâ misâl-e lehû” yani “onun misli yoktur”. Çünkü Hak için temsil olmaz, bu
sebepten onun misli yoktur. Güneş başka, zerre başka taaddüd var, yani çoğalma
var. İşte taaddüdsüz tek bir ferd olmuşuz.
Her kesâfet kim izâfet gösterir âyînede,
Ol kedüret tozunu silüp mücellâ olmuşuz.
Yani aynada kir, pas, toz olursa kimseyi gösterir mi, göstermez. Ancak kir, pas
olmazsa o mir’âta (aynaya) baktığın gibi içinde sûret görülür. İşte biz öyle bir
mücellâ, yani tertemiz parlak bir aynayız.
Zâhidin zikrettiği şol harf-i savtın resmidir,
Zâkir-u mezkür zikre biz müsemmâ olmuşuz.
Zâhid kimsenin zikrettiği lafzîdir, yani harf ve sûrettir, ama zâkir ve mezkür
ve zikre müsemmâ olan biziz.
Sofunun şol hûy-u hâyi narâsından almazız,
Vasl-ı deryâyiz biz, ol sesden müberrâ olmuşuz.
Bir adam üç kere Hû dese Hû olur. Fakat onun Hû demesi lafzî değildir, çünkü Hû
her bir mertebeden, yani Ulûhiyyet mertebesinden de, Ahadiyyet mertebesinden de
daha yüksektir, zirâ “Hüviyyet-i Gayb-ı Mutlak” a delâlet eder. İşte bir adam
önce bu mahsûsata bir kere Hû der, sonra malûmâta dahi Hû der, daha sonra her
ikisine de birden Hû derse, o adam Hû olur. Çünkü mahsûsat ve malûmât (duygular
ve bilgiler) yok olunca geriye “Hüviyyet” kalır.
Allâh Kur’ân-ı Hakîm’inde buyuruyor: “Ve iz kâl-e Rabbüke lil-melâiketi innî
câil-ün fil-ardı halîfe...”, “Biz Âdemi –Meleklere- yeryüzünde Halîfe kıldık ve
melekler dediler yeryüzünde fesat çıkaracak...” Burada âyetin tefsirinde
tefsirciler anlaşamamışlardır. Kimi, daha Âdem yaratılmadan yeryüzünde fesat
edileceğini melekler neden bildi? Dediler. Kimi de; ateşten yaratılan Canın ilk
oğlu İblis kâfir olduğundan anladı –melekler- dediler. Yine bazı tefsirciler de,
Hayır Âdem (A.S.)ın kalıbını Cebrâil, İsrâfil, Mikâil; Mekke ile Taif arasında
kokmuş çamurdan yaptılar, melekler ise fena kokudan hoşlanmadıklarından Cenâb-ı
Hak: “Ben yeryüzünde Âdemi halîfe kılacağım” dediği vakit, Melekler de: “Sen
yeryüzünde fesat edecek ve kan dökenleri mi Halîfe kılacaksın. Biz seni takdis
ve tesbih ederiz” dediler. Sonra Cenâb-ı Hak onlara: “İsimlerimi söyleyin” dedi,
Melâike söyleyemedi. Cenâb-ı Hak Âdem’e: “Ve allem-e Âdem-el-esmâ-e küllehâ
sümme aradahüm alel melâike” âyeti kerimesiyle İlâhî isimlerini öğretti,
meleklere haber ver dedi. Melekler: “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ
inneke entel alîymül hakîym”, yani: “Seni tesbih ederiz, ilmimiz yoktur, ancak
bize öğrettiklerini biliriz, sen her şeyi hakkıyla bilirsin” dediler. Âdem
(A.S.)mın meleklere haber verdiği isimler, bütün isimler değildi, çünkü onlar
insandan noksandırlar, bütün isimleri hâmil olamazlar. Yalnız kendilerinin
mazhar oldukları Allâhın kuvvet isimlerini anlara haber verdi, çünkü melekler
yalnız Allâh’ın kuvvet isimlerinin mazharıdırlar. Arş ve Kürsî yer ve göğü tutan
Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil bu dört melektir, kuvvet isimlerinin
mazharıdırlar, Âdem (A.S.) ise bütün isimleri kaplamıştır.
Allemel esmâya mazhar istersen gel berû,
Âdem’im ve hem ana ta’lim olan esmâ olmuşuz.
İlk önce Nûr-i Muhammedî ve Esmâ, Âdem sûretiyle zâhir oldu. Muhammed (S.A.V.)
Zâtın mazharıdır. Âdem (A.S.) ise isimlerin mazharıdır ve “Nûr-i Muhammedî” nin
bu âleme ilk zuhûru Âdem sûretiyledir.
Ten gözüyle Mısrî’yi sûrette görsem deme kim,
Zirâ biz ol Kâf-ı sûret içre Ankâ olmuşuz.
Beyitte geçen “Kâf” dan murad edilen sûretlerdir. “Ankâ” dan da murad, bu
sûretlerin hakîkati olan “Zât-ı Aliyye”, yani Allâhın zâtıdır.
___________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlün feûlün
Bulan özünü, gören yüzünü,
Bir yüzü dahi görmek dilemez.
Vuslatta olan, hayrette kalan,
Aklın diremez, kendin bulamaz.
Her şâm-u seher ödlere yanar,
Hem benzi solar ağlar gülemez.
Âşıl ola gör, sâdık ola gör,
Cehd eylemeyen menzil alamaz.
Meftûn olalı, mecnûn olalı,
Bu Mısrî dahi akla gelemez.
Birinci beyitte geçen “Bulan özünü, gören yüzünü” de Hak-kın yüzünü gören başka
yüz görmek dilemez. Tabii başka yüz yok ki görmek dilesin.
Bu bahrın şerhi bundan ibarettir. (Hacı Maksûd Efendi)
________
Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün
Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez,
Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz.
Savm-u salâtu zekât, günâh kibrin mahveder,
Darab-ı zikir olmasa gönül pası silinmez.
“Şerîatin sözleri hakîkatsiz bilinmez”, bu sebebten Cem makâmı Hazret-il Cem de
şerîat makâmıdır. Hazreti Resûl: “Lâ salât-e limen yekre-ü Fâtihâ-til-kitâb”,
“Fâtihâ sûresi okunmayınca namâz olmaz” buyurdu, bu hadis doğrudur. Halbuki
imamla birlikte namaz kılındığı zaman cemaatin namazının olmaması lâzımgelir.
İmâm-ı Âzâm hazretleri hakîkata âşinâ olduğundan: “İmam ve cemaatin vücûdları
Cem makâmı üzere tek bir vücûddur” demişlerdir. Evet Hak-kın vücûdundan başka
vücûd var mı, yoktur. İşte imamın okuması, cemaatın okumasıdır. Bu sebepten imam
okur, cemaat sükût eder. Şimdi İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife bu hakikatı bilmeseydi
şerîati anlar mıydı, anlamazdı.
İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Âzam’ın sözleri doğrudur, velâkin Hazret-il cem makâmı
üzere cemaatın dahi okuması lâzım gelir, çünkü bu makâmda Hak bâtın, halk zâhir
olduğundan dolayı Şafiî imamları Fâtihâ’yı okuduktan sonra bir süre sükût
ederler, bu sırada cemaat da okur, sonra zammı sûre okunur ve rükûa varılır.
“Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz”
İlim üç kısımdır: “İlmel-yakîn”, “Aynel-yakîn”, “Hak-kal-yakîn” dir.
“İlmel-yakîn”: Avâmın ve zâhir ehlinin ilmidir. İşte halkın vücûdu Hak-kın
vücûduna delildir. Çünkü sâni’ sanatından bilinir. Deve tezeğinden, adam izinden
bulunur, yani bir adam izi görürsün, o izden gider, gider, sonunda aradığın
adamı bulursun. Halbuki Cenâb-ı Hak gâip değil ki, delil ile bilesin ve bulasın.
İşte bu avâma, yani halka göre güzeldir.
“Aynel-yakîn”: Bu halk Hak-kın mazharıdır, müstakil vücûdları yoktur. Bu görüş,
söyleyiş Hak-kındır der, veâkin vücûdu bir türlü Hak-ka veremez, vücûdunu
kıymetli tutar, bu vücûd Hak-kın sıfatlarına mazhardır der. İşte bu da tarîkat
ehlinin ilimidir. Şimdi aynel-yakîne nisbetle ilmel-yakîn güzel mi? Hayır
değildir. Gelelim Hak-kal-yakîne:
“Hak-kal-yakîn”: Bu hakîkat ehlinin ilmidir. Vücûd Hak-kın vücûdudur, Hak-kın
vücûdundan başka vücûd yoktur. “Lâ mevcûd-e illâ Hû” buna delildir. Şimdi buna
nisbetle ilmel-yakîn ve aynel-yakîn güzel mi? Hayır değildir.
Bir sâlik aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varır mı, yani tarîkat ehlinin
ilmini görmeden (bilmeden, öğrenmeden, zevk etmeden) Hak ehli ilmini bilir mi,
bilmez. İşte bu sûretle “Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bilinmez” dediği Mısrî
efendinin Aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varılamaz demektir.
Savm-u salâtu zekât, günâh kibrin mahveder,
Darab-ı zikir olmasa gönül pası silinmez.
Darab-ı zikir, yani dâimî zikir (Allâhı anma) gönül pasını siler, pâk eder,
çünkü sâlik velevki şuhûd ile olmasın, Allâhı anarken her nereye teveccüh
ederseve her ne görürse Allâh der, taş görür Allâh der, ağaç görür Allâh der,
insan görür Allâh der, hayvan görür Allâh der. Velhâsıl gözü her neye baksa ve
kalbine her ne gelirse Allâh der, böylece o kimsenin gönül pası silinir. Bu
durumda her ne kadar şuhûd ehli zâkir değilse de. Bak Mevlut sahibi Süleyman
Çelebî: “Allâh adıyla olur her iş tamam” diyor.
Sil gözünü dön andan bak göresin kendü özün,
Hakîkatin güneşi doğmuşdürür dolanmaz.
Evet, Zât-ı Hak doğmuş dolanmaz, velâkin gözünü silmediğin için göremezsin. Bir
kere gözünü sil de andan sonra bak, işte o zaman görürsün.
“Kavseyn”e erişince varır gelür gemiler,
“Ev-ednâ”nın bahrına hergiz gemi salınmaz.
Deryâya dalmağa can terkin urmak gerek,
Cânına kıymayınca o deryâya dalınmaz.
Beyitte geçen “Kavseyn” den murad tevhîdde “Cem-ül cem” makâmıdır. Oraya kadar
isneyniyet, yani ikilik var. “Ev-ednâ” ise “Ahadiyyet” makâmıdır. Oraya can
terkin urmadan ve cana kıymadan oraya gemi salınmaz ve o deryâya (Vahdet
deryâsına) dalınmaz.
Bu sûretin libâsın vir gayriye Niyâzî,
Ol bahre dalar isen şâyet geru gelinmez.
Sen de ey Niyâzî, şâyet o deryâya dalarsan bu sûret libâsını (giysilerini) terk
et.
_____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Sırf içürdü bize vahdet câmını cânânımız,
Anınçün bir nefes ayrılmadı mestânımız.
Küfr-ü imân gussasından kurtulup Yâr’in bugün,
Şol ruh-u zülfünde bulduk küfr ile imânımız.
İşte Mısrî efendi: “Bize sırf vahdet câmını içirdi cânânımız” diyor, yani,
“vahdet sırf câmını içtik” demekten murad “Ahadiyyet” makâmıdır. Diğer makâmlar
sırf vahdet değildir. Cem makâmında, halk bâtın, hak zâhir olduğundan hem Hak
var hem halk var. Hazret-il cem makâmında Hak bâtın, halk zâhir ki, şerîat
makâmıdır, burada da hem Hak var hem hallk var. Cem-ül cem makâmı vahdettir, iki
kısma bölünür: Biri zâhir, diğeri bâtın. Cenâb-ı Hak Hadid sûresinin 3.
Âyetinde: “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel-bâtın”, “Evvel o’dur, âhir
O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur” buyurmuştur, yani zâhir de O’dur, bâtın da
O’dur olunca, görüldüğü üzere zâhir, bâtın sözleri vardır. “Ahadiyyet” ise,
orada birşey yok, yani vahdet sırf orada var, ikilikten eser yoktur
Lutf ile dün gice geldi bize teşrif etti Yâr,
Adın işitirken il oldu şükür mihmânımız.
“Dün gece Yâr bize lütfedip teşrif etti” sözleriyle o zaman Mısrî efendiye öyle
bir tecellî vakî oldu ki aynı Hazreti Mûsâ (A.S.) ya Tûva vâdisinde Allâh’ın
ateş sûretiyle tecellî ettiği gibi, bize de Yâr teşrif etti demek istiyor.
Nice geldi cânı teslim eyledik kurbanlığa,
Hamd-ü lillâh kabul oldu bugün kurbânımız.
Halk-ı âlem her dem okur “Küll-ü şey’in halik-ün”,
Kendi okur dâimâ “İllâ vech” e Subhânımız.
“Halk-ı âlem her anda okur” yani âlemlerde olan yaratılmış olanlar dâimâ şunu
okur: “Her şey helâk olucudur, her şey helâk olucudur”, her an da fânîdir, her
bir tecellî de fânîdir (herşey yok olucu, mahvolucudur)
Hak sûbhânehû ve taalâ hazretleri de: “İllâ veche, illâ veche” yani herşey helâk
olucudur, illâ veche, “Yalnız Hak bâkîdir” (yalnız Allâh kalıcıdır) buyuruyor.
Bir aceb hatlardürür geh yazılur, geh silinur,
Vech-i bâkî levhi üzre dâimâ â’yânımız.
Hatlardan murad bu mahlûkattır. Her anda bu mahlûkat vücûda gelir, yok olur,
vücûda gelir yok olur, velâkin vech-i bâkîde kalan sûretlerimiz dâimîdir.
Aşinâlık arttığınca ey Niyâzî dost ile,
Arttı bezm-i vahdet içre günbegün seyrânımız.
“ Kişinin Hak ile ma’rifeti terakkî buldukça “,yani bir kimsenin Allâhı bilme
hususundaki bilgileri çoğaldıkça, ona olan âşinâlığı da o nisbette artar. Kezâ
onun vahdet bezminde seyrânı terâkkî bulur, yani o kimsenin vahdet alanında
ilerleyişi artar ve bu ilerleyiş artık ondan dünyâ ve âhiret kesilmez .