MEVZUU: a) Kâmilin hakikatinin beyanı. b) Hazret-i Şeyhimizin keşifleri ile Sahibü'l-Fütuhat Muhyiddin b.Arabi'nin keşifleri arasındaki fark. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Mir Mansur'a yazmıştır. *** Hayal edilen bu kâinat arsası; gözle görülür, müşahede edilir, yaygındır, sathı vardır, enli ve boyludur. İşte bu, Muhyiddin b. Arabî ve ona tabi olanlara göre, o Hazret-i Vücud'dur ki, hariçte ondan başkası yoktur. Bu vücud dahi, Sübhan Hakkın zatı olup ona: – "Vücudun zahiri" ismini verirler. Bunun sebebi de, ilmi suretlerde tekessür eden (çoğalan) o vücudun in'ikâsıdır (yansımasıdır). O tekessür eden ilmi suretlere dahi: – "Vücudun batını" ismini verirler. Ayrıca bunlar için: – "Ayan-ı sabite" denir. Bu varlık, o ilmi suretler libasına bürünmesi dolayısı ile; çoğalan, yayılan, enli ve boylu tahayyül edilir. Halbuki o, kendi vahdeti ve besateti (basitliği, sadeliği) iledir. Yine derler ki: – Avamdan olsun, havastan olsun; herkesin müşahede ettiği, bütünün hissettiği, yani bu safhada kevniyyat (mevcudat, varlıklar) kisvesinde ve temayüz eden şekillerde ve suretlerde o Sübhan Hak'tır ki, avama: – "Alem" demek tevehhümü ile gelir. Halbuki alem, ilim konağından asla çıkmamış ve harici vücuddan yana bir koku almamıştır. Hazret-i vücud aynasında zahir olan ise, o ilmi suretlerin akisleri olup hariçte zuhuru ile avamı: – "Harici vücud" demek tevehhümüne düşürmüştür. Bu mânâda Mevlâna Cami şöyle dedi: Kâinat mecmuasından ders alarak; Derinden okuduk, yaprak yaprak.., Hakka ki, onda ne gördük, ne okuduk; Başkasını, hep Zat-ı Hak hep Şuun-u Hak... *** Fakir'in inancına ve kanaatine gelince... Bu arsa, vehim arsasıdır. Mümkinatın şekilleri ve suretleri bulunan, şekiller ve arsalar ise, his ve vehim mertebesinde, yüce Allah'ın san'atı ile sabit olmuştur. Böylelikle de sağlamlık kazanmıştır. Bu kâinat safhasında her ne ki, müşahede olunur ve hissedilir; o mümkinattan sayılır, isterse, bu müşahede edilen bazı saliklere vacib vehminde gelsin ve hakkiyet unvanı ile zuhur etsin. Lâkin o, bu alem ferdlerinden sayılır. Yüce Allah ise, ötelerin de ötesinde, bilip gördüklerimizden yana münezzeh, keşif ve müşahede ettiklerimizden yana da müberradır. Bir şiir: Nasıl gösterilir halka onun cemalinden nur; O hangi aynadır ki, bu nur onda suret bulur. Bu babda netice söz şu ki: – Bu mevhum arsa, yüce mukaddes Vacib mertebesinin harimi olan harici arsanın zıllıdır (gölgesidir). Nitekim, bu mertebenin vücudu dahi, o mertebenin zıllıdır. Bu vehim mertebesine; hariç mertebesi için zıll oluşu dolayısı ile: – "Hariç" dense de yeridir. Tıpkı ona, zıllî vücud itibarı ile: – "Mevcud" dendiği gibi... Bu vehim arsası, hariç arsası gibi; işin aslı cümlesindendir. Bunların sadık hükümleri olduğu gibi, ebedi muamele dahi bunlara bağlıdır. Nitekim, Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz bu mânâyı haber vermiştir. Ona ve âline salât ve selâm olsun. *** Şimdi mülahaza edilip düşünülmesi gerek. Üstte anlatılan keşiflerden hangisi, yüce Allah'ın tenzihine daha yakın ve onun takdisine daha lâyık. Ve onun yüce mukaddes Zatına daha münasip... Ayrıca, onlardan hangisi ilk ve orta hale münasip. Yine onlardan hangisi intihaya münasiptir. Bu Fakir, senelerce ilk keşife inanırdı. Bu yerde, onun üzerine nice acayip haller ve garip müşahedeler geçti. Kendisine bu makamda, çokça haz da geldi. Şanı büyük Allah'ın fazlı ile sonunda malum oldu ki, her ne ki görülür ve bilinir, o Sübhan Hakkın gayrıdır; nefyi gerekir. Şöyle böyle hallerden sonra, iş nefiyden de geçti; intifaya vardı (Yokluğunu söylemek yok olmaya dönüştü). Kendisini HAK unvanı ile izhar eyleyen batıl da zail oldu. Görmekten ve bilmekten kaydı. Gaybın gaybı ile taalluk hasıl oldu. Mevhum dahi mevcuddan ayrıldı. Kadim dahi, hadisten fark edildi. Bunlar da, ikinci keşfin hasılıdır. Müellife ait bir rubai: Kâinat arsalarında fehmin inceliğinde; Defalarca gelip geçtik tam bir ok sür'atinde... Baştan başa göz olduk uğruna da göremedik; İlâhi sıfat zıhından gayrı, sabit vehimde... Münacaat makamında bir ayet-i kerime meali: – "Allah'a hamd olsun; hidayet ederek bizi buna kavuşturdu. Allah bize hidayet etmeseydi; buna eremezdik. Rabbimizin resulleri gerçeği getirdi." (7/43)
|