|
ŞEYTANIN ŞEYTANLIĞI
Şeytan gibi o da asker içine girdi, yüzün biri oldu. “
Ben size yardımcıyım” dedi. Onlara afsun okudu, onları aldattı. Fakat Kureyş,
onun sözüne uyup hazırlanarak iki ordu karşılaşınca, müminlerin saflarında melek
askerlerini gördü. Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf kurduklarını
görünce canı, korkudan bir ateş gede kesildi.
Ayağını gerisin geriye çekmeye başladı. “ Ben pek
kalabalık bir ordu görüyorum. Allah’tan korkarım ben, o bana yardım etmez.
Çekilin gidin ben sizin görmediğinizi görüyorum” dedi. Haris dedi ki: “ Ey
Suraka, neden dün böyle söylemiyordun?” Suraka şekline girmiş olan Şeytan “
Şimdi savaşın başlamak üzere olduğunu görüyorum” dedi. Haris “ Sen, ancak
Arapların hor hakir bir topluluğunu görmektesin. Bundan başka bir şey
görmüyorsun ama ey aşağılık herif, o zaman laf zamanıydı, şimdi savaş zamanı.
Dün ben dayanır, ayak direrim, size yardımda bulunurum,
bu suretle de üst gelirsiniz diyordun. A melun, dün ordu kumandanı kesilmiştin,
şimdi namertleştin, bayağılaştın, korkaklaştın. Senin sözüne kandık da geldik.
Bu bela tuzağına düştük” dedi. Haris, bu sözleri söyleyince o melun bu azardan
kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi, kızgınlıkla elini,
Haris’in elinden çekti. Göğsünü döverek kaçıp gitti. O biçarelerin kanını da bu
hileyle döktü. O bunca alemi yktı, harap etti de sonra “ Ben sizden değilim”
dedi. Meleklerin heybetini görünce Haris’in göğsüne bir yumruk aşk edip yere
yıktı, kaçıverdi! Nefisle Şeytan, ikisi de birdir.
Surette kendisini iki gösterdi. Melekle akıl da birdir,
himmeti var da onun için iki suret oldu, içinde aklı alan, cana da düşman, dine
de düşman olan böyle bir düşmanın var. Bir an kertenkele gibi saldırır, derken
hemencecik bir deliğe kaçıverir. Gönlün de nice delikler var. her delikten baş
çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe girip
saklanmasına “ Hunus” derler. Onun gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine
benzer. Kirpi büzülür de kafasını çıkarır. Tekrar gizler ya o da öyle işte.
Allah şeytana “ Hannas” dedi. Şeytan, kirpinin kafasına benzer. Kirpi, kötü
avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını çıkarır. Bu hileyle yılanı bile
zebun eder. Nefis senin iç aleminde yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el
atabilirler miydi? Seni kötü şeylere şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül,
hırsa tamaha, afete esir olmuştur. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini
berbat ettin de nihayet bu görünen memurlar, seni kahretmek için yol buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy; düşmanlarınızın en
kuvvetlisi, içinizdedir. Bu düşmanın palavrasını dinleme kaç ondan çünkü o da
inatta İblise benzer. Dünya sevgisi dünya geçimine savaşma yüzünden sana o ebedi
azabı ehemmiyetsiz gösterir. Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bun da
şaşılacak ne var ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!
Sihir bazen sanatla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri
çirkin bir hale sokar. Sihrin hali budur; afsunlar üfürür, her an hakikatleri
başka bir şekle çevirir. Bir an gelir, insanı eşek gösterir, bir an gelir eşeği
şaşılacak bir adam şekline bürür. İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir.
Vesveselerde daimi bir sihir kudreti vardır. Fakat bu
sihirlerin hüküm sürdüğü alemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü
gideriverirler. Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul!
Tiryak, sana “ Gel, beni kendine siper et. Ben sana zehirden daha yakınım. Onun
sözü sihirdir, seni yıkar harap eder, benim sözüm de sihir ama onun sihrini def
eder” der!
“ O güzel yiğit, o Peygamber “ Sözde sihir hassası var”
dedi. Doğruda söyledi. Ey kerem sahibi kendine gel, yiğitlik taslama,
mescidimizi de töhmet altında bırakma bizi de! Bir düşman düşmanlığından bir söz
söyler. Bir alçak, yarın bize bir ateştir salar. Onu zalimin birisi doğdu,
mescidi de kurtulmak için bahane etti. Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk,
mescitte konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma. Zaten
düşmanların hilelerinden emin değiliz. Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham
sevdayı pişirmeye kalkışma. Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez! Senin gibi çokları
bahttan, talihten dem vurdular ama sonunda birer, birer tutam, tutam sakallarını
yoldular! Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git, kendini de
vebale sokma bizi de!”
Dedi ki: “ Dostlar, ben bir Lahavleyle ürküp kaçacak
şeytanlardan değilim. Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak
kuşları kaçırırdı. Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar,
ekinler de zararlı kuşlardan kurtulurdu. Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o
taraflara düştü, koca otağı o civara kuruldu.
Gökteki yıldılar kadar çok , talihleri aydın, saflar
yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu. Bir de horoz gibi önde giden esrik
bir deve vardı ki nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi. Nöbet, gidişte de onun
sırtında vurulurdu, gelişe de. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri
korumak için o küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi çocuğa dedi ki. “ Def çalıp durma. O
esrik deve, zaten davul taşıyan deve. O sese alışmış. A çocuk senin bu
defceğizin ona vız gelir. O bu defin yirmisi kadar olan koskocaman nöbet
davulunu taşıyor! Ben de La kılıcıyla kurban olmuş bir aşıkım. Canım, bela
davulunun nöbet vurulduğu yer!
Sizin bu tehditleriniz yok mu bu gözlerin gördüğü
şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden ibaret! Erler, ben, hayallere
kapılıp bu yolda duracaklardan değilim. Ben İsmail Peygambere mensup
olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok. Hatta İsmail gibi başından geçmiş bir
adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim riyadan da “ Söyle geliniz”
emri canıma gel demiştir. Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek
karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur. Verilen şeye verilecek
yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe ihsana başlar. Herkes, kar elde etmek
için malını vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir kar elde etsin de onu
yoksullara versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir. Satıcı, elindeki kumaşın
fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı soğuyuverir. Kumaşların fazla bir kar
getirdiğini görmez de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz. Bilgi,
hüner ve sanatlarda böyledir.
Bunlara sahip olanlar, bunlardan daha şerefli, daha
üstün bir şey görmezler de o yüzden ehemmiyet verirler. İnsan için candan iyi
bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı
hor, hakir olur gider. Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için
yapılan bebeciktir. Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk
kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi,
adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer, düşüncelerden de hayallerden de!
Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim. Sükut ettim; Allah hakikate uygun olanı daha
iyi bilir. Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa
çıkarılınca onların alıcısı Allah’tır.
Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir
misin?şüphedesin, yakinin yok da ondan. Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne
acayip zan ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor. Oğul, her şüphe yakına susamıştır.
Şüphe arttıkça yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya
çalışır.
İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri
uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu almaya başlamıştır. Çünkü
bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı. Bil ki ilim yakını arar.
Yakin de apaçık görüşü. Elhakümü suresinde “ Kella lev ta’lemune” den sonrasını
oku da bunu ara, bul anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür.
Dünyadakiler yakın sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi. Görüş,
şüphe yok ki yakinden doğğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır. Elhakümü
suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el yakin olur, bak da gör! Bana gelince; ben,
şüpheden de yüceldim, yakinden de kınanmadan başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim, gözüm aydınlandı, onu gördüm
gayri. Şu halde evime gidiyorum demektir, elbette ayağımı küstahça basarım,
ayağım titremez körcesine gitmem ki! Allah güle bir söyledi de gülü güldürdü ya
gönlüme de onu söyledi de gülden yüz kat fazla güldürdü. Selviye bir şey yaptı.
Boyunu dümdüz etti. Nerkisle ağustos gülü de ondan feyz aldı, güzelleşti.
Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de tatlı
bir hale getirdi. Toprağa mensup insan, onun lütfuyla Çigil güzeli oldu. Kaşı o
dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi yüzü gül ve nar gibi kıpkırmızı bir
renge boyadı. Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını
ihsan etti. Silah deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları aşıkları
koklamaya başladı.
Bu tecelli ile, bu feyz ile benim gönlüme de ok attı,
beni de sevdalara saldı. Beni şükre de aşık etti, şekere de! Öyle bir sevgiliye
aşıkım ki her alım, onun alımıdır. Alık da onun bir kuluna kuludur, can da! Ben
kuru laf etmem; bir söz söylesem bile su gibi söylerim de ateşi söndürmede
hiçbir ıstırabım olmaz.
Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o nasıl
kuvvetlenmem arkam o. Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur,
kuvvetlenir. Artık ona ne korku vardır, ne utanma! Yüzü, hiçbir şeye aldırış
etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar. Her peygamberin dünyada yüzü
pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları
ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz bu yüzden de hiçbir şeyden
yüz çevirmez tek başına bütün dünyayı mağlup eder. Taşın yüzü pektir, gözü tok.
Dünya dolusu kerpiç olsa korkmaz. Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale
konmuştur, taşıysa Allah yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır.
Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa kasap,
onların çokluğundan korkar mı hiç? Hepiniz de çobansınız. Peygamber de çobandır.
Halka gelince sürüye benzer. Peygamber, onların çobanıdır, onları sürer durur.
Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz, bilakis onları soğuktan, sıcaktan
korur.
Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı
sevgisindendir, hepsini de sever de ondan bağırır! Her an yeni bir talih
kulağıma söyleyip duruyor. Seni gamlandırsam bile gamlanma! Ben seni kötü
gözlerden gizlemek için gamlandırırım. Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye
kederlendiriri, ahlakını acı bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin? Bana kavuşmak için
tedbirler kurmadasın benim ayrılığımla herkesten ayrılmış beni arayıp
durmaktasın, kimsesiz bir hale gelmişsin! Dertlere düşmüş, izimi bulmak için
çarelere başvurmuşsun, dün senin yanık, yanık ah ettiğimi duydum.
Seni bekletmeksizin de kendime kavuşturmaya sana yol
gösterip kendime almaya kaadirim ben. Bu suretle bu devranın girdabından
kurtulur, vuslat hazineme ayak basarsın. Fakat varılan yerin tatlılığı,
lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür. Ne kadar gurbet çeker,
mihnetler zahmetlere uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk
bulursun!
Bir bak nohut tencerede ateşten zebun oldu mu yukarıya
doğru sıçramaya başlar. Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne
fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye koyulur. “ Neden beni ateşe attın,
kaynatıyorsun. Madem ki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki. “
Yok güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma. Seni sevmediğimden senden
hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum seni ki. Bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da.
Gıda haline gel, yen cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan, seni horlamak
için değil. Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya. İşte o
su içiş, bu ateşe düşmen içindi.
Allah’ın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır
ve ezelidir. Bu yüzden de bir kimseyi belalara uğratması, rahmetindendir. Varlık
sermayesi elde edilsin diye rahmeti, kahrından ileridir, üstündür. Etle deri
lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları
nasıl eritebilir?
İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan
eseflenme bu kahırlar yüzünden elindeki sermayeyi sevgiliye bağışlarsın. Sonra
bunun özrü olarak tekrar lütuf eder, yıkanıp arındın, dereden atladın, artık o
mihnetler geçti der. Der ki. Ey nohut , baharın otladın yeştin.
Şimdi zahmet ve eziyet, sana konuk oldu, hoş tut da.
Konuk şükürler ederek minnetler duyarak geri dönsün, padişaha gidip senin
ikramını, ihsanını anlatsın. İkram ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o
nimetleri veren gelsin bütün nimetler sana haset etsinler! Ben Halil’im sen de
bıçağım önündeki oğlum başını koy, rüyada seni kestiğimi gördüm!
Gönlünü bozma, başını kahır önüne koy da İsmail gibi
boğazını keseyim. Başını kopartayım. Fakat bu baş, zahiri kesilmekten,
koparılmaktan münezzeh olan baştır. Ancak ezeli maksat, senin teslim olmandır.
Ey Müslüman teslim olmayı araman, dinlenmen gerek! Ey nohut, belalara düş,
kayna, piş de ne varlığın kalsın, ne sen kal!
O bostanda güldüyse can ve göz bostanının gülü
olduğundan güldün. Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin
vücuduna girdin. Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol evvelce süttün şimdi ormanlarda
aslan kesil! Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin tekrar
çevikçe acele et, yine onun sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten geldin. Yine Allah sıfatları
haline döndün mü göklere gidersin. Yağmur ve ışık suretinde geldin, Allah’ın
tertemiz sıfatları suretine bürünüp gidiyorsun. Güneşin, bulutun, yıldızın
cüzüydün. Nefis, iş söz ve düşünceler oldun. Nebatın ölümü, hayvanın varlığı
oldu, bu suretle de “ Ey güvendiğim, inandığım kişiler, beni öldürün” sözü doğru
çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat var; “ Şüphe
yok ki ölümümde hayat vardır” sözü doğru. İş, söz ve doğruluk, meleğin
gıdasıdır. Melek bunlarla göğe ağar. Nitekim o yemek de insana gıda olunca
cemadat halinden yücelir. O canlı bir hale gelir. Bunu adamakıllı, etraflıca
anlattık başka bir yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup
yine göklere gitmekte. Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle
tatlı, tatlı güzel, güzel git! Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı
söylüyorum. Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar.
Seni de acıklıklarla gönlün kanlara bulanırsa içindeki bütün acılıklar gider.
Av köpeği olmayan köpeğin boynunda tasma yoktur. Ham ve
kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.” Nohut, bu sözleri duyunca “ Mademki iş
böyledir hanımcığım güzel, güzel kaynarım, sen de bana yardım et ama, sen bu
kaynatmada beni yapıp yoğuran bir mimara benziyorsun. Vur bana kepçeyle ne de
güzel vuruyorsun. Ben fil gibiyim vur başıma, yarala beni vur yarala da
Hindistan’ı Hindistan bahçelerini görmeyeyim.
Bu suretle de kendimi kaynamaya, vereyim de onun
kucağına ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol bulayım. Çünkü insan zenginlikle azgın
olur. Rüyasında Hindistan’ı gördü mü filciyi dinlemez, azgın bir hale gelir.
Hanım, nohuda der ki: “ Ben de bundan önce senin gibi
yeryüzü cüzülerindenim. Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul oldum.
Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de ten tenceresinin içinde. Bu iki
kaynayışla duygulara kuvvet oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum.
Cematken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur manevi sıfatlar haline gelirsin
derdim.
Ruh sahibi
oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten
de geç! Allah’tan inayet iste u ince bahislerde ayağın sürçmesin, mananın
künhüne, işin ta sonuna eriş! Çünkü çok kişiler Kuranı anlayamadılar da yol
azıttılar. Bazı kişilerse o ipe sarıldılar ama kuyunun dibine gittiler. A inatçı
yücelere çıkmak sevdasında değilsen ipin ne suçu var.
|
|