|
|
MEVZUU:
a) Vacibül-vücud'un hakikati.
b) Mümkinatın hakikatleri..
c) – «Nefsini bilen Rabbini bilir.»
Hadis-i şerifinin ifade ettiği, mânâ.
d) Zatî tecellinin mânâsı..
e) – «Allah
semaların ve yerin nurudur.»
(24/35)
Ayet-i kerimesinin ifade ettiği mânâ..
Ve; bu
münasebetle bazı hususların beyanı..
NOT: İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumu
Azam Şeyh Muhammed Sadık'a yazmıştır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile başlarım.
Bundan sonra..
Misalden münezzeh Yüce Allah'a hamd olsun. Salât onun Hadi Peygamberine..
***
Pek Reşid Oğul bilmeli ki,
Sübhan Hakkın hakikati sırf varlıktır (vücuddur). (İmâm-ı Rabbâni Hz.
sonradan bu ifâdesinden pişman olmuştur.
Bak. 260.
Mektup) Asla ona bir şey inzimam etmemiştir. Sırf varlık olan
Sübhan Hakkın bu hakikati, bütün hayrın ve kemalin menşeidir; her hüsnün ve
cemâlin mebdeidir. Cüz'i hakiki basit olarak hiç bir şey onun terkibine
girmemiştir.. Ne zihnî ne de haricî.. Hakikat ciheti ile öyle bir şeyin
tasavvuru mümtenidir. Muvataat (muvafıklık, uygunluk) yolu ile Yüce Zat'a
haml'olunur; iştikak (türeme) yolu ile değil.. Aslına bakılırsa, bu yerde,
haml'edilme nisbetinin dahi mecali yoktur. Zira burada, bütün nisbetler
itibardan düşmüştür.
Avam ve havasın varlığı, o yüce varlığın gölgesinde müşterektir. Bu gölge
varlık o yüce Mukaddes varlığın zatına hamledilir. Sair eşyaya dahi, teşkil
yollu iştikak olarak hamledilir; muvataat olarak değil..
Bu varlığın:
– Zıll (Gölge)..
Olarak anlatılışından murad: O has varlık, tenezzülat mertebelerinde; bu
gölge fertlerinden şerefli, kıdemli, ilk ferdde zuhurudur. Bu dahi, onun
zatına iştikak yollu hamledilmiştir.
Bu mânâdan ötürü:
– Allah vücuddur (var veya varlıktır).. Diyebilmemiz mümkündür; ama şöyle
diyemeyiz:
– Allah mevcuttur. (Yani: varlık olmuştur.) Ancak, zıll (gölge) mertebesinde
Allah:
– Mevcud..
Olarak tasdik edilir; Allah vücud olarak değil..
Hükema ve sofiyeden bir taife bu mânâdan zıll (gölge) için:
– Vücudun aynıdır.
Demişlerse de, bu farkın hakikatına muttali olamamışlardır. Aslı gölgeden
ayırd etmemişlerdir. Haml-i muvataatî ile haml-i iştikakîyi bir mertebede
isbat etmişlerdir . Dolayısı ile, haml-i iştikakî için zorlama ile bir yer
arama ihtiyacını duymuşlardır. Amma hakikat Sübhan Allah'ın ilhamı ile benim
tahkik ettiğimdir.
Bu asalet ve zılliyet, (yani: gölge) sair sıfatların hakikati ve zılliyeti
gibidir.
Bu sıfatları asalet mertebesine hamletmek muvataat yolu iledir; iştikak yolu
ile değildir. İşbu asalet ise; icmâl ve gaybın da gaybı makamıdır. Bu
mânâdan ötürü:
– Allah-ü Teâlâ ilimdir..
Demek mümkündür; ama şöyle demek mümkün değildir:
– Allah-ü Teâlâ âlimdir..
Şundan ki: İştikak yollu hamletmek işinde, itibarî olsa dahi, muğayeret
husulü gereklidir. Ama bu makamda, öyle bir şey yoktur. (Yani: Muvataat
makamında.) Hem de tam mânâsı ile.. Tağayüre gelince, ancak zılliyet
mertebesinde olur. Halbuki anlatmaya çalıştığımız makamda, zılliyet yoktur.
Çünkü bu: Taayyün mertebesinden nice merhale yüksektir. Burada şekillerin
hiç biri ile, eşyaların mülâhazasına yol yoktur.
İştikakı haml dahi doğrudur; ama zılliyet mertebesinde.. Ki bu zılliyet, o
icmâlin tafsilidir. Fakat, muvataatta, böyle bir haml doğru değildir.
Bu sıfatın ayniyeti, o mertebede Yüce Allah'ın vücudu ayniyetinin bir
fer'idir ki, o: Bütün hayrın ve kemalin mebdeidir; her hüsnün ve cemalin
menşeidir.
Bu Fakir'in yazdığı kitap ve risalelerin hangisinde vücud ayniyeti
nefyedilmiş ise; bundan, zıllî vücud murad olunmalıdır. Ki bu: İştikaki haml
için, sağlam yoldur. Bu zıllî vücud dahi, haricî eserlerin mebdeidir. Bu
vücudla muttasıf olan mahiyetler ise; mertebelerden her bir mertebede,
haricî mevcudat olmak lâzım gelir. Bu mânâyı anla.. Çünkü: Bir çok yerlerde
sana faydalı olacaktır. Hakikata bağlı sıfatlar dahi, harici mevcutlardır.
Mümkinat da aynı şekilde hariçte mevcutlar sırasına dahildir.
***
Ey Oğul,
Şu derin manalı sırrı iyi dinle.. Yüce Mukaddes Hazret-i Zat mertebesinde
zata bağlı kemalâtlar, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Meselâ: İlim sıfatı, o
makamda Hazret-i Zat'ın aynıdır. Kudret, irade ve diğer sıfatlar dahi aynı
şekildedir.
Aynı şekilde, yine bu makamda Hazret-i Zat tamamıyla ilimdir; tamamıyla
kudrettir; ama, onun bazısı ilim, kalan kısmı da kudret değildir.
Zira bu makamda, bölünme ve parçalanma muhaldir.
Ve; bu kemalât sanki, Hazret-i Zat'tan intiza (koparıp alma) yollu gelen
şeylerdir. İlim makamında ona tafsil arız olmuştur; dolayısı ile arada, bir
temyiz meydana gelmiştir. Durum böyle iken; Yüce Mukaddes Hazret-i Zat,
icmâl yollu tek varlığında sadeliği ile bakidir. Ve bu makamda, o tafsile
dahil olmayan bir şey de yoktur. Ayırd edilme durumu da yoktur. Tek tek
zatın aynı olan bütünüyle kemalât, ilim mertebesine girmiş; zılli bir vücud
olarak, ikinci mertebede mufassal mânâda kemalâtı iktisab etmiştir. Ayrıca
sıfat ismini de aldıktan sonra, kendisine Hazret-i Zatla kıyam hâsıl
olmuştur. İşbu Hazret-i Zat, onun aslıdır.
Füsus'un sahibine göre (Yani: Muhiddin-i Arabî'ye): Ayan-ı Sabite.. Bu
mufassal kemalâttan ibarettir ki: İlim makamında, ilmî vücud iktisab
etmişlerdir.
Fakir'e göre, mümkinatın hakikati: O ademlerdir ki (yokluklar mânâsına)
kendisine akseden bu kemalâta rağmen, şerrin ve noksanlığın mebde'leri
olmuşlardır.
***
Üstte anlatılan kelâm, tafsilat ister.. Bu da, akıl kulağı ile
dinlenmelidir.
Allah-ü Teâlâ, seni irşad eylesin..
Adem (yokluk), vücudun (varlığın) mukabilidir. Her mânâda onu, çürütür.
Bütün şerrin ve noksanlığın da menşei olmaktadır. Hatta bütün şerrin ve
fesadın aynıdır. Tıpkı icmâl mertebesinde vücud, hayrın ve kemalin aynı
olduğu gibi..
Vücud aslın da aslı olan makamda iştikak yollu zata hamledilmediği gibi:
aynı şekilde bu vücudun mukabili olan adem dahi iştikak yollu ademin
mahiyetine hamledilmiş değildir. Ve bu mertebede, o mahiyet için:
– Madumdur. (Yok olmuştur.)
Denemez. Çünkü, sırf yokluktan ibarettir. (Yani: Ademden..)
Bu ademe bağlı mahiyete taalluk eden ilmî tafsil mertebelerinde o mahiyetin
parçaları:
– Adem (yok).
Diye sıfatlanır. Bunun için, o mahiyete iştikaki haml ile:
– Adem (yok).
Demek yerinde olur.
Adem mefhuma, icmâl yollu ademiyet mahiyetinden ayrılmış ve buna bir zıll
olmuş gibidir ki: İştikak tariki ile bütün mufassal fertlerine hamledilir.
Bunun beyanı, sonra gelecektir.
İcmal mertebesinde bu adem, her şer ve fesâdın aynıdır. Allah-ü Teâlâ'nın
ilminde, şer ve fesat efradından her ferd diğer bir ferdden ayrılmıştır.
Nasıl ki, vücud canibinde dahi icmâl mertebesinde Hazret-i Vücud her hayrın
ve kemalin aynıdır ve ilmî tafsil mertebesinde dahi hayır ve kemal
ferdlerinden her bir ferd, diğer bir ferdden ayrılmıştır: bu kemalât-ı
vücudiye ferdlerinden her biri, ilim mertebesinde kendi mukabilinde bulunan
ademe bağlı noksan ferdlerinden birine akseder; ilmî olan suretlerde, biri
diğeri ile imtizaç eder..
Bu ademler, şerlerden ve noksanlardan ibarettir. Bu ademlere, o kemalât,
in'ikâs etmiş olmasına rağmen o şer ve noksanlar hâsıl olmuştur. İlmi tafsil
olan Hazret-i ilim mertebesinde mümkinatın mahiyeti bunlara göredir.
Bu babda asıl anlatılacak mesele şudur:
Bu ademler, o mahiyetlere bir asıl ve onların maddeleri gibidir. O kemalât
ise; onda halet olan suretler gibidir.
Bu Hakir katında ayan-ı sabite ise; o ademlerden ibarettir.
Biri diğeri ile imtizaç eden kemalâta gelince.. Yüce Sultan Kadir Muhtar;
levazimi ile birlikte o ademiyet mahiyetini ve üzerinde vücuda bağlı kemalât
zılliyeti akseden kemalâtı ki buna ilim makamında:
– Mümkinatın mahîyeti..
İsmi verilmiştir; dilediği vakitte zılli vücud boyası ile boyanmıştır. Ve
onu: Harici mevcudat eylemiştir; harici eserlerin de mebdei kılmıştır.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki; mümkinatın ayan-ı sabitesi ve onların mahiyeti
olan ilmi suretlerin vücudla boyanmış olması; ilmi suretlerin ilim
yatağından çıkması ve ona harici bir varlık hâsıl olması mânâsına değildir.
Böyle bir şey, Sübhan Hak için cehaleti gerektirir ki muhaldir. Allah-ü
Teâlâ böyle bir mânâdan çok çok yücedir. Bunun asıl mânâsı şu manayadır:
Mümkinata; ilmi vücud ötesinde, ilmi suretlere uyan biçimde haricen bir
vücud peydah olmuştur.
Burada bir mobilya ustasını misal olarak alabiliriz. Bu usta, bir mobilya
suretini zihninde tasavvur eder. Sonra, onu hariçte yapar. Bu yapılan
surette, o mobilyanın mahiyeti mesabesinde olan zihindeki mobilyanın sureti
çıkmaz.. Ancak ona, zihindeki mobilya suretine benzeyen bir suret arız
olur.. Anla..
Bilmiş olasın ki,
Her adem, mukabili bulunan ve kendisine in'ikâs eden vücuda bağlı kemalât
gölgelerinden bir gölge ile boyandığı zaman; hariçte kendisine bir vücud ve
ağırlık arız olur. Ama, sırf adem böyle değildir. O. bu gölgelerin hiç biri
ile müteessir olmaz. Bir renk ve bir boya da kabul etmez. Nasıl etsin; o, bu
gölgelerin mukabilinde değildir. Zira o: Yüce Mukaddes Hazret'in katıksız
varlığıdır.
Marifeti tam olan bir irfan sahibi, katıksız olan Hazret-i Vücud'a
telakkiden sonra, sırf adem makamına nüzul eylediği zaman, ona tevessülü
dolayısı ile, bu adem için Hazret-i vücudla bir boyanma hâsıl olur. Onun
için ağırlık bulur ve güzelleşir. İşte o zaman, bu arifin bütün adem
mertebelerine icmâl ve tafsil olarak bir güzellik ve hayırlılık gelir. Ki bu
mertebeler, hakikatta onun zati mertebeleridir.
Anlatılan mertebeler için; cemal de hâsıl olur kemal de.. Zatî mertebelerin,
tümüne sirayet eden bu hayriyet, anlatılan irfan sahibi gibilere mahsustur.
Onun gayrine bir hayır sirayet ederse; ya zati ademlerinden tafsiliyet
mertebelerinin bazısında kalır; yahut tafsiliyet mertebelerinin tümüne,
değişik derecelerine göre sirayet eder. Ama, ikinci kısmın olduğu nefisdir.
Ademin icmâl mertebesine gelince, ki o: Şerrin ve noksanlığın aynıdır.
Orada, adı geçen irfan sahibinden başkasına hayır kokusu gelmez. Hatta
güzellikten yana bir şey de gelmez. Bu tam hayırla muttasıf olan irfan
sahibinin şeytanına dahi, İslâm'ın güzelliği gelir. Aynı zamanda emmare
nefsi mutmainne derecesine çıkar ve Mevlâsından razı olur.
Bu mânâ icabı olarak. Resulûllah (S.A.) efendimiz şöyle buyurdu:
– «Şeytanım Müslüman oldu.»
Durum anlatıldığı gibi olunca, gazalarda, hiç bir gazi onu geçemez. Şeytan
gibi, hiç bir kimse, hayra delâlet edemez.
***
Sübhanellah..
Bu Hakir'den zuhur eden marifet duyguları gayr-i ihtiyarîdir.
Büyük bir topluluk bir araya gelse; onların tasavvuruna çalışsalar;
yapabilirler mi yapamazlar mı bilinmez?.
Herhalde, geleceği vaad edilen Hazret-i Mehdî'nin bu maariften bol nasibi
olsa gerektir. Allah ondan razı olsun.
Bir şiir:
Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının.
***
– «Yaratıcıların
en güzeli Allah'ın şanı yücedir.»
(23/14)
Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.
Üstte anlatılan mânâlar açısından bakılınca: Bu mümkinatın kendileri,
ademlerden ibaret olmaktadır. Ama. onların üzerine vücuda bağlı kemâlin
gölgesi ve zineti aksetmiştir.
Hiç şüphe edilmeye ki: Mümkinat bütün şerrin ve fesadın yatağıdır. Her
kötülüğün, noksanın, inadın da sığınağıdır. Onda bulunan hayır ve kemalât
ise; sırf hayırdan ibaret olan Hazret-i Vücud'dan kendisine verilen bir
emanettir. Ondan, kendisine bir feyiz olarak gelmiştir. Şu âyet-i kerime, bu
mânânın şahididir:
– «Sana
bir iyilik isabet ederse, Allah'tandır: şayet bir kötülük isabet ederse, o
da nefsindendir.»
(4/79)
Anlatılın mânâ gereğince, bir salike: Bu emanet olma durumunu görmek istilâ
ederse; ki bu, Allah'ın fazlı ile olacaktır. Bütün kemalâtı da o taraftan
görürse; işte o zaman, nefsini sırf şer ve halis noksan olarak bulur. Artık,
hiç bir şekilde kendi nefsine ait bir kemalât görmez. İsterse, in'ikâs yollu
olsun. Bu hali ile o: Emanet elbise giymiş bir üryan gibi olur. Bu emanet
olma durumu, artık onu son derecede istilâ eder; hayalinde, o elbiseyi
tamamen sahibine verir; zevk yollu kendisini çıplak bulur. İsterse o emanet
elbise üzerinde dursun.
Üstte anlatılan görüşün sahibi, bütün kemalâtın üstünde olan kulluk makamı
ile müşerref olmuştur.
Hayrın ve şerrin, kemalin ve noksanın bir arada bulunması, işte vücudla
ademin hakikatta bir araya gelmesidir. Ama bu: Birbirini nakzeden iki şeyin
bir araya gelmesi gibi muhal sayılan cinsten değildir. Çünkü sırf vücudu
nakzeden, sırf ademdir. (Yani: Yokluk.) Ama bu zılliyet mertebeleri, vücud
canibinden, asıl olan zirveden tenezzülât derinliğine düştüğü gibi; aynı
şekilde, adem canibinde, sırf adem olma derinliğinden terakki eder. Hatta
bunların bir araya gelmesi; o zıd maddelerin bir araya gelmesi gibidir ki:
Birbirine karşı zıd olan suretleri kırılmıştır.
Zulmetle nuru bir araya getiren Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
– Daha önce, sırf ademin, kendi nakzedeni olan sırf vücudla boyandığı
üzerine hükmetmiştin. Bu mânâdan da, iki zıddın bir araya gelmesi hâsıl
oldu.
Bunun için şu cevabı veririm:
– Asıl muhal olan, iki nakzedici şeyin bir mahalde içtimaıdır. Ama o iki
nakzedici şeyden birinin diğeri ile kıyamı ve onun sıfatına bürünmesi muhal
değildir. Nitekim erbab-ı akıl şöyle demişlerdir:
– Vücud madumdur; vücudun ademle ittisafı (vasıflanması) dahi muhal
değildir.
Bu manaya göre, adem vücudla boyandıktan sonra mevcut olursa muhal
sayılmaz..
Tekrar şöyle bir şey sorulabilir:
– Adem (yokluk) ikinci derecedeki makulattandır. Böyle bir şey ise; hariçte
var olamaz. O zaman bu adem, haricî bir vücudla nasıl ittisaf edebilir?.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
– İkinci makulattan olan, ademin mefhumudur (sözden çıkarılan mânâsıdır);
onun mısdakı (tasdik aleti, değer ölçüsü) değildir. Bu durumda, adem
ferdlerinden bir ferdin vücudla ittisafında ne gibi bir fesad olabilir.
Nitekim erbab-ı makul, vücud hakkında istiskal yollu (ağır bulup,
hoşlanmayarak) şöyle demişlerdir:
– Bu vücudun, Vacib'ül-vücud olan Yüce Zat'ın aynı olması lâzım gelmez.
Zira, ikinci makulattan sayılan bu vücudun, hariçte bir varlığı yoktur.
Halbuki, Vacib'ül-vücud'un zatı hariçte vardır; onların aynı da olamaz.
Bundan başka cevab olarak şöyle dediler:
– İkinci makulatta olan vücudun mefhumudur; cüz'iyatı değil.. Ama, onun
cüz'iyatından birinin hariçte bir vücud almasında çürütücü bir durum yoktur.
Hatta onun hariçte var olması da mümkündür.
Tekrar şöyle bir şey sorulabilir:
– Daha önceki tahkikten de bilindi ki; hakikî sıfatların varlığı ancak
gölgeler mertebesindedir. Amma, asıl olan mertebede onların vücudu yoktur.
Ancak, bu kelâm, ehl-i hak zatların görüşüne aykırıdır. Allah onların
çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Çünkü onlar sıfatların zattan
ayrılmasına cevaz vermemişlerdir. Hatta ondan ayrılmasını muhal görürler.
Bunun için de şöyle cevab veririm:
– Anlatılan beyandan, infikâkin (ayrılmanın) cevazı lâzım gelmez. Zira
gölge, aslın ayrılmaz parçasıdır; infikâk olamaz.
Bu babda asıl söylenecek söz şudur:
– O irfan sahibi ki, onun teveccüh kıblesi, Yüce Mukaddes Zat'ın
ehadiyetidir; onun için ve sıfatlardan yana hiç bir şey mülâhaza edilemez.
Elbette o makamda, zatı bulur. Orada, kendisi için esma ve sıfattan bir
şeyin mülâhazası yoktur, ama o vakitte esma ve sıfat hâsıl olmaz mânâsına
değildir. Zira, Hazret-i Zat'tan sıfatın infikâki, sabit olsa dahi, bu irfan
sahibinin mülâhazası itibarı iledir; işin aslına göre değildir ki, onda
ehl-i sünnetin görüşüne muhalif bir durum meydana gele..
İşte buraya kadar anlatılan mânâlardan:
– «Nefsini bilen Rabbını bilir.»
Mânâsı da, açıklanmış oldu. Şöyle ki: Bir kimse, nefsini, şer ve noksanlık
yönü ile bilirse; yine bilirse ki; kendisinde bulunan hayır, kemal ve
güzellik Yüce Mukaddes Vacib'ül-vücud Zat'tan gelen emanettir. İşte o zaman
da, zarurî olarak Yüce Hakkı: Hayır, kemal ve güzellikle bilir.
***
Yine bu tahkikattan:
– «Allah-ü
Teâlâ, yerin ve semaların nurudur..»
(24/35)
Mealine gelen âyet-i kerimenin tevilli mânâsı açıklanmış oldu.
Zira, tebeyyun ettiğine göre, bu mümkinat baştan sona, ademlerden ibarettir.
Bunların tümü, şer ve zulmettir. Onda bulunan hayır, kemâl, güzellik ve
cemal ise.. Hazret-i vücud'dan feyiz yollu gelmektedir ki o: Yüce Mukaddes
Hazret-i Zat'ın aynıdır. Her hayrın ve kemalin de aynı yerin ve semaların
nurudur ki o; Hazret-i vücud olup Yüce Mukaddes Vâcib Zat'ın hakikatidir.
Yerin ve semaların nuru olması zılâl (gölgeler) tavassutu ile olduğundan, bu
nur için misal getirildi. Ta ki: Onun vasıtasız olacağını sanan kimsenin
tevehhümü ortadan kalka.. Bunun için, Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu:
– «Onun
nuruna misal, içinde fener bulunan bir hücredir.»
(24/35)
Bu mânâ, vasıtaların sübutunu ilândır. Bu âyet-i kerimenin tevil tafsili
inşaallah bir başka yerde gelecektir. Zira, bunda kelâma çok yer vardır ki;
bu mektup onun tafsilatını alamaz..
***
Yukarıdaki âyet-i kerimeyi anlatırken:
– Tevilli
Tabirini kullandık. Şunun için ki: Tefsirde nakil ve duymak şarttır. Her
halde:
– «Bir kimse, kendi görüşüne göre, Kur'an'ı tefsir ederse; kâfir olur.»
Mânâsına gelen hadis-i şerifi duymuş olacaksın. Ancak, tevil böyle değildir.
Kur'an'a ve hadise aykırı olmamak şartı ile mücerred ihtimal yeter..
***
Buraya kadar anlatılan mânâlarla takarrür etti ki: Mümkinatın kendileri ve
asılları ademdir. Onların sıfatları dahi, noksanlık ve düşüklüklerdir. Ki bu
durumlar, ademlerin muktezaları arasındadır ve Yüce Sultan Kadir Muhtarın
yaratması ile vücud bulmuşlardır. Bunlarda bulunan kâmil sıfatlar dahi. Yüce
Mukaddes Hazret-i Vücud'un kemalât gölgelerinden gelen emanetlerdir. Kadir
Muhtar Zat'ın icadı sonunda, in'ikâs yolu (yansıma, aks etme) ile onlarda
zuhura gelmiştir.
***
Eşyanın güzelliğini ve çirkinliğini anlamak kolaydır. (Yani: Anlatılan
mânâlar açısından dikkatle bakılınca..) Şöyle ki:
Gözü âhirette olan ve onun için hazırlık yapana, âhiret güzeldir; isterse o,
zahirde güzel görülmesin..
Her ne zaman ki, dünyaya bakılır ve onun için hazırlık yapılır; bu da
kabihtir. İsterse, böyle bir şeyin kötülüğü açıkta belli olmasın. Tatlı
tazeliklerle burada zahir olan şeyler, dünya müzahrefatı cinsi şeylerdir. Bu
mânâ içindir ki, Şeriat-ı Mustafaviye, tüysüz delikanlıya ve yabancı kadına
meyli, dünya müzahrefatını temenni etmeyi yasak etmiştir. Çünkü bu güzellik
ve tazelik, adem (yokluk) muktezasından gelmektedir ki, her şerrin ve
fesadın yatağıdır. Eğer bunun menşei kemalât-ı vücudiyeye (vücuda-varlığa)
bağlı cemal ve güzellik olsaydı; elbette men edilmezdi.. Ancak, aslın
varlığı ile zılla (gölgeye) teveccühün oluşu cihetinden men olunurdu ki bu:
Müstehcen ve müstakbah (Edepsizce ve kabahat) olacağı içindir. Ve bu men
ediliş istihsanî sayılır; ama üstte anlatılan men ediliş böyle değildir.
Dünyaya ait güzel mazharlarda zuhura gelen iyilik, Yüce Hakkın güzelliğinden
değildir; ademin levazımı arasında olup zahirde güzel ile komşuluğu vasıtası
ile iktisab etmiştir. Yoksa o, hakikatta çirkindir; nakıstır. Şekere
belenmiş zehir gibidir. Altın yaldızlı necaset gibidir.
Nikâhla alınıp güzel kadınlardan faydalanmak, güzel cariyelere sahib olmak
için verilen cevaz ancak şunun içindir: Çocuk sahibi olmak, matlub olan
nesli devam ettirmektir. Bu da bu âlemin nizamını sağlamak içindir.
Sofiyeden bazıları, güzel yüzlere ve tatlı nağmelere şu hayale dayanarak
dalmışlardır: Bu güzellik ve cemal, Yüce Mukaddes Hazret-i Vacib'ül-vücud
Zat’ın kemalâtından müsteardır; bu yerlerde zuhura gelmiştir. Bu ibtilayı
dahi iyi ve güzel zannederler. Hatta, böyle bir şeyi vusul yolu tasavvur
ederler. Ancak, daha önce de anlatıldığı gibi, bu Fakir katında bu zannın
aksi sabit olmuştur.
Asıl şaşılacak durum şu ki, onlardan bazıları:
– «Bilhassa tüysüz delikanlılardan sakının; çünkü onlarda, Allah'ın rengine
benzer renk vardır.»
Cümlesini, gayelerine dayanak yapmışlardır. Onları:
– «Allah'ın rengine benzer..»
Cümlesi, yanıltmıştır. Ama, anlayamazlar ki, bu cümle onların taleplerinin
tam aksinedir ve bu Derviş'in fikrini teyid eder. Çünkü onda tahzir (men
etme, sakındırma) edatı vardır ki; onlara teveccühü yasak eder..
Bu arada galat menşei de açıklanmış oldu. Şöyle ki: Onların güzelliği.
Hakkın cemaline ve güzelliğine benzer; ama onun güzelliği ve cemali
değildir. Bu şekilde, onlara anlatıldı ki: Yanılıp galata düşmeyeler..
Resulûllah (S.A.) efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde dünya için şöyle
buyurdu:
– «Dünya ve âhiret ancak iki kuma gibidir; birini razı etsen, diğeri
darılır.»
Bu hadis-i şerifte dahi, mübayenet ve birbirini nakzettiğinin mânâsı, açıkça
bellidir. Yani: Dünyanın güzelliği ile âhiretin güzelliği ve cemâlleri
arasında..
Anlatılan mânâlardan mukarrer olan durum şu ki: Dünyaya ait güzellik,
kendisinden hoşnut olunan bir şey değildir. Ahirete ait güzellikte ise; rıza
vardır. Böyle olunca, şer: Dünyaya ait güzelliğin ayrılmaz bir parçası
sayılır. Hayır ise; âhirete ait güzelliğin ayrılmaz bir parçası olur.. Artık
zarurî olarak bilinir ki: Birincinin menşei ademdir: ikincisinin menşei ise;
vücuddur.
Evet..
Eşyalardan bazıları vardır ki; bir yüzü âhirete, bir yüzü de dünyaya
dönüktür. Bu da, bir yönü ile çirkindir; ikinci bir yönü ile de güzeldir. Bu
iki şeklin arasını ayırd etmek, çirkinliğini ve güzelliğini fark etmek,
şeriat ilmine bırakılmıştır. Bu mânâda da, Allah-ü Teâlâ, şöyle buyurmuştur:
– «Resulün
size getirdiğine tutununuz; size yasak ettiği şeyden de kaçınınız.»
(59/7)
Bir haberde şöyle anlatıldı:
– «Allah-ü Teâlâ, dünyayı yarattığı günden bu yana, dünyaya dargın olduğu
için, hiç bakmamıştır.»
Bunun sebebi de, onun kötülüğü, şerri ve fesadıdır. Bunlar dahi, adem
mukteziyatıdır. Adem dahi, bütün fesatların yuvasıdır. Dünyanın güzelliği,
cemali, halâveti ve tazeliği; tek tek yola atılmış gibidir ki: Bakılmaya
değmez. Asıl bakılmaya değer olan, âhiretin güzelliğidir. Çünkü o: Sübhan
Hakkın razı olduğu bir şeydir. Allah-ü Teâlâ dünya düşkünlerinin hallerinden
şikâyet yollu şöyle buyurdu:
«Dünyanın
arızî şeylerini istiyorsunuz; halbuki Allah, âhireti diler..»
(8/67)
Allah'ım, dünyayı gözlerimizde küçült; âhireti de kalblerimizde büyült. Fakr
hali ile iftihar, dünyadan kaçınan zat hürmetine.. Ona ve âline salâtların
en tamamı, selâmların ekmeli..
***
Pek büyük Şeyh Muhyiddin bin Arabi (K.S.) mümkinatın şerrine, noksanına,
çirkinliğine nazarı vaki olmadığı için; mümkinatın hakikatlerini Yüce
Allah'ın ilminin suretleri yaptı. Bu mânâda şöyle dedi:
– Bu suretler, Hazret-i zat aynasından in'ikâs etmiştir.
Böylece, ondan başka şeyin vücuduna kâil olmayıp şöyle devam etti:
– Bu in'ikâs sebebi ile o suretlere haricî bir zuhur hâsıl oldu.
Bu mânâda, o ilmî suretleri Vacip Teâlâ'nın şuun ve sıfatlarından başka bir
şey olarak görmemektedir. Mânâ böyle olunca, şüphesiz, vahdet-i vücud hükmü
vermekte ve mümkinatın vücudu ile, Yüce Mukaddes Zat'ın vücudunun ayniyetine
kâil olmaktadır.
Bunlardan başka, şerrin ve noksanlığın nisbî olduğuna kâil olmuş; mutlak
şerri ve sırf noksanlığı nefyetmiştir. Yine bu mânâ icabı olarak, bizzat
kötünün varlığına da kâil olmaz. Bunun için de şöyle der:
– Küfrün ve dalâletin kötülüğü, imana ve hidayete nisbetledir; kendi
zatlarına göre değildir. Hatta, her ikisini de, erbabına göre hayır ve
yararlı olarak görüp doğruluklarına hükmeder. Şu âyet-i kerimeyi de bu
manaya şahid gösterir:
– «..Yürür
hiç bir mahluk hariç olmamak üzere, hepsinin alnından tutan odur..»
(11/56)
Evet..
Bir kimse, vahdet-i vücud hükmünü verdikten sonra, bu gibi cümlelerden
sakınmaz.
Amma bu Fakir'e zahir olan mânâ şudur: Bu mümkinatın mahiyetleri:
Kendilerine vücudiyet in'ikâs etmiş ve onunla imtizaç bulmuş olmasına
rağmen, adem (yok) sayılırlar. Bu mânânın tafsilâtı daha önce de geçti..
Hakkı yerine getiren Sübhan Allah'tır; bu yola hidayet eden odur.
***
Ey Oğul,
Ehlûllah'tan hiç biri, ne sarih olarak ne de işaretle bu ilim ve maarifi
dile getirmemiştir.
İlimlerin ekmeli, maarifin ekmeli bin sene sonra, zuhur makamından
doğmuştur. Böylece, Vacib Teâlâ'nın hakikat yüzünden ve mümkinatın
hakikatından: nasıl uygunsa ve lâyıkı üzere nikab (perde) açılmıştır. Öyle
ki: Onlarda, Kur'an ve hadis mânâlarına aykırı bir durum yoktur. Bunlarla
ehl-i hak zatların sözleri arasında hiç bir ayrılık yoktur.
Herhalde, Resulûllah (S.A.) efendimizin:
– «Allah'ım, bize eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.»
Mânâsında yaptığı duâ, ümmetine talim için kendisinden sudur etmişe
benziyor. (Yani: Murad ve maksud olan bunları öğrenmeye teşviktir.)
İşte o hakikatler, bu ilimlerin zımnında beyan edilmiştir. Hem de, zülle,
inkisara delâlet eden kulluk makamına yakışır bir şekilde.. Kulun durumuna
uygun olarak..
Kulun, kendi nefsini; Kadir Mevlâ'sının aynı görmesinde ne gibi bir hayır ve
kemal vardır. Kaldı ki böyle bir görüş, edebin olmayışını gösterir.
***
Ey Oğul,
Bu vakit, öyle bir vakittir ki; geçmişte gelen ümmetlerin zulümle dolu vakti
gibidir ve böylesine bir vakitte ulû'l-azm peygamberlerden biri
gönderilirdi. Ta ki: Gelsin; şeriatı ihya edip yenilesin.
Bu ümmete gelince, ümmetlerin hayırlısıdır; peygamberleri dahi
Hatem'ür-Rüsûl'dür. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.
Bu ümmetin âlimlerine Ben-i İsrail'in peygamberlerine verilen mertebe
verildi. Peygamberlerin varlığı yerine ulemanın varlığı ile yetinildi.
Her yüz sene başında bu ümmetin uleması arasından bir müceddid gelecek ve
şeriatı ihyâ edecektir. Bilhassa, aradan bin sene geçtikten sonra.. Zira,
böyle aradan bin senenin geçtiği vakit, geçen ümmetlerde ulû'l-azm bir
peygamberin geldiği vakittir. Ama, aralarda hangi peygamber olsa iktifa
edilirdi.
Bu içinde bulunduğumuz vakte gelince; marifette tam bir arifin ve âlimin
gelmesi gerekir ki; geçen ümmetlerde gelen ulû'l-azm bir peygamberin
makamına kâim olabilsin.
Bir şiir:
Alsaydı Ruhül-Kudüs'ten yardımını;
İsa'nın gayrı, yapardı yaptığını..
(İsa'dan (a.s.) başkası da
Cebrail'den (a.s.) yardım alsaydı; O'nun yaptığını yapabilirdi.)
***
Ey Oğul,
Sırf varlığın mukabili, sırf yokluktur. Daha önce de anlatıldığı gibi: sırf
varlık. Yüce Mukaddes Vacib"ül-vücud Zat'ın hakikatidir. Huyun ve kemalin
aynıdır; isterse bu ayniyet mülâhazası burada olmasın, isterse icmâl yollu
zılliyet şaibesi onda bulunmasın..
Sırf ademe gelince; hiç bir nisbet ve izafet ona gelmemiştir. Her şer ve
noksanlığın aynıdır. İsterse bunda da ayniyete bir mecal bulunmasın. Yani:
Onda bir izafet varlığının kokusu için..
Şu da malum bir şeydir ki: Bir şeyin tam mânâsı ile hakikî zuhuru, ancak
hakikî mukabilinde tasavvur edilir.
Eşya dahi, ancak, zıddı ile tebeyyün eder. Durum böyle olunca, zaruri
olarak, varlığın tam mânâsı ile zuhuru sırf adem (yokluk) aynasında hâsıl
olur.
Şu dahi mukarrer bir durumdur ki: Uruc, ancak nüzul mikdarınca olur. Bir
kimsenin urucu Sübhan Allah'ın inayeti ile Hazret-i Vucud'da tahakkuk
ederse; zaruri olarak, onun nüzulü (inişi), mukabili (karşılığı) olan ademe
gelir. Amma, uruc vaktinde, irfan sahibinin istihlâki vardır (şuuru
gitmiştir); o anda da cehalet onun ayrılmaz parçasıdır. Nüzul vaktinde ise;
ayıklık hali tahakkuk etmiştir. Bu halinde o; ilimle, marifetle muttasıftır.
Çünkü: Makamı ayıklıktır.
***
Bu ayıklık makamında o: Zati tecelli ile müşerref olmuştur. Bu zati tecelli
ise; zılliyet şaibesinden beridir. Şuun mülâhazasından zati itibarlardan da
münezzehtir. Bu makamında ona malum olur ki: Ondan önce olan bütün
tecelliler; esma, sıfat, şuun, itibarların gölgesinden bir gölgenin
perdesinde olmuştur. Eğer irfan sahibi o tecellileri: İsimlerin, sıfatların,
şuun ve itibarların tecellileri bilir ve Sübhan Allah'ın Vücudî tecellileri
sayarsa; o zaman, bu her şerrin ve noksanlığın yatağı olan adem, Hazret-i
Vücud'un onda tam zuhuru sebebi ile güzellik kesbeder.
Ve; hiç kimsenin eremeyeceği nâiliyete erer. Zatı için kabih bulunan arızi
olan güzellik sebebi ile pek güzel olur. Ondaki, bizzat şerre nail olan
nefs-i emmare-i insaniyesi ile ki onda: Herkesten çok ademle münasebet
vardır. Bunun için dahi, has tecellide, her şeyden üstün olur. Terakki ve
ihtisasda her şeyi geçer.
Bir mısra:
İkrama en haklısı, âsileridir halkın..
***
Şunun bilinmesi gerekir ki: Marifeti tam olan irfan sahibi; uruc makamlarını
ve nüzul mertebelerini tafsilatı ile alıp sırf adem makamına geldikten
sonra, kendisi için Hazret-i Vücudda ayna olma durumu hâsıl olursa; bütün
isimleri ve sıfatları onda zuhura gelmeye başlar. Hemen hepsi tafsilatı ile
zuhur etmeye başlar. Hem de iclal (büyüklük, azâmet) makamının tazammum
ettiği letâifle beraber..
Ve; böyle bir devlet, ondan başkasına müyesser olmaz.
Ve; bu ayna olma durumu, öyle güzel bir libastır ki: Tam onun boyuna göre
dikilmiştir.
Bu suretlerin tafsili, her ne kadar Hazret-i ilm-i ilâhî hazinesinde sabit
ise de, lâkin onlar, Hazret-i ilimde ayna olmuşlardır. Bu irfan sahibinin
ayna olma durumu ise; hariçteki mertebededir. Bunun için de, bu kemalâtı
hariçte izhar eder..
Burada şöyle bir şey sorulursa:
– Ademin (yokluğun) ayna oluşunun mânâsı nedir?. Zira, o hiç bir şey olmamak
durumundadır. Durum böyle olunca, hangi itibarla ona:
– Vücud için ayna.
Deniyor?.
Bunun için, şu cevabı verebilirim:
– Adem, haricî itibarla katıksız olarak hiç bir şey değildir. Amma ilimde,
onun için bir imtiyaz hâsıl olmuştur. Hatta ona ilmi bir varlık hâsıl
olmuştur. Müntehiler katında onun zihnî bir varlığı vardır. Onun için:
Vücudun aynası..
Denmesi şu itibarladır ki; adem, mertebesinde şer ve noksan olarak sübut
bulur. Kendisini nakzeden vücuddan elbette soyulmuştur. Hangi kemal ki, adem
mertebesinden soyulmuş olur; o zaman Hazret-i Vücud'da sabit olur. Bu
mânâdan ötürü, hiç şüphe edilmeye ki: Adem, vücuda bağlı kemalâtın zuhuruna
sebeb oldu. Ayna olmak mânâsı dahi ancak budur. Anla.. Sana faydalı olur.
İlham eden noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tır.
***
Ey Oğul,
Yazılan bu maarif duyguları için, temenni ediyoruz ki; içinde şeytanî
vesveselerin bulunmadığı Rahmani ilhamlar olsun. Bunun doğruluğuna delil
şudur: Bu ilimleri yazmaya başladığım zaman. Allah-ü Teâlâ'nın mukaddes
zatına iltica ettim. O zaman gördüm ki: Melâike-i kiram, şeytanları bu
makamın çevresinden tard edip kovuyorlar. Bu mekânın çevresine girmelerine
müsaade etmiyorlardı.
İşin hakikatini, en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Büyük nimetleri açıklamak, hamdlerin en güzeli ve büyüğü olduğundan; bu
büyük nimetleri izhar etmeye cesaret ettim. Dileğim o ki: Ucb (böbürlenme,
kendini beğenme) zannından beri ola..
Bunda nasıl ucb olsun ki, zatî olan noksanım ve kabahatim, göz önünde
durmaktadır. Ama her zaman.. Bu Allah'ın bana bir yardımıdır.
Bütünüyle kemalât, Yüce Allah'ındır.
Evvel âhir Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.
Daima ve her zaman, salât ve selâm onun Resulü üzerine olsun.
Kezâ onun âl-i kirâmına ve ashab-ı izamına da.. Sâir hidayete tabi olanlara
ve Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara da..
Resulûllah (S.A.) efendimize ve âline salât ve selâm..
Hakîkat Kitâbevi Tercümesi
|
|
|