ZITLARIN ÇEKİMİ
Toprak bedenin
toprağına “ Dön geri canı bırak toz gibi bize gel sen bizim cinsimizdensin
bedenden o rutubetli yurttan kurtulup bize gelmen daha doğru” der. Bedende “
Doğru ben de senin gibi ayrılıktan perişanım fakat ayağım bağlı”diye cevap
verir. Sular “ Ey yaşlı gurbetten gel bize ulaş” diye bedenin yaşlığını
aramakta.
Esir “ Sen
ateştensin aslına ulaşma yolunu tut” diye bedenin hararetini çağırıp
durmaktadır. Unsurların ipsiz halatsız çekişleri yüzünden bedende yetmiş iki
türlü illet vardır. İllet, unsurlar birbirlerini bıraksınlar diye bedeni koparıp
dağıtmak üzere gelir. Bu unsurlar ayakları bağlı dört kuştur. Ölüm, hastalık ve
illet de onların ayak bağlarını çözer.
Birbirlerine
bağlı olan ayakları çözüldü açıldı mı her unsur kuşu hemencecik uçuverir. Bu
asıllarla feri’lerin birbirlerini çekişi yüzünden her an bedenimizde bir illet
zuhur eder. Kuşa benzeyen her cüzün aslına uçması için bu ulaşmayı bozup yırtmak
ister. Fakat Allah’ın hikmeti bu aceleye mani olur. Onları ecel gelinceye kadar
sıhhat vasıtasıyla toplu tutar. “ Ey cüzler daha ecel gelip görünmedi, ecelden
önce kanat çırpmanızda bir fayda yok” der. Her cüzü kendi aslına arkadaş olmayı
diler ararsa ayrılıkta kalan bu garip canın hali ne olur? Var sen kıyas et.
Can der ki. “
Ey benim şu yeryüzüne mensup cüzülerim benim garipliğim sizin garipliğinizden
daha acı. Ben arşa mensubum.” Tenin meyli yeşilliğe akarsuya çünkü aslı onda
canın meyli ise diriliğe diriye, çünkü aslı Lamekan’ın canı. Can, hikmete
bilgilere. Ten bağa bahçeye üzüme meyleder.
Can yücelmeye
yükselmeye can atar. Ten kazanca ota yiyeceğe içeceğe. O yücelmenin aşkı, o
yücelmenin meylide canadır. “ Allah onları sever onlarda Allah’ı” ayetini bundan
anla! Bunu anlatmaya kalkışsam sonu ucu gelmez. Mesneviye daha böyle sekiz misli
kağıt bile yetişmez. Hasılı kim bir şey isterse istediği şey de ona rağbet eder.
İnsan, hayvan,
nebat, cemat her şey, birbirine aşıktır. Bir adam bir şeyi sevdi de muradı o
oldu. Başka bir şey dilemez bir hale geldi mi o muradı olan sevgili de muratsız
hale gelen aşıkına aşıktır. Muratsız hale gelen aşıklar bir murat etrafında
döner, dolaşır yalnız sevgililerini dilerler ama muratları maksatları olan
sevgililer de onları kendilerine çekip dururlar.
Fakat âşıkların
meyil ve muhabbetleri aşıkları zayıf bir hale getirir. Maşukların meyil ve
muhabbeti ise onları güzelleştirir parlak bir hale sokar. Sevgililerin aşkı
onların yanaklarını parlatır. Âşıkların aşkı aşıkların canlarını yandırır.
Kehribar niyazdan müstağni davranan bir âşıktır.
O uzun yola
düşen o uzun yolda savaşansa saman çöpü bunu bırak o susamış aşıkın aşkı Sadr-ı
Cihan’nın gönlünde parladı. O aşkın o ateş gedenin dumanı ona kadar vardı.
Gönlünü yumuşattı. Fakat onu aramayı namusuna kibrine yediremiyordu. Merhameti o
yoksula müştak olmuştu. Saltanat bu lütfe mani oluyordu.
Akıl burada
hayran acaba bu mu onu çekti yoksa bu çekiş o taraftan mı oldu. Cüretten vazgeç
sen bunu bilmezsin anlamazsın dudağını yum, gizli sırrı Allah daha iyi bilir.
Bundan böyle bu sözü gizleyeyim, beni o çeken çekmekte. Ne yapayım ben. Ey bir
işe sarılıp savaşan onu güzelce başarmaya uğraşan seni çeken bundan bahsetmeye
bırakmayan kim?
Bir yere
gideyim diye yüzlerce defa karar verir davranırsın fakat seni bir saik başka
yere çeker durur. Binici dizgini her tarafa çevirir. Ta ki ham at, üstünde bir
binicinin bulunduğunu, başıboş bulunmadığını anlasın diye. Fakat terbiyeli at,
üstünde binici olduğunu bilir bundan dolayı iyi yürür.
O yok mu senin
gönlünü yüzlerce sevdaya bağlamış nihayet seni muratsız bir hale getirmiş te
sonrada gönlünü kırıvermiştir. İlk kararının kolunu kanadını kırdı ya peki niçin
o kanat kıranın varlığı doğru olmuyor niçin kendini ona teslim etmiyorsun? Onun
kaza ve kaderi senin tedbir ipini koparıverdi pak ala neden kaza ve kaderine
inanmıyor niçin kazasına rıza vermiyorsun?
Yapacağın
işlere iyice niyetlenir yapmayı kurar kararlaştırırsın. Bazan bu kararın denk
gelir. Gönlün tamahtan düşer niyetini sağlamlarsın. Sonra tekrar o niyet
bozuluverir. Seni tamamıyla muratsız bir hale getirseydi gönlün ümitsizlenirdi
dilek tohumunu nasıl ekebilirdi.
Ama emel
tohumunu ekseydin akılsız bir hale düşseydin Allah hükmünde olduğun onun emri
altında bulunduğun nasıl meydana çıkardı. Âşıklar muratsız kaldılar da
Allah’larından haber aldılar. Muratsızlık cennete kılavuzdur. Ey yaradılışı
güzel “ Cennet istenmeyen hoşa gitmeyen şeylerle murada nail olmayışlarla
kaplanmıştır” hadisini işit.
Senin
muratlarının görüyorsun ya ayakları kırık ama öyle adam vardır ki bütün
muratları olur. Şu halde onun tarafından gönülleri kırılanlar onun yolunda onun
aşkında doğru olanlardır. Fakat nerede aşıkların gönül kırıklığı nerede
başkalarından gönül kırıklığı. Akıllıların gönülleri mecburi kırılır.
Dilediklerini yapamazlar meyus olurlar.
Aşıklarda
yüzlerce ihtiyar var dilediklerini yüzlerce kere yapabilirler. Öyle olduğu halde
ona tabi olurlar. Gönülleri bu yüzden kırılır emellerine bu yüzden
erişememişlerdir. Akılı başında olanlar bağla bağlanmış kullardır aşıklar ise
hürdür şekerlenmiş ballanmış canlardır onlar. Akıllıların yuları zorla gelin
emridir gönlünü kaptıranların baharı dileyerek gelin emri.
Peygamber bir
bölük esir gördü. Onları çekip sürüklüyorlardı. Hepside feryadü figan ediyordu.
O sırları bilen aslan zincirlere vurulmuş olduklarını gördü. Gizlice onlara
bakmaya başladı. Her biri hiddetinden o hak Peygambere dilerini gıcırdatmakta
dudaklarını çiğnemekteydi.
Fakat bu kadar
kızgın oldukları halde ağız açmaya kudretleri yoktu. Hepsi de on batmanlık kahır
zincirine vurulmuştu. Memur onları şehre doğru çekmekte küfür ülkesinden alıp
kahırla sürüklemekteydi. Ne yerlerine başkası kabul ediliyor ne koyuverilmeleri
için para alınıyor, ne de bir ulu kişi onlara şefaat ediyordu.
Peygambere “
Alemlere rahmet” diyorlar ya öyle olduğu halde bütün bir alemin boynunu boğazını
kesiyordu. Onlar Peygamberi binlerce defa inkar ederek ağızlarının içinden
hareketini kınayarak gidiyorlardı. Diyorlardı ki: nice çarelere başvurduk çare
olmadı zaten bu adamın yüreği taş gibi katı .
Biz binlerce
Alpaslanken iki üç çıplak ve yarı canlının elinde, bu derece aciz kaldık.
Uygunsuz hareketimizden mi, yıldızımızın düşüklüğünden mi yoksa sihirden mi?
Bahtı bahtımızı yırttı; tahtı, tahtımızı baş aşağı etti. İşi sihirle yüceldi,
büyüdüyse bir de sihir yaptık, neden tutmadı, neden tesir etmedi?
Eğer davamız
doğru değilse bizim kökümüzü sök diye putlara da dua ettik. Allah’a da. Hak
kimdeyse kim doğrucuysa ona yardım et. Onun yardımında bulun biz doğruysak bize,
o doğruysa ona muin ol dedik. Bu duada çok bulunduk, Lat, Uzza ve Menat’a nice
secdeler ettik. Dedik: “ Eğer Muhammed haksa meydana çıkart değilse onu bize
zebun et.
Şimdi onun
Allah yardımına mazhar olduğunu gördük işte. Biz umumiyetle zulmetmişiz, o nur!
Bu bize cevap: dilediğiniz işte meydana çıktı. Hanginizin doğru olduğu açığa
vuruldu.” Sonra yine fikirlerindeki bu düşünceyi körletiyorlar, bu sözleri
bırakarak diyorlardı ki: “ Bu düşüncemiz de işimizin tersine gitmesinden meydana
geldi; gönlümüzde onun doğru olduğuna dair bir düşüncedir peydahlandı.
Birkaç kere
galip geldiyse ne oldu ki bundan ne çıkar? Zaman da herkese galebe çalıyor! Biz
de zamaneden kam aldık, bizim bahtımız da yaver oldu. Biz de ona birkaç kere üst
geldik.” Sonra yine “ O da mağlup oldu ama mağlup oluşu, bizim mağlup oluşumuz
gibi çirkince, alçakça değildi. İyi bahtı o bozgunlukta, o mağlubiyette bile ona
el altından gizlice yüzlerce neşe verdi.
Hatta o hiç de
mağluba benzemiyordu. Ne gamı vardı, ne üzülüyordu” demekteydiler. Müminlerin
nişanesi mağlubiyettir ama müminin alt oluşunda da bir güzellik var! misk ve
amberi kırsan dünyayı güzel kokularla doldurursun. Fakat ansızın eşek tezeğini
kırsan evler, baştanbaşa pis kokuyla dolar. Peygamber, perişan bir halde
Hudeybiye’den dönerken “ İnna Fetahna” devletinin davulu çalındı.
Allah
devletinden haber geldi; “ Yürü bu zafere erişemediğinden gam yeme. Şimdi
elindeki bu horluk yok mu? Nimetlere erişmen demektir. İşte şuracıktaki filan
kale, filan yer senin” hakikatten de oradan çabucak dönünce bak hele,
Kurayza’nın Nazir’in başına neler geldi. o iki kaleyle çevrelerindeki yerler
teslim oldu. Ganimetlerden faydalar elde ettiler. Öyle olmasa bile şu taifeye
bak. Onlar gam içinde, keder içinde Allah’a meftun ve aşıklar.
Zehri şeker
gibi yemekteler gam dikenlerini deve gibi otlamaktalar! Hem de bunu, gamdan
kederden kurtulmak için de yapmıyorlar; gama uğradıklarından yapıyorlar. Bu
horluk, onlarca rütbelere, mevkilere erişmek! Kuyunun dibinde öyle neşeliler ki
oradan çıkıp taca tahta nail olacağız diye korkuyorlar. Sevgiliyle beraber
oturduğum yer, yerin altı da olsa yine arştan yücedir.
Peygamber dedi
ki: “ Benim miracım Yunusun miracından üstün değildir. Benimki göklere çıkmakla
oldu, onun ki yerlere inmekle zaten Allah yakınlığı hesaba sığmaz ki. Yakınlık
ne yukarıya çıkmaktır, ne aşağıya inmek. Allah yakınlığı varlık hapsinden
kurtulmaktır. Yok olana yukarı nedir aşağı ne? Yok olanın ne yakınlığı olur, ne
uzaklığı ne geç kalışı!
Allah’ın sanat
yurdu da yokluktandır. Hazinesi. Sen varlığa aldanmış kalmışsın. Yokluk nedir,
ne bileceksin? Hulasa onların kırıklığı hiç bizim kırıklığımıza benzer mi a ulu
kişi? Onlar biz ikbale erişip yücelince nasıl neşelenirsek horluğa düşüp
ellerindekini telef edince öyle neşelenirler. Bu çeşit adamın malı geliri yokluk
varlığından ibarettir. Yoksulluk, horluk ona iftihardır, yüceliktir.
Esirlerden biri
dedi ki. “ Peki niçin Peygamber bizim halimizi görmedi bizi böyle zincirlere
vurulmuş görünce nasıl oldu da güldü. Hani onun huyları değişmişti, hani o Allah
huylarıyla huylanmıştı da neşesi ne bu zindanın lezzetlerindendi, ne bu zindan
dan kurtulduğundan. Pekala ya neden düşmanlarının kahroluşundan neşeleniyor,
neden bu fetihten bu zaferden gururlanıyor.
Erkek aslanlara
kolayca üstün geldi muzaffer oldu diye neşelenmekte. Gayri anladık ki o da hür
değil. Dünyadan başka hiçbir şeyle memnun değil, başka bir şeyden gönlü şad
olmuyor? Yoksa nasıl gülebilir ki? O dünya ehli, iyiye de merhamet eder, kötüye
de . İyiyi de esirger, kötüyü de”
Esirler
birbirleriyle bunu konuşuyor, birbirlerine bunu fısıldıyorlardı. Memur duymasın,
duyarsa o padişaha söyler,sözlerimiz kulağına gider, iye fısıltıyla
konuşuyorlardı.
Memur, o sözü
duymadı ama Allah bilgisine sahip olan Peygamberin kulağına vardı. Yusuf’un
gömleğini alıp götüren, gömleğin kokusunu duymadı da Yakup duydu. Şeytanlar
gökyüzünün çevresinde döner, dolayısıyla da yine Levh-i Mahvuz’daki gayp
sırlarını duyamazlar. Muhammed’se dayanıp yatmış uyurken o sır gelir, başucunda
döner durur! Helvayı kime nasipse o yer parmakları uzun olan değil!
Delici Şahab
şeytanları, hırsızlığı bırakın da Ahmed den sır öğrenin diye kovar sürer. Ey iki
gözünü de dükkana dikmiş ümidini oraya bağlamış adam kendine gel mescide yürü de
rızkını Allah’tan iste. Peygamber onların sözlerini duyup söylediklerini anladı
da dedi ki. “ O gülüş savaşa galebe ettim diye değil ki. Onlar ölmüşlerdir,
yokluk aleminde çürüyüp gitmişlerdir.
Bizce ölüyü
öldürmeye kalkışmak erlik değildir. Onlar da kim oluyor ki? Ben savaşta ayak
diredim mi ay bile yarılır! Hani hür olduğumuz, mevki ve şeref sahibi olduğunuz
zamanlar yok mu işte ben o vakit sizi böyle bağlamış zincirlere vurulmuş
görüyordum.
Ey malla
mülkle, soyla sopla nazlanan, sen akıllı kişinin yanında oluk üstündeki devesin.
Ten suretinin leğeni damdan düşünce gelecek gelir çatar sözü gözümün önünde
tahakkuk etti, gelecek şeyler geldi çattı! Üzüme bakıyor, şarabı görüyorum yok’a
bakıyorum açıkça varı görüyorum. Sırra bakmakta, daha dünyada Adem’le Havva
vücuda gelmemişken gizli bir alem görmekteyim.
Siz daha Elest
deminde zerrelerden ibarettiniz. Daha vakit ayaklarınız bağlı, baş aşağı ve
alçalmış bir haldeydiniz, sizi öyle görüyordum ben. Direksiz desteksiz gökyüzü
yaratılmadan bildiğim şeyler, alem yaratıldıktan sonra da hep o hiç artmadı. Ben
daha sudan topraktan vücut bulmamış, bu surete bürünmemişken sizi baş aşağı
olmuş görüyordum.
Siz ikbaldeyken
de bunu böyle görüyordum. Yeni bir şey görmedim ki sevineyim! Gizli bir kahra
uğramış, gizli bir kahırla bağlamıştınız. Gayri bu ne kahırdır, unu kim anlar?
Siz şeker yerdiniz de o şeker de zehir olurdu. Böyle zehirlerle dolu şekeri
düşman yerse afiyet olsun. Neden ona haset ediyorsun ki? Sizde o zehri neşe ile
içiyordunuz. Eceliniz gizlice kulaklarınızı tıkamıştı.
Ben üst geleyim
de dünyayı zaptedeyim diye harp etmiyorum ki. Çünkü bu cihan murdardır, pistir.
Ben böyle pis bir şeye nasıl haris olurum? Köpek değilim ki ölünün perçemini
çekip koparayım. Ben İsa’yım, ölüyü diriltmeye gelirim. Sizi helak olmaktan
kurtarayım diye savaş saflarını yarmaktayım. İnsanların başlarını; yüceleyim,
devlete erişeyim diye kesmem.
Kessem, kessem
bütün alem kurtulsun diye birkaç baş keserim. Çünkü siz, bilgisizliğinizden
pervane gibi ateşe atılmaktasınız. Bense sizi ateşe düşmeyesiniz diye
sarhoşçasına iki elimle ateşten kovmaktayım. Siz kendinizi fetihler elde
ettiniz, üst geldiniz sanıyorsunuz ama asıl o vakit bahtsızlık tohumu
ekiyordunuz.
Hadi gayret,
hadi gayret diye birbirinizi teşvik ediyordunuz ama adeta ejderhanın üstüne at
sürüyordunuz. Güya kahır ediyordunuz, halbuki kahrın ta kendisine çatmıştınız.
Asıl siz zaman aslanın kahrıyla kahrolmuştunuz!
Hırsız, ev
sahibini kahreder, altın çalar, hırsızlıkla meşgulken valinin adamları gelip
çatar. Eğer o anda ev sahibinden kaçsaydı vali, ona o adamları yollar mıydı hiç?
Hırsızın kahredişi kahrolmasıdır; çünkü onun kahredişi, kendi başını kapar. Ev
sahibine üstün oluşu, hırsıza bir tuzaktır. Bu suretle vali gelir, hırsızı kısas
eder.
Sen halka galip
geldin, savaşta üst oldun ama Allah seni çeke, çeke zincire vurmak için onları
mahsustan mağlup etmiştir. Kendine gel de mağlup olanın ardını bırak, dizginini
kas, pek at sürme, ezilir paralanırsın sonra! Seni bu suretle tuzağa düşürdü mü
ondan sonra o kalabalığın saldırışını görürsün sen. Alık bu üstünlükte
bozgunluğu görürken nasıl olur da sevinir?
İleriyi gören
akıl gözü keskendir. Allah o gözü kendi sürmesiyle sürmelemiştir. Peygamber “
Cennet ehli olanlar, bazı şeyler yüzünden savaşlarda düşmanlıklarda mağlup ve
zebun olurlar” dedi. Bu alt oluş, bu zebunluk noksan yüzünden gönüllerinin
kötülüğünden, yahut da din zayıflığından değil, son derecede ihtiyata riayet
ettiklerinden, düşüncelerine inanmadıklarındandır.
Peygamber,
Hudeybiye’de kafirlere üstün gelmişken gizlice “ İman etmiş erler olmasaydı”
hikmetini işitti. Müminlerin halas olması için melun kafirlerden el çekmek farz
oldu. Hudeybiye ahdi nasıl oldu, oku da “ Allah, kafirlerin ellerini çekti, size
dokunamadılar” ne demektir tamamıyla anla!
Peygamber galip
gelmişken bile kendisini Allah tuzağında mağlup olmuş gördü de “ Ben sizi
ansızın bastırdım, zincirlere vurdum diye gülmüyorum. Sizi zincirlerle
bukağılarla selviliklere, güllük gülistanlıklara çekiyorum da ona gülüyorum. Ne
şaşılacak şey sizi zincirlere vurup amansız ateşten çayırlıklara, çimenliklere
götürüyorum.
Cehennemden
ağır zincirlerle ta ebedi cennete kadar sürükleyip götürüyorum dedi. İyi kötü:
Bu yolda her mukallidi de böylece bağlı olarak Allah kapısına çekerler.
Velilerden başka herkes, bu yolu korku ve bela zinciriyle aşar. Gayret et de
nurun parlasın, aydın olsun sülukun, hizmetin kolaylaşsın.
Çocukları da
zorla mektebe götürürsün ya çünkü onların gözleri kördür, faydalarını görmezler.
Ama mektebin faydasını anladılar mı koşa, koşa giderler, içleri açılır, neşe
duyarlar. Çocuk mektebe kıvrana, kıvrana gider. Çalışmasına karşılık hiçbir şey
görmemiştir ki! Fakat kesesine birkaç para gündelik kondu mu geceyi hırsız gibi
uykusuz geçirir. Gayret et de ibadetinin karşılığı gelsin. Bak o zaman ibadet
edenlere nasıl haset edersin. Mukallitlere “ Zorla gelin” yaradılışı temiz
kişilere de “ İsteyerek gelin” denmiştir. Bu Allah’ı bir maksat için sever.
Öbürünün dostluğunda hiçbir garez, hiçbir maksat yoktur.
Bu dadısını
sever ama sür için sever. Öbürünü ancak onu aşık olduğundan, o görünmeyen güzele
gönül verdiğinden sever. Çocuk dadının güzelliğini anlamaz ki onda sütten başka
bir istek yoktur. Öbürüyse zaten dadıya aşıktır. Bu sevgide muradı maksadı ancak
ona ulaşmaktır. Şu halde Allah’tan bir şey umarak, Allah’tan korkarak sevenler,
taklit defterinden ders okumaktadırlar.
Nerede Hakk’ı
ancak hak için seven garezlerden maksatlardan ayrılmış aşık? Fakat ister öyle
sevsin, ister böyle madem ki Allah’ın hayrına nail olayım diye Allah’ı seven de.
Allah’tan başkasına gönül vermekten korkup ancak onu seven de. Her ikisinin bu
sevgisi bu arayıp taraması da o alemdendir. Bu gönül kaptırma o dilberden o
güzelin güzelliğinden ileri gelmedir.
Şimdi şuraya
geldik: Eğer Sadr-ı Cihan o aşıkı gizlice çekmese, dilemese istemeseydi. O aşık,
ayrılığa tahammül edemeyecek bir hale gelir, ona kavuşmak için tekrara koşa,
koşa yollara düşer miydi? Sevgililerin meyli gizlidir, örtülüdür. Fakat aşıkın
meyli iki yüz davul zurnayla ilan edilir, o kadar meydandadır. Burada ibret için
bir hikaye söylemek var ama Buharalı aşık beklemekten aciz oldu.
Sevgilisini
arayıp duruyor, ölmeden kavuşsun yüzünü görsün diye söylemekten vazgeçtik.
Ölümden kurtulsun, kurtuluşa erişsin. Çünkü sevgiliyi görmek Abıhayat içmektir.
Görülmesi, ölümü gidermeyen sevgili, sevgili değildir. Onun ne meyvesi vardır,
ne yaprağı! Ey iştiyak çeken sarhoş iş iştir ki sen o işteyken ölüm bile gelip
çatsa sana hoş gelsin.
Delikanlı, iman
doğruluğunun nişanesi, o sırada ölsen bile sana ölümün hoş gelmesidir. Canım
imanın böyle değilse kamil değildir, demek yürü, dini tamamlamaya savaş! Hangi
işe girişirsin de o işte sana ölüm bile hoş gelirse sevdiğin iş, işte o iştir.
Ölümün kötülüğümü gitti mi zaten artık o ölüm değildir, ölümün bir suretidir,
bir göçmeden ibarettir, o.
Ölümdeki
kötülük gitti mi ölümle fayda var demektir. Gayri dosdoğru anlaşıldı ki ölüm
geçti gitti! Sevgili dediğin bir Hak’tır, bir de Allah’ın “ Sen benimsin, ben
senin” dediği. Şimdi kulak ver de dinle: Aşk, aşıkı liften örme ipliklerle
bağlamış sürükleyip getirdi. Sadr-ı Cihan’nın yüzünü görür görmez sanki can kuşu
bedeninden uçup gitti. Bedeni kuru bir ağaç gibi kalakaldı.
Tepesinden
tırnağına kadar buz kesildi! Yüzüne gül suları serptiler, yanında buhurlar
yaktılar, neler yaptılarsa faydasız kıpırdamadı, seslenmedi bile! Padişah, onun
safran gibi sararmış yüzünü görünce atından indi, yanına geldi. dedi ki. “ Aşık
hararetle sevgiliyi arar, fakat sevgili geldi mi o aşık yok olur, kendisinden
geçer gider!
Sen Allah
aşıkısın; Allah ona derler ki geldi mi sen de bir kıl kadar olsun varlık kalmaz.
O nazarın karşısında senin gibi yüzlercesi fanidir hocam meğerse sen kendini yok
etmeye aşıkmışsın! Sen bir gölgesin, güneşe aşıksın. Şems geldi elbette gölge
derhal yok olur!
Bir sivrisinek
çayırlıktan çimenlikten gelip Süleyman’ın huzuruna çıkarak hakkını istedi de
dedi ki: “ Ey Süleyman, Şeytanlar insanoğulları ve periler arasında adaleti
yaydın; Kuş da senin adaletine sığınmış balık da kimdir o kaybolan kimdir o
mahrum ki adaletin onu arayıp bulmamış olsun? Bize de insaf et bizim de
hakkımızı al çok perişanız bağdan da nasibimiz yok gül bahçesinden de!
Her zayıf
kişinin müşkülünü halledersin sivrisinek zaten zayıflığın misalidir. Biz
zayıflıkla kanadı kırık olmakla acizlikle tanınmışız, sen lütufla yoksullara
yardımla tanınmışsın. Sen kudret derecelerinin en sonuna varmışsın biz acizliğin
zavallılığın son derecesine varmışız! İmdat et, bizi bu gamdan kurtar, ey eli
Allah eli olan, elimizi tut.
Süleyman “ Ey
hak isteyen , kimden şikayet ediyorsun? Söyle. Kimdir o zalim ki ululuk satarak
sana zulmetti, yüzünü gözünü tırmaladı. Bizim zamanımızda zalim nerede?
Şaşılacak şey nasıl oluyor da hapsedilmemiş nasıl oluyor da bizim zindanımızda
değil?
Bizim
doğduğumuz gün zulüm öldü. Kimdir bizim zamanımızda zulmeden? Nur geldi mi
zulmet yok olur. Zulmün aslı ve arkası da zulmettir. Bak şeytanlar bizim için
çalışmada kazanmada bize hizmet etmede hizmetten çekinenler de zincirlerle
bağlanmış bukağılarına vurulmuş!
Zalimler,
şeytanın iğvasiyle zulmederler, zalimlerin zulmünün aslı Şeytandan gelir. Şeytan
bağlarla bağlanmış zincirlere vurulmuşken nasıl olup da zulümde bulunabilir?
Allah bize padişahlığı halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi. Ah ve
feryatların yücelere çıkmasın, gök yüzüyle süha yıldızı ıstıraba düşmesin. Arş
yetim feryadıyla titremesin, hiç kimse sitemle perişan olmasın diye bize
saltanat ihsan etti.
Göklere “
Yarabbi” sesi çıkmasın diye ülkelerde yol yordam olarak bu adaleti, bu ihsan
kaidesini bir kanun haline getirdik. Ey mazlum gökyüzüne bakma zamanede gök gibi
ihsan ve feyz sahibi bir padişahın var” dedi. Sivrisinek dedi ki. “ Benim
feryadım rüzgarın elinden o bize zulüm ellerini uzattı, bize zulmetti. Onun
zulmünden daraldık, onun yüzünden dudağımız yumulu, kanlar yutmaktayız!
Süleyman “ Ey
güzel sesli Allah emrini candan dinlenmek gerek. Allah bana dedi ki. “ Ey adalet
sahibi hasmı da hazır olmadıkça kimsenin şikayetini dinleme. İki hasım da hazır
olmazsa hakim, hak hangisindedir, bilemez. Birisi yalnız gelse de yüzlerce
şikayette bulunsa yüzlerce feryat etse bile sakın ha sakın. Hasmı olmadıkça
sözünü kabul etme.
Ben fermandan
yüz çeviremem. Hadi git, hasmını al, öyle gel” dedi. Sivrisinek dedi ki. “ Sözün
doğru, delilin tam yerinde düşmanım rüzgar, o da senin emrinde!” o padişah “ Ey
seher yeli, sivrisinek, zulmünden feryat ediyor. Gel. Hadi geç hasmının
karşısına da anlat, ona cevap ver davasını reddet!” dedi. Rüzgar, bu emri
duyunca çabucacık esip geldi fakat sivrisinek kaçma yolunu tuttu.
Süleyman “ A
sivrisinek nereye? Dur da ikinizi de dinleyip hüküm vereyim” dedi. Sivrisinek
dedi ki. “ Padişahım, ölümüm, onun varlığından zaten günüm, onun dumanından
kararmakta. O gelince ben nasıl durabilirim? Benim kökümü kazan o!” tıpkı bunun
gibi Allah tapısını arayan da Allah geldi mi yok olur.
O vuslat
ebedilik içinde ebediliktir ama o ebedilik yokluk suretinde tecelli eder. Nur
arayan gölgeler, nur zuhur etti mi yok olur. Aşık, başını verince akıl kalır mı
gayrı? Her şey helak bulur, yalnız onun hakikati kalır. Onun hakikatine karşı
var da yok olur, yok da. Yoklukta varlık bu pek acayip bir şey! Bu makamda
akıllar elden çıkar, kalem buraya vardı mı kırılır, bir şey yazamaz olur!
Sadr-ı Cihan o
aşıkı yavaş, yavaş istiğrak aleminden çekmekte, söz söyleme makamına
getirmekteydi. Padişah aşıkın kulağına dedi ki: “ Ey yoksul eteğini aç, sana
altın saçmaya geldim. Canın ayrılığımla heyecan içindeydi. İmdadına geldim,
nasıl oldu da ürküp kaçtı? Ey ayrılığımla dünyanın soğuğunu, sıcağını kahrını,
kahrını, lütfunu gören aşık, kendine gel, dön geriye!
Akılsız bir
tavuk, deveyi evine ayak atar atmaz ev yıkılır, dam çöker! Bizim aklımız,
fikrimiz de tavuk kümesinden ibaret. Salih’in aklıysa Allah devesini arar. Deve
başını suya toprağa daldırınca orada ne toprak kalır, ne can, ne gönül. Aşk öyle
bir fazilettir ki insanı faziletler sahibi yapar. Fakat insan bu haddinden fazla
dileyiş yüzünden hem pek zalimdir, ham de pek cahil!
İnsan hakikaten
bilgisizdir. Hele bu müşkül avda büsbütün bilgisiz. Bir tavşan, aslanı
kucaklamaya çalışıyor! Eğer aslanı bilseydi, görseydi hiç kucaklamaya kalkışır
mıydı, buna imkan mı var? insan, canına da zulmeder, nefsine de, fakat şu zulme
bak, şu zulmü gör ki adaletlerden bile topu kapar, adaletlerden bile üstündür,
ileridir. Bilgisizliği ilimlere üstattır. Zulmü adaletlere doğru yol gösterir.
Sadr-ı Cihan,
bu nefesi kesilmiş aşık ona ben nefes bağışlayınca dirilir, kendine gelir diye
aşıkın elini tuttu. “ Bu bedeni ölü, bu canı uyanık aşık benimle diriliyor. Şu
halde o, benim canım, bana yüz tutuyor. Ben onu bu candan yücelteyim. Bu cana
muhtaç olmasın. Ona bir can bağışlayayım da ihsanımı onunla görsün!
Namahrem can,
sevgilinin yüzünü göremez. Dostun yüzünü ancak aslı onun civarında olan can
görür. Bu dosta kasap gibi üfüreyim de o latif ruhu derisinden çıksın deyip
Aşıka “ Ey belalar yüzünden bedeni terk edip giden can, vuslat kapımızı açtık
gel, gel! Ey varlığımız, yokluğuna, sarhoşluğuna sebep olan ey varlığı,
varlımızdan ibaret bulunan aşık! şimdi ben sana dilsiz, dudaksız yeniden yeniye
eski sırlar söyleyeceğim dinle!
Dilsiz,
dudaksız söyleyeceğim, çünkü şu diller, dudaklar bu nefesten ürkerler. Bu nefes
gizli bir ırmağın kıyısında yetişir, meyve verir. Şimdi can kulağını aç da “
Allah dilediğini yapar sırrını duymaya hazırlan” dedi. Aşık vuslata çağrıldığını
duyunca yavaş, yavaş kımıldanmaya başladı. Aşık topraktan da aşağıyı değil ya.
Toprak bile sabah rüzgarının işvesiyle yeşiller giyinir, yokluktan başını
kaldırır! Meniden de aşağı değil ya meni bile Allah emrini duyar da güneş yüzlü
Yusuflar meydana getirir!
Rüzgardan da
aşağı değil ya kün emrini işitir de rahimde tavus olur, güzel, güzel söz
söyleyen kuş kesilir! taştan, topraktan meydana gelen dağdan da aşağı değil ya.
Deve doğururu da o deveden de deve yavrusu doğar! Bunların hepsini bir tarafa
bırak, yokluk koskoca bir alem doğurmadı mı? Hala da her an bütün varlıklar
ondan doğmuyor mu? Aşık sıçradı, titredi, neşeli, neşeli bir iki döndü, bir iki
çark vurdu, yere kapandı, secdeye vardı.
Dedi ki. “ Ey
çevresinde canın tavaf edip durduğu Allah ankası şükrolsun, kaf dağından döndük,
Ey aşkın kıyamet yerinde İsrafillik eden sevgili ey aşkın aşkı, ey aşkın dileği!
Bana hilat vermeden önce dilerim, kulağını pencereme daya. Kalbim tertemizdir,
bu yüzden halimi bilirsin ey kulları yetiştiren ey kullarına lütuflarda bulunan
sevgili sözlerimi duy!
Ey misli
olmayan Sadr, nice zamandır halimi duymanı arzulayıp durdum. Bu arzuyla aklım,
fikrim uçtu gitti. Nice zamandır sözlerimi dinlemeni, derdimi duymanı o cana
canlar katan gülüşlerini benim eksik, artık sözlerimi işitmeni benim kötülükler
düşünene canımın işvesini düşünüp durdum, özleyip yattım. Benim sence malum olan
kalp akçelerimi sağlam para gibi kabul ettin.
Şuh bir
küstahlığına gösterdiğin hilme karşı bütün hilimler, bir zerreden ibaretti.
Dinle bak, hizmetinden ayrıldığım andan itibaren nelere uğradım. İlk önce benim
için ne evvel kaldı, ne ahir. Ön de gözümden kalktı, son da! İkinci ey güzel
sevgili, çok aradım ama sana bir ikinci bulamadım. Üçüncüsü senden ayrıldım
ayrılalı Allah, üçün üçüncüsüdür demiş gibi oldum.
Dördüncüsü
ayrılık tarlamı ekinimi yaktı; Hamise’yi Rabia’dan ayır edemez oldum! Nerede
topraklar üstünde kan görürsen hiç şüphe etme ki biz oradan geçtik, kanlı göz
yaşlarımızı takip ederek izimizi izleyebilirsin. Sözlerim bu feryad-ü figanın
adeta gök gürültüsü yeryüzüne bulutlardan yağmur yağdırmak istiyor!
Söylemekle
ağlamak arasında mütereddidim. Nasıl edeyim, ağlayayım mı söyleyeyim mi?
Söylesem ağlayamam, fakat ağlarsam sana nasıl şükredebilir, seni nasıl
övebilirim? Padişahım, gözlerimden gönül kanları akmakta bak, gözlerimden neler
akıyor?” o zayıf şık bunları söyleyip ağlamaya başladı haline aşağılık kişilerde
ağladılar. Yüce kişilerde.
İçinden öyle
bir hay haydır coştu ki Buhara halkı etrafına toplandı. Hayran,hayran söylemekte
hayran, hayran gülmekteydi. Kadın erkek büyük, küçük, herkes ona şaştı kaldı!
Bütün şehir onun rengine boyandı, herkes onunla beraber ağlamaya başladı. Kadın
erkek birbirine karıştı, kıyametten bir alamet oldu!
O anda gökyüzü
yere kıyameti görmedinse gör diyordu! Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir. Onun
ayrılığına mı şaşmalı kavuşmasına mı hangisi daha ziyade şaşılacak şey diye
hayran olmuştu. Gök o anda kıyamet nameyi okumuş, saman uğruna kadar elbisesini
yırtmıştı! Aşık iki aleme de yabancıdır, aşkta yetmiş iki türlü divanelik var!
Aşk pek
gizlidir ama şaşkınlığı meydanda Padişahların canları bile ona hasret
çekmektedir. Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır.
Padişahların tahtları, aşka karşı alelade bir tahta parçasından ibarettir. Aşk
çalgıcısı, sema vaktinde şunu çalar: kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı!
Şu halde aşk
nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı orada kırıktır! Kulluk da malum sultanlık da
aşıklık bu iki perdeden gizli! Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan
perdeyi kaldırsa hakikati anlatsaydı! Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil
ki onun üstüne bir perde daha örttün.
Onun anlamanın
afeti sözdür, haldir kanı kanla yıkamanın imkanı yok! ben onun sevdalılarının
mahremiyim, gece gündüz kafes içinde ondan bahsetmedeyim! Ey can, pek sarhoşum,
pek kendinden geçmiş pek perişan ve harap olmuşsun dün gece hangi yanına yattın
ki? Kendine gel kendine bu sırdan pek bahsetme önce bir sıçra kendine mahrem bir
dost iste!
Aşıksın
sarhoşsun, dilin açılmış Allah, Allah sen, oluk üstünde bir devesin! Dil, onun
sırrından onun nazından bahse kalkıştı mı gök “ Ey hakikatini güzelce örten
Allah” demeye başlar. Fakat aşkı örtmek nedir? Ateşi yün ve pamuk içinde
gizlemek! Ne kadar örtsen o kadar meydana çıkar! Ben onu örtmeye çalıştım mı o,
bayrak gibi baş kaldırır, işte buracıktayım der.
Benim inadıma o
iki kulağımdan yakalar da, a kendi bildiğine giden, beni nasıl örteceksin, nasıl
gizleyeceksin? Hadi gizle bakalım der. Derim ki: hadi git, coşmuşsun ama can
gibi hem meydandasın hem gizli! Der ki: Bu benim küp içinde mahpus fakat şarap
gibi küp içinde ıslık çalmaktayım! Derim ki: bir yere rehin olmadan, sarhoşluk
afeti gelmeden çekil git.
Der ki. İçimi
güzel latif kadehin içinde ta akşam namazı vaktine kadar gündüzün dostuyum akşam
gelip de kadehimi çaldı mı, ona daha benim akşamım gelmedi, kadehimi ver derim!
Şarap içmeye alışmış olan, şaraba doyamaz, Arap onun için şaraba müdam adını
taktı. Hakikat şarabını aşk kaynatır coşturur. Doğru sözlü, doğru özlü aşıka
gizlice saiklik eden aşktır.
Allah
inayetiyle aşka ulaşmayı dilersem şarap can suyudur, sürahi de beden! Hidayet
şarabı çoğaldı arttı mı şaraptaki kuvvet, sürahiyi kırar. Saki de su kesilir,
sarhoş da nasıl olur deme doğrusunu Allah daha iyi bilir. Şaraba vuran ışık
sakinin ışığıdır. Şarap, bu ışıkla coşar, köpürür, oynar kuvvetlenir! Gayri sen
o şaşkına sor: Sen şarabın bu halini ne vakit gördün? Düşünceye hacet yok, her
bilinene aşikardır. Coşana elbette bir coşturan var.
Bir delikanlı
kızın birine delicesine aşık olmuştu. Fakat bir türlü vuslat zamanı gelmiyordu.
Aşk ona yeryüzünde bir hayli işkenceler etmişti. Aşk neden önce aşıka kinlenir?
Neden önce kanlı katil gibi davranır? Doğru aşık olmayan kaçsın, aşktan
vazgeçsin diye! O delikanlı da kadına birisini yollasa o yolladığı adam,
hasedinden zavallının yolunu vururdu.
Sevgilisine bir
mektup yazıp yollasa okuyan, kelimeleri yanlış okurdu. Sabah rüzgarını, vefatını
arz etmek üzere gönderse rüzgar toza dumana gark olur, karardı. Kuşun kanadına
bir kağıt parçası bağlayıp uçursa kağıttaki ateşli sözlerden kuşun kanadı
yanardı. Allah’ın kıskançlığı çare yularını bağlamış, düşünce askerinin
bayrağını kırmıştı.
Önceleri
bekleyiş, gamına munisti. Sonradan bekleyiş o bekleyişi de kırdı, geçirdi
mahvetti! Gah derdi ki: Bu derdin devası yok. Gah derdi ki: Hayır bu dert bizim,
canımıza can ve hayat! Gah varlığı galebe eder, bir şeyler yapmaya niyetlenirdi;
gah yokluğa düşer, yokluktan meyveler yer, gıdalanırdı.
Nihayet bu hale
bir çare bulamayıp ümitsizliğe düşünce birlik kaynağı kızıştı, coştu! Gurbet
azıksızlığıyla azıklanınca azıksızlık azığı çaresizlik çaresi ona doğru koştu!
Düşünce salıkları çöpsüz bir hale geldi o aşık, ay gibi gece yolcularına kılavuz
kesildi! Nice güzel sözlü dudular vardır ki susarlar nice tatlı özlüler vardır
ki ekşi yüzlüdürler!
Yürü bir an
mezarlığa var da susarak otur. O söz söyleyip duran susmuşları gör! Onların
topraklarını bir renkte, bir halde görürsün ama halleri bir değildir ki!
Dirilerin da yağları, etleri bir fakat birisi gamlı, öbürü neşeli! Sözlerini
duymadıkça hallerini ne bileceksin. Halleri senden gizli kalır. Söyletsen da
sözlerinden ancak bir hay huydur duyarsın. Yüz kat gizli olan hallerini nereden
göreceksin ki?
Bir suretimizde
bile birbirine zıt vasıflar var. toprak da bir ama ruhlar ayrı, ayrı! Seslerde
böyle ses olmak bakımından bir, fakat birisinin sesi dertli, öbürünün nazlı,
edalı! Savaşta atların kişnemelerini koşuşup uçuşurken kuşların cıvıltılarını
duyarsın ya. Birisi kızgınlığından, hasedinden, öbürü arkadaşlarıyla birleşme
yüzünden kişner,cıvıldar. Biri derdinden bağırır, öbürü neşesinden!
Fakat onların
hallerini anlamaktan uzak olana göre o sesler hep birdir! O ağaç baltadan
titrer, şu ağaç seher yelinden! Bu arada kalası tencere yüzünden çok yanıldım
çünkü kapağı kaynıyor! Doğrulukla kaynayan da o kaynayışla o coşkunluğuyla seni
çağırır, gel der. Yalanla riya ile kaynayan da! Eğer insanları yüzlerinden
tanıyan candan bir koku almadıysan eğer o kabiliyet sende yoksa yürü.
Kokudan anlayan
bir dimağa sahip olmaya çalış! O gül bahçesinde dönüp dolaşan dimağa sahip
olmaya uğraş. Yakubların gözünü bile o dimağ aydınlatır. Hadi, o gönlü hasta
aşıkın ahvalini anlat, oğul neye Buhara’lı aşıktan uzak düştün.
O delikanlı tam
yedi yıl sevgilisini aradı, durdu vuslat hayaliyle hayale döndü! Allah’ın
gölgesi kulun başı üstündedir. Arayan nihayet aradığını bulur. Peygamber dedi
ki: bir kapıyı çalar durursan nihayet o kapıdan bir baş çıkar görünür. Bir
adamın oturduğu yerin civarında oturursan sonunda elbette o adamın yüzünü
görürsün, bir kuyudan her gün toprak çeker, çıkarırsan onunla tertemiz suya
erişirsin elbet.
Sen inanmazsan
da bunu herkes bilir. Ne ekersen bir gün gelir, onu biçersin. Taşı demire vur da
kıvılcım çıkmasın. Böyle şey olmaz, olsa bile nadirdir. Bir adamın bahtı yaver
olmaz, bir adamın nasibinden kurtuluş bulunmazsa o adam, ancak nadir olan
şeylere bakar! Filan kişi ekin ekti de mahsul devşirmedi, feşman adam sedef
buldu da içinde inci yoktu.
Baüroğlu
Bel’amla melun İblis bu kadar ibadet ettiler, ne dinleri fayda verdi ne
ibadetleri der de o kötü zanlı kişinin hatırına yüz binlerce peygamber yüz
binlerce hak yolunana gidenler gelmez bile! Bula, bula gönlüne kasvet veren,
gönlünü karartan bu iki misali ulur. Fakat bahtsızlık, gönlüne bundan başka bir
misal getirebilir mi ki? Nice kişiler vardır ki neşeli, neşeli ekmek yerken
ekmek boğazlarına durur, ölümlerine sebep olur!
A musibet, sen
de ekmek yeme de onun gibi kötülüğe uğrama bari! Nice yüz binlerce adam da
vardır ki ekmek yer kuvvetlenir, can besler. Ezelden mahrum ve bir ahmağın oğlu
değilsen o arada bir olup gelen şeye neden saplandın? Şu alem güneşin ayın
nuruyla dopdolu da o başını kuyunun dibine eğmiş. “ Aydınlık var diyorlar, bu
söz doğruysa nerede hani?” deyip duruyor.
A alçak, başını
kuyudan kaldır da bak! Bütün dünya doğu, batı, o nurla nurlanmış, fakat sen
kuyudayken o nur, sana vurmaz ki! Kuyuyu bırak, köşklere, bağlara git burada
inat edip durma, inat meş’umdur denmiş! Kendine gel, filan adam filan yıl ekin
ektide mahsulünü çekirgeler yedi.
Ben neye
ekeyim, burası korkulu bir yer neden elimdeki buğdayı yerlere saçayım deme. Ekin
ekmeyi terk etmeyen işten güçten kalmayan ektide sen kör gibi durup dururken
ambarlar doldurdu. O delikanlı da ümitle, neşeyle bir kapıyı çalıp duruyordu;
nihayet bir gün sevgilisini tenhaca buldu, vuslatına erdi. Bir gece bekçinin
korkusundan kaçıp bir bağa girdi.
Orda
sevgilisini mum gibi buluverdi. O sebebi halk eden Allah’a o anda hamd ederek
dedi ki. “ Yarabbi, sen bekçiye rahmet et!” bilinmez anlaşılmaz sebepler halk
etmişsin. Beni cehennem kapısından cennete almışsın! Hiç kimseyi, hiçbir şeyi
hor görmeyeyim diye şu işe bunu sebep ettin. Ayak kırıldı mı Allah kanat ihsan
eder. Kuyunun dibinden bile bir kapı açar da.
Sen ağaç
üstünde ol, kuyu dibinde bulun, buna bakma, beni gör, bana bak ki yolun anahtarı
benim, yolu ben açarım der!” kardeşim gayrı bu hikayenin arda kalan kısmını
anlamak istersen dördüncü ciltte ara!
|